Aramak

11 Eylül Sonrasında İslam - Batı İlişkileri

11 Eylül günü Amerika’nın New York ve Washington şehirlerine yapılan saldırının akabinde ortaya çıkan tablo, İslâm dünyasını dünya gündeminin tekrar merkezine yerleştirdi. Teröristleri cezalandırmak gerekçesiyle Afganistan’a karşı başlatılan savaş, Körfez Savaşı sırasında yarım kalan “yeni dünya düzeni” projesinin son aşamasını temsil ediyor.

Amerika’nın ve onun Avrupa’daki en güvenilir müttefiki İngiltere’nin Orta Asya bölgesine yönelik uzun vadeli plânlarının boyutlarını görmek zor değil: Orta Asya, bu yüzyılın ortalarına doğru, dünyanın en büyük enerji merkezi olacak. Bu bölgedeki enerji ve yeraltı kaynaklarının dört ilâ beş trilyon dolar değerinde olduğu tahmin ediliyor.

Bir tarafta soğuk savaş döneminin ardından çok ciddi bir hamle yapan Çin’in, öte tarafta ekonomik ve siyasi istikrar emareleri gösteren Rusya’nın, dünyanın bu yeni “hazine bölgesi”nde tek başlarına bırakılması, mevcut jeo-politik dengeler açısından zaten mümkün değildi. Bu yüzden Amerika ve İngiltere, günde yaklaşık 45 milyon dolar -Afganistan’a yönelik sal-dırıların günlük maliyetinin bu civarda olduğu tahmin ediliyor- harcama konusunda tereddüt göstermiyor.

Hadisenin jeo-politik boyut-larının yanı sıra, kültür ve medeniyet açısından irdelenmesi gereken noktalar var. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, Batı kamuoyunda terör ve şiddet olaylarını İslâm ile ilintilendirmeyi hedefleyen ciddi bir kampanya başlatıldı. CNN, NBC, BBC, New York Times, Washington Post gibi dünya haber ağının yaklaşık yüzde seksenini kontrol eden medya kuruluşları, Amerika’ya karşı yapılan sal-dırıların, “terörist müslümanlar” tarafından gerçekleştirildiğini bir hüküm olarak ortaya koydu. Ortada hâlâ somut ve ikna edici deliller bulunmamasına rağmen (örneğin İngiltere başbakanı Tony Blair’in yayınladığı 21 sayfalık “suç metni”nin gazete kupürlerinden toplanarak yazıldığına hepimiz hayretler içerisinde şahit olduk) ısrarla empoze edilen bu peşin hükmün en büyük etkisi, İslâm ile terörizm arasında kurulan ilişki oldu.

Amerika’daki radikal sağcı ve siyonist kanadın (bu isimler arasında Paul Johnson, Pat Robertson, Daniel Pipes, Steve Emerson gibi isimleri sayabiliriz) savunduğu bu teze göre, terörist saldırılar Amerika’ya ve Batı medeniyetine karşı duyulan öfke ve nefretin su yüzüne çıkmasından ibaret. İsl,âm’ın öngördüğü cihad ve iman-kü-für gibi kavram ve öğretiler, müslüman alemindeki terör eğilimlerinin kaynağını oluşturuyor. Dolayısıyla saldırıların, bazılarının iddia ettiği gibi, Ame-rika’nın Ortadoğu politikasıyla ve özellikle İsrail’e verdiği ekonomik-askerî destek ile bir ilgisi yok. Ortada bir İsrail sorunu olmasaydı da, İslâm dünyasındaki bu güçler Batı medeniyetine karşı duydukları nefreti başka gerekçeklerle eyleme dönüştürürlerdi.

"İslâmî Terörizm" Propagandası

Amerika’da bu tezin iki önemli tezahürüne şahit olduk. Birincisi “islâmî terörizm” kavramı. İkincisi Amerikan başkanı Bush’un “bizler ve onlar” diye ifade ettiği kutuplaşma. Medya aracılığıyla gündelik dile sokulan “İslâm terörizmi” ifadesi, İslâm dini ve müslüman dünya ile terörizm arasında çok yakın, hatta birebir bir ilişki varsayıyor. Bu iddiayı temellendirmek için verilen örneklere hepimiz aşinayız: Filistin sorunu, Irak, Lübnan, Sudan, İran ve diğer İslâm ülkeleri. Bu ve benzeri örneklere bakılarak, modern dönemde sadece müslüman kimlikli insan ve grupların amaçlarına ulaşmak için şiddete başvurdukları çıkarımı yapılıyor.

