Geç gelen kışın akşam mahmurluğu ile yeni aldığım kitapları karıştırırken telefonum çaldı. Sesi çok âşina ama hafızamın gadrine uğrayıp ismini bir türlü hatırlayamadığım bir tanıdık arıyor. Selam verdikten sonra:
– Hatırlayamadın herhalde kardeş, dedi; haklısın nereden tanıyacaksın ki otuz yıl oldu mahalleden ayrılalı.
– Kusura bakmayın, dedim, sesiniz yabancı değil ama...
Eyvah, dedim içimden, Recep abiydi arayan.
– Mahalleye geldim kardeş. Malum, annem iyice yaşlandı, ben de emekli oldum. Biraz validenin yanında kalayım dedim. Tabii bir de dostlarla hasret gidermek istedim.
– Tamam Recep abi, en kısa zamanda buluşalım inşallah.
Recep abi mahalleden ayrıldığında daha yeni öğretmen olmuştu. Dost grubumuzun sakin ve zarif abisiydi. Sohbetlerde hep sessizliği tercih eder ama bazen de taşı gediğine koyacak son cümleyi söylerdi.
Birkaç gün sonra Recep abi ile mahallenin eski pastanesinde buluşuyoruz. Cafe ve bistro gibi yeni moda mekânlara meydan okuyan Şaban Usta’nın mis gibi mayalı poğaça ve süt kokan pastanesinde birbirimizi hasretle kucakladık.
– Recep abi, samimiyetle söylüyorum yıllara meydan okumuş bir halin var maşallah!
– Eyvallah kardeşim, sen de fena değilsin ama saçı sakalı beyazlatmışsın. E, hepimizin yaşı kemâle erdi.
– Haklısın Recep abi. Bunca zaman nerelerdesin, neler yaptın, çoluk çocuk var mı? Hele bir anlat!
– Nereden başlamak lazım bilemiyorum. Hatırlarsın, edebiyat öğretmeniydim. İlk tayinim Sinop’a çıkmıştı. Orada da evlendim. Derken çoluk çocuğa kavuştuk, hatta dede bile oldum.
– Vallahi kestirmeden bitirdin bütün hayat hikâyeni Recep abi. Öyle kolay kurtulamazsın elimden. E, şimdi nereye yerleştiniz emekli olduktan sonra?
– Hiçbir yere kardeş, hiçbir yere yerleşmedik!
Bu tuhaf cevaba pastacı Şaban Usta benden önce tepki verdi:
– Nasıl yani Recep, dalga mı geçiyorsun! Peki ne yapıyorsun, sokakta mı kalıyorsunuz?
– Aşk olsun Şaban Usta! Sokakta düşüp kalkmış halimiz var mı?
Recep abinin yüzüne bakıyorum ama öyle kederli bir hali falan yok. Gayet sakin bir şekilde çayını yudumluyor.
– Şu işin aslını bir anlatsana Recep abi Allah aşkına!
Şaban usta da bayağı meraklanmış olmalı, işi gücü bırakıp yanımıza oturdu.
Recep abi tebessümle anlatmaya başladı:
– Yahu o kadar abartmayın! Tamam, anlatayım. En son görev yaptığım Kastamonu Lisesi’nden emekli olmaya karar verince nereye yerleşelim diye hanımla istişare ediyorduk. Ama hiç gönlü yoktu bir yere taşınmaya. Ne yapsın kadıncağız, evlendik evleneli tam on defadan fazla taşınmıştık. Zaten ev alacak birikimimiz de yok, yani yeniden kiralık bir eve taşınacaktık. Kızımızın yanında olalım diye Ankara’ya taşınmak için hazırlık yapmaya başlamıştık. Bu arada ben de emeklilik dilekçemi vermiştim. Yavaş yavaş eşyaları toparlıyorduk. Kırılacak eşyaları özenle sarıp sarmalıyorduk. Sıra hanımın çeyizlik porselen takımına gelmişti. Kadıncağız paketlerken bir yandan da söyleniyordu: “Bir gün doğru dürüst şu porselenlerden yemek yemedik! Ha bire oradan oraya taşıdık.” Porselen kolisini kapattık, birlikte kaldırıyorduk ki elimizden düşüverdi!
