Âlimlerin Ardından Söylenmiş Beyitler
Eskiden hayatın hep yanında şiir vardı. Hayır işleri için bir bina yapılsa bir şair açılışına tarih düşürür, birkaç beyit söylerdi. Şiirle mektuplaşırlar, şiirle dilekçe yazarlar, şiirle eleştirir, vefat edenleri şiirle uğurlarlardı. Bu yönüyle klasik şiirimiz, günlük hayattan mühim vakalara çok geniş bir saha için kaynaklık eder. Bu türden beyitleri ve kıtaları toplamak için sadece divanlar yeterli olmaz. Çünkü böyle şiirler daha başka eserler ve vesikalar içinde geçer.
Mesela âlimlerin hayatlarını anlatan eserler içinde onların zekâsına, eserlerine, bir medreseye atanmasına veya vefatına dair şiirlere rastlarız. Fatih Sultan Mehmed Han devrinde yazılmış olan tarih kitaplarından Behcetü’t-Tevârih’te müellif Şükrüllah Efendi, İmam-ı Azam hazretlerinin kadılığı kabul etmeyince kırbaç cezası almasını ve sonra vefat etmesini Farsça bir beyitle şöyle hikmetli bir şekilde anlatıvermiştir. Anlamını verelim: “Ebu Hanife öldü de kadı olmadı gitti / Sen ise kadı olmasan ölürsün.” Bu tür beyitler aynı zamanda birer nasihat ve tefekkür kaynağıdır. Burada şair, âlimin vefatı üzerinden makam mevki düşkünlerini gayet zarif şekilde hicvetmiş, şiirini hikmetle buluşturmuştur.
Nev’î-zâde Atâî’nin Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâik adlı eserinden de iki misal okuyalım. İlki Pirlepeli Hasan Çelebi’nin vefatı üzerine söylenmiş. Bu âlim Ebussuud Efendi hazretlerinin yanında yetişmiş, ona hizmet etmekle bereketlenmiş. Sonra bir medreseye müderris olarak tayin olmuş. Bir müddet sonra bu görevden azlolunca vaktini daha çok bir tekkede geçirmiş. Sonra yeniden İstanbul’da bir medreseye tayin olunmuş. Birkaç yıl sonra Edirne’deki Üç Şerefeli’ye, birkaç yıl sonra da Gelibolu’daki bir medreseye müderris olmuş. Fakat bir yıl sonra bu vazifeden de azlolunmuş. Bunun üzerine gemiyle İstanbul’a gelirken gemi batmış. Kendisinden hiç haber alınamamış. Nev’î-zâde buraya kadar anlattıktan sonra şu hikmetli beyti söyleyivermiştir:
“Yudı çirk-i dünyadan el ol zemân
Ecel teknesi oldı zevrak hemân.”
Yani “Dünyanın kirinden elini yıkadı ve bunun üzerine bir kayık ecel teknesi oldu.”
Bir başka şiir de Şeyhülislâm Hoca Sadeddin Efendi hazretlerinin Ayasofya Camii’nde vefat edişi üzerine söylenmiştir. Hoca Sadeddin Efendi hazretleri, Yavuz Sultan Selim Han’ın can yoldaşı Hasan Can hazretlerinin oğludur. Bu zât Rebiülevvel ayının on ikinci günü adeti olduğu üzere Ayasofya Camii’ne gelmiştir. Orada âlimlerle hasbihal eder, sonra Mevlid-i Şerif okunacak diye kalkar abdest alır. Camiye girince de ruhunu teslim ediverir. Nev’î-zâde bu büyük âlimin ibretlik vefatını iki beyitle şöyle dile getirmiş:
“Kıldı kurb-i nevâfile niyet
Dem-i âhirde kim vuzû’ itdi.
El yuyup bu cihân-ı fânide
Âlem-i kudse tâhiren gitdi.”
Yani “Nafile bir ibadetle Allah’a yaklaşmaya niyet etti, son anlarında kalkıp bir abdest aldı. Böylece bu fâni cihanda elini yıkayıp kudsî âleme temiz bir şekilde göçüp gitti.”
Görmek
Günlük hayatımızda çokça kullandığımız kelimelerin bazıları aynı anlamları taşır. İlk bakışta hepsi aynı gibidir. Fakat her birinin kendine has bir özelliği vardır; biz farkında olmasak da bu ayrıntılara dikkat ederek kullanırız. Mesela görmek, bakmak, izlemek ve seyretmek kelimeleri üzerine konuşalım.
Görmek “gözle ve ışık yardımıyla bir nesne veya kimsenin varlığını algılamak, hissetmek”tir. Bakmak ise “gözleri bir şey üzerine çevirmek; seyretmek; görüp incelemek, tetkik etmek; üzerinde durmak, önem vermek, göz önünde bulundurmak”tır. Bu manalara göre görmek gözün bize sağladığı iştir. Bir şeyi veya kişiyi ilk gördüğümüzde “gördüm” deriz. Özellikle gözümüzle onu gördüğümüzü belirtmiş oluruz. Bu görüş kısacık da olsa görmektir. Bakmak ise sanki daha uzun bir görmektir. “Baktım” deyince biz bir süre ona baktığı anlarız. Nitekim kelimenin “seyretmek, incelemek, üzerinde durmak” gibi manaları bunun delilidir.
Görmek ve bakmaktan başka “izlemek” kelimesini de kullanırız. Bu kelimenin gözle görmek, bakmak manasından önce “takip etmek, iz sürmek” manaları vardır. Bu manalardan sonra “Bir olayı, bir televizyon programını seyretmek, gözle takip etmek” manası gelir. Bu mana da yakın zamanda ortaya çıkmıştır, kelime bir asır önce böyle bir mana ile kullanılmıyordu. Demek ki kelimeler yeni manalarla zenginleşebiliyor. İzlemek yerine eskiden seyretmek denirdi.
Seyir, Arapça kökenlidir. Seyretmek aslında “bir izi, bir yolu takip etmek”tir. Seyr ü sülûk da bu manada kullanılmıştır. Günümüzde daha çok “Gözü ile takip etmek, bakmak; izlemek; uzaktan bakmak, karışmamak, herhangi bir müdahalede bulunmamak” manalarını taşır.
Hülasa, görünce bakmış olmayız, bakınca izlemiş ve seyretmiş olmayız. Her birinin yeri, vazifesi ayrı.
İbn Atâullah el-İskenderî hazretleri Hikem-i Atâiyye’de şöyle buyuruyor:
“Sen ümidini kestiğin şeyden hürsün. Kendisinden bir beklentin olan şeyin de kulusun.”
Şeyh Ahmed Zerrûk hazretleri bu hikmeti şöyle şerh ediyor:
“Hürsün, çünkü onun seninle alakası, senin de onunla alakan kalmamıştır. Kulusun, çünkü onu istemen, seni kuşatması demektir. Bu da talebini elde edebilmek için ona boyun eğmeni, karşısında küçülmeni gerektirir. Kartallar kimsenin çıkamadığı göklere yükselip hür şekilde uçarlar. Sonra yerde bir et parçası görünce ona tamah edip yere inerler ve kanadından ağa yakalanırlar. Böylece bir çocuğun elinde oyuncak olurlar.”