Bu çıkarımın bir tarafta cehaletten, öte tarafta belli çevrelerin özel gündemlerinden kaynaklandığını ifade etmemiz gerekiyor. Ortalama Amerikan bireyinin tarih ve coğrafya konusunda son derece bilgisiz olduğunu, yakinen biliyoruz. (Yapılan onlarca testte, Amerikalılar’ın dünya haritasında Amerika Kıtası’nı dahi bulamadıkları, ülkeleri birbirleriyle karıştırdıkları resmi kayıtlarda bulunan bilgiler.) Aynı şekilde özelde Amerikan halkı, genelde de Batılı birey ve devlet adamları, İslâm dini, tarihi, coğrafyasi, medeniyeti, sanatları ve kültürel zenginliği konusunda en asgari bilgilere dahi sahip değiller. Bu yüzden İslâm dünyasındaki kültürel çoğulculuğu anlayıp takdir edebilecek araçlardan yoksunlar. Daha ziyade Yahudi-Hıristiyan din geleneğini tanıyan Batı dünyası ve Amerika, bu iki din hakkında büyük genellemelerden kaçınırken, İslâm söz konusu olduğunda, kullandıkları tahlil çerçeveleri son derece sığ ve indirgemeci olabiliyor.

Yakın dönem tarihine baktığımızda din adına yapılan şiddet eylemleri, İslâm ile sınırlı değil. Bir kaç örnek verelim:

Amerika’da dört yıl önce yaşanan David Koresh hadisesi (D. Koresh ve takipcileri FBI tarafindan Texas Waco’da diri diri yakıldılar); Güney Sudan’da Hıristiyanlık adına müslüman Sudan hükümetiyle çatışan hıristiyanlar; İsrail başbakanı Yitzak Rabin’i öldüren ve “ortodoks” bir yahudi grubuna mensup olan Yigal Amir ve 1994 yılının Ramazan ayında el-Halil Camii’ne girip otuzdan fazla müslümanı namaz esnasında katleden psikolog Dr. Baruch Goldstein; 1984’de Sabra ve Şatilla kamplarında hıristiyan milis kuvvetleriyle yaklaşık onsekizbin kişiyi katleden İsrail ordusu -ki bu operasyonun başında şu andaki İsrail başbakanı Ariel Şaron vardı-; Filistin’deki yüzlerce işkence ve öldürme olayının sorumlusu Shin Bet adlı siyonist terör örgütü; Güney Hindistan’da Hindular ile Tamil militanları arasındaki çatışmalar; Sih militanlarının Hintli müslümanlara karşı giriştiği terör eylemleri, Babi Mescidi’nin Hindu militanlar tarafindan yıkılması ve şu anda iktidarda olan ırkçı Hindu partisi BJP.

Bütün bu örnekler, din adına şiddetin değişik biçimlerde kullanıldığını somut bir şekilde gösteriyor.

Fakat bütün bunlara rağmen Batı kamuoyunda hiç bir zaman “yahudi terörizmi”, “hıristiyan terörizmi” yahut “hindu terörizmi” gibi ifadelere rastlamadık. İslâm dışında seküler ve farklı dinî topluluklar şiddete başvurduğunda bu hadiseler, mevcut uluslararası terminolojinin diline tercüme ediliyor ve müdafaa, milli çıkar, misilleme, siyasi çatışma ve benzeri kelimelerle nötr hale getiriliyor. Bu noktada İslâm dünyasının tepki göstermesi en doğal hakkı.

 Amerika’dan Neden Nefret Ediliyor?

Terör saldırılarını İslâm ile ilişkilendiren bakış açısının ikinci tezahürü, Amerikan başkanı Bush’un pek çok konuşmasında tekrar ettiği “onlar bizi sevmiyor, çünkü biz medeniyeti, demokrasiyi ve ilerlemeyi temsil ediyoruz” yaklaşımı. Bu bakış açısındaki tek yanlılığı ve tekebbürü görmek zor değil. Fakat asıl problem, Amerika’nın bazı gerçekleri görmekten ısrarla kaçınması. İslâm dünyasında Amerika’ya karşı belli bir husumetin olduğu doğru ve bunun meşru sebepleri var. Bu sebepler üzerinde ciddi bir şekilde durmadan, Amerika’ya ve genel manada Batı medeniyetine karşı beslenen öfke ve nefreti anlamamız mümkün değil.