Recep abi lafının burasında bir anda gülmeye başladı. Ama ne gülme! Şaban Usta ile birbirimize bakakaldık. Şaban Usta:
– Hayırdır, Recep bunun neresi komik yahu! Kim bilir yenge hanım ne kadar üzülmüştür.
– Şaban Usta, tabii ki komik değil ama bizim hayatımızın dönüm noktasıydı o koliyi düşürüp kırmamız. Bir anda her şey değişmişti.
– Nasıl yani Recep abi, diye şaşkınlıkla sordum. Aslıda anlattıkları hepimizin başına gelen sıradan bir olay. Tekrar anlatmaya başladı:
– Bizim hanım düşürdüğümüz kolinin yanı başına yığılırcasına oturup kaldı. Sanki şoka girmişti. Öylece dakikalarca oturduktan sonra gözlerini bana dikerek “Nihayet putumuz kırıldı artık özgürüz öyle değil mi?” dedi. Ardından şu benim güldüğüm gibi gülmeye başladı. Bayağı bir korktum, hanım kafayı sıyırdı diye. Sonra uzun süre sustu. Öylece izliyordum. Nihayet “Recep ben artık taşınmak istemiyorum, dedi. Hiç kullanmadığım eşyaları da istemiyorum. Ne diyorum biliyor musun, bir karavan alalım. Bir de hayatı böyle deneyelim, ne dersin?”
– Gerçekten yenge hanım bunu istedi öyle mi? Vay arkadaş ne cesaret! Karavan aldık deme sakın Recep abi!
Recep abi gülerek;
– Evet, karavan aldık. Hanım beni de ikna etti. Önce emekli oldum, sonra bizim kayınbiraderin sayesinde şirin bir karavan satın aldık. Emekli ikramiyemin tamamını ona harcadım. Eşyaları bir kısmını sattık, bir kısmını ihtiyaç sahiplerine verdik. Bir valiz hanımın bir valiz benim, karavana taşındık. Sonra yollara düştük. Kırk yıllık kullanmaya kıyamadığımız yemek takımlarından, hiç kullanmadığımız örtülerden, işimize yaramayan ama atmaya da kıyamadığımız eşyalardan, misafir gelecek diye aldığımız ama artık akrabalarımızın bile gelmediği mobilyalardan, bir defa giyip unuttuğumuz elbiselerden, ayakkabılarımızdan bir anda kurtulmuştuk. Ne hafiflik ama!
Şaban Usta bir bana bir Recep abiye bakıp:
– Bin yıl düşünsem böyle bir şey yapacağın aklıma gelmezdi Recep! Şaka yapıyorsun değil mi, dedi.
Ben de Şaban Usta’dan az şaşırmış değildim ama çok da üzerine gitmek istemedim Recep abinin. Ne yalan söyleyeyim, aslında biraz imrendim. Söyledikleri doğruydu. Eşyanın esiri olmamış mıydık? Münzevi hayatlar yaşayan, bir yeri mekân tutmayan dervişlerin hikâyelerini okurken şaşırmıyoruz da Recep abinin tercihi niye şaşırtıyor ki? Recep abi anlatmaya devam etti:
– Şaban Usta merak etme, bir sen değilsin böyle şaşıran. Çocuklarım bile gençliklerine rağmen kabullenemediler. Beni en çok şaşırtan da arayıp sormayan akrabalarımızın bir ton nasihat vermeleri oldu. Herkes bizi bu sevdadan vazgeçirmek için seferber olmuştu.
– Peki ne yaptınız, nasıl bir hayat karşıladı sizi, nerelere gittiniz Recep abi?
– Önceleri biz de nasıl bir maceraya atıldığımızın pek farkında değildik. Hatta biraz endişelenmeye de başladık. Önceleri şehir merkezlerine yakın karavan parklarını tercih ediyorduk. Bazen pansiyon yanlarına park edip pansiyonda kalıyorduk. Bizi en çok zorlayan altyapısı olmayan karavan parkları oluyordu. Ama sonra alıştık gitti. Önce Türkiye’yi dolaştık, sonra ver elini Balkanlar…
– Allah bilir ne maceralar yaşamışsınızdır.
Recep abi gülerek:
– Karavan hayatının kendisi macera olduğu için bir müddet sonra her şey olağan gelmeye başlıyor. Yeni mekânlar, yeni insanlar, kendini arayanlar, kendinden kaçanlar, şehirlerden kaçanlar, insanlardan kaçanlar, daha neler neler... Dışarıdan bakınca tembellerin seçtiği bir hayat gibi görünüyor, değil mi? Hiç de öyle değil! Canınızın sıkılacağı kadar bile zamanınız olmuyor, çünkü mobil halde olmak aynı zamanda teyakkuz halde olmayı gerektiriyor.
– İyi de Recep abi her an teyakkuz halinde olmak germiyor mu, yormuyor mu insanı?
– Aslında teyakkuz halinden çok her şeyin farkında olarak, her şeye dokunarak yaşıyorsunuz. Her şeyle, herkesle iyi geçinmek zorundasınız. İsteseniz de kötü olamıyorsunuz. Sefer halindesiniz ve düşmemeniz gerekiyor. Her seferinde kendinize yeni bir hedef koyuyorsunuz ama onunla yetinmeyip başka bir hedefe yöneliyorsunuz. Her yeni hedef yeni bir hazırlık gerektiriyor. Her yeni hedef senin o bahsettiğin gerilimi tatlı bir heyecana çeviriyor.
Ağzım açık Recep abiyi dinlerken Şaban Usta birden atıldı:
– E, nereye çektin karavanı?
– Artık karavanımız yok Şaban Usta. Hanımda romatizma başlayınca satmak zorunda kaldık.
– Recep, yengeyi de hasta etmişsin ya! Helal olsun sana kardeşim.
– Yapma Şaban Usta, hemen yüklenme bana! Hastalık bu, nereden bileceksin ne zaman nükseder. Zaten hanım da halinden falan şikâyetçi değil. Ayrıca mobil hayatı bırakmış da değiliz.
– Nasıl yani Recep abi, şimdi nasıl yaşıyorsunuz?
– Hanımın da benim de yine birer valizimiz var. Bu sefer mütevazı eşyalı evler kiralıyoruz, biraz daha uzun kalıyoruz. Bazen bir yayla evinde, bazen kadim şehirlerin taş evlerinde, bazen büyük şehirlerin bir oda bir salon dairelerinde...
– Sefer devam ediyor yani…
– Evet ama mobil hayatın kazandırdığı tecrübe ile bu defa iç âlemimizde devam ediyor. Her menzilde yeni yerler, yeni insanlar tanıdığımız gibi nefsimizi, kendimizi tanımaya başlıyoruz. Tanıdıkça da acziyetimizi, hırslarımızı, içimizin saklı köşelerinde pusuda bekleyen canavarı tanıyoruz. Buna karşılık Rabbimiz’in kudretini, merhametini, yüceliğini anlıyoruz.
Bu sefer Şaban Usta dost samimiyeti ile soruyor:
– Recep kardeşim, bu işin bir de ihtiyarlığı, elden ayaktan düştüğün zamanı var, öyle değil mi? Küçük de olsa başınızı sokacağınız yuvanız olsa olmaz mıydı?
– İyi olurdu belki ama kısmet. Bize de böyle bir hayat nasip etti Cenâb-ı Mevlâ. Şaban Usta bak ne diyeceğim... Evet, bizim şu an yaşadığımızı herkesin yapması gerekmiyor ama Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şu hadisinin bize anlattığı bir şeyler yok mu: “İbn Ömer radıyallahu anhu şöyle anlatıyor: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem beni iki omuzumdan tuttu ve buyurdu ki: ‘Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol.’” İşte benim yaşadıklarımın, tecrübe ettiklerimin ve söylediklerimin özeti...
– Ben de şöyle bir kıssayı hatırlıyorum Recep abi: Harun Reşid, Behlül Dânâ hazretlerine ölümün kendisine neden soğuk geldiğini sormuş, o da şöyle cevap vermiş: “Buradaki evi yaptın, oradaki evi yıktın da ondan!”
Recep abi tebessümle:
– Hak ettiğimizden değil de Allah Teâlâ lütfederse âhirette başımızı sokacak bir evimiz olur inşallah.
Şaban Usta mahcup bir edayla başını eğiyor:
– Amin Recep kardeşim, amin. Allah Teâlâ cümlemize nasip etsin.