Amerika’ya karşı duyulan öfke çok büyük ölçüde Amerikan dış politikasından ve Amerika’nın kültürel ve askeri alanlarındaki yayılmacı politikalarından kaynaklanıyor. Amerika’nın 1948’den bu yana İsrail’e verdiği kayıtsız-şartsız destek bu sorunun merkezinde yer alıyor. 6 milyonluk bir yahudi devletine destek vermek için 1.2 milyarlık İslâm dünyasını karşısına alan Amerika, müslümanların nezdinde her tür güvenilirliğini yitirmiş durumda. Amerikan dış politikasının sergilediği çifte standart ve İsrail konusundaki akıl almaz tarafgirliği, sorunu daha da kronik hale getiriyor. Bu gerçeği pek çok Amerikalı akademisyen ve yorumcu da itiraf ediyor. Fakat Amerika’daki yahudi lobisinin gücü burada da kendini gösterdi ve 11 Eylül saldırılarının asıl sebepleri üzerine özgür bir tartışma baslatılamadı. Yahudi lobisinin ana tezi, bu saldırıların ve Amerika’ya karşı duyulan öfkenin, Amerika’nın İsrail’e verdiği destekle bir ilişkisinin bulunmadığı şeklinde. Bu görüşü dile getiren herkese şu anda Amerika’da “anti-semitik” (yahudi karşıtı) damgası vuruluyor.

Buna Batı medeniyetinin müslüman halkların dinî ve tarihi hassasiyetleri konusunda gösterdiği vurdumduymaz tavrı da eklemek gerekiyor. Batı’daki pek çok -sözüm ona- ‘aydın’, İslâm dünyasını modernleşme ve sekülerleşme becerisini gösterememiş bir barbarlar topluluğu olarak bakıyor. Bunun en son örneğini, bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nün Hint asıllı olan ve İngiltere’de yaşayan V. S. Naipaul’a verilmiş olması. İslâm’ı emperyalist bir din olarak tanımlayan Naipaul, sadece İslâm’dan değil, müslüman halklardan da nefret ettiğini açıkça dile getiren birisi. En önemli eserleri arasında sayılan “İnananlar Arasında” (Among the Believers) adlı kitabı, müslümanların inanç, davranış, gelenek ve hassasiyetleriyle alay eden bir eser.

Bütün bunlara rağmen Naipaul gibi birisine, dünyada bütün müslümanların terörist olarak takdim edildiği ve Afganistan’ın bombalandığı bir sırada Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesi, Batı’nın İslâm dünyasının hasssiyetleri konusunda ne kadar küstah ve vurdumduymaz olduğunu gösteriyor. Bu ise, Batılılar’ın her zaman şikayet ettiği Batı-karşıtı hissiyatı daha da güçlü hale getiriyor.

11 Eylül’le beraber yeni bir döneme girdik. Bu yeni dönem hem İslâm dünyası hem de İslâm-Batı ilişkileri açısından önemli gelişmelere gebe. Yukarıda dile getirdiğimiz hususların yanı sıra, Amerika’da çok farklı bir tartışma zemini de oluşmaya başladı. Yahudi lobisinin ve sağcı hıristiyan kuruluşların tüm gayretlerine rağmen, pek çok insan 11 Eylül’deki saldırıların Amerika’nın yayılmacı ve tek taraflı dış politikalarının bir sonucu olduğunu itiraf ediyor. Şu anda Beyaz Saray ile İsrail arasındaki gerginliği de hesaba kattığımızda, önümüzdeki dönemde Amerika’nın Ortadoğu politikasında bazı önemli değişikliklerin vuku bulması kuvvetle muhtemel. Amerika ilk defa İslâm dini ve müslüman dünyası konusunda, bizzat müslümanları dinlemeye başladı. Batı’nın ve Amerika’nın hakim gücüne rağmen bu, özellikle İslâm-Batı ilişkileri açısından önemli bir dönemin başladığına işaret ediyor.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy