Allahu Tealâ, lutfettiği nimetler için nankörlük değil, itaat ve teşekkür istiyor. Bu gerçeği bilen ve gereğini yapanların akibetleri biliniyor: O’nun rızası ve cennet. Ya inkâr ve isyan edenler? Onları da dehşetli bir azap bekliyor. Kimini dünya sonrası hayatında, kimini de bu hayatında. İşte Âd Kavmi daha dünya hayatındayken azabı hak edenlerden.Âd Kavmi Yemen’de Hadramut civarında Ahkâf adındaki bölgede yaşıyordu. Allahu Tealâ bu kavme yeşil vadiler, bereketli topraklar, hayvanlar ve nesiller ihsan etmişti. Uzun boylu, iri yapılı ve güçlü olan bu insanlar, işlek yolların kenarlarına sağlam binalar ve muhteşem saraylar yapmışlar ve kendilerini tamamen sefahat ve eğlenceye vermişlerdi. Zenginliğin verdiği şımarıklıkla fakir-fukaraya eziyet ediyor, komşu kabileleri zulümleri altında inletiyorlardı. Kendilerine bunca nimet veren Allahu Tealâ’ya şükretmek yerine, cansız putlara tapıyorlardı. Bu kavme peygamber olarak gelen Hûd Aleyhisselam, Allah’ın onlara bahşettiği nimetleri hatırlatıyor, iman etmelerini, zulüm ve hayasızlığı bırakmalarını istiyordu. Fakat kavminin bu davete aldırış ettiği yoktu. Üstelik alay ve eğlenceye alıyorlardı. Hûd Aleyhisselam kimi zaman da onları Allah’ın azabıyla uyararak: “Doğrusu sizin hakkınızda muazzam bir günün azabından endişe ediyorum” (Şuara/135) yaklaşmakta olan dünya ve ahiret azabını hatırlatıyordu. Kafirler ise, Hûd Aleyhisselam’ın getirdiği dinin uydurmadan başka bir şey olmadığını iddia ediyor, bir azabın gelmeyeceğini söyleyerek meydan okuyorlardı. Kavminin bu inkârcılığı Hûd Aleyhisselam’ı son derece çok üzmekteydi. Nihayet Cenab-ı Hak, bereketli yağmurlarını kesti. Bağlar, bahçeler kurumaya, hayvanlar telef olmaya ve nesilleri kesilmeye başladı. İnsanların kuru rüzgardan dudakları çatlıyor, boğazları kuruyordu. Hûd Aleyhisselam bu fırsattan istifade ile onları doğru yola davet ediyor, dehşetli bir azabın yaklaşmakta olduğunu sürekli hatırlatıyordu. Fakat küfür ehli, başlarına gelen musibetten ibret almak bir tarafa, daha da hırçınlaşmıştı. Peygamberi şiddetle inkâr ediyor ve: “Sen bizi mabutlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer bu tehditlerin doğru ise, bize vaad ettiğin azabı getir de görelim.” (Ahkâf/22) diyorlardı. Bir taraftan da O’nu öldürmek için tuzak kuruyorlardı. Hûd Aleyhisselam, bitmez tükenmez seneler boyunca uğraştığı kavminden artık ümidini kesmişti. Önü kesilmiş, yapacak bir şeyi kalmamıştı. Artık helâk olmalarını beklemekten başka çaresi yoktu. Onlara şöyle karşılık verdi: “(İsteyip durduğunuz azabın gelmesini) bekleyin bakalım. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (A’raf/71)
Bir Fırtına ki
Hûd Aleyhisselam’a azabın ne zaman geleceği vahyedilmiş, müşriklerin helâk olup müminlerin kurtulacağı müjdelenmişti. Bir kış günü fecirden sonra kendine tabi olanları topladı. Müşriklerin ileri gelenleri de o civardaydı. Çok geçmeden ufukta siyah bir bulut belirdi. Susuzluktan kıvranan Âd kavminin ileri gelenleri, bulutu görünce yağmur yağacak diye sevinçten yerlerinde duramıyorlardı. Hûd Aleyhisselam’ın ise rengi atmıştı. Az sonra bu müşrik kavmin başına gelecekleri düşünüyordu. Birdenbire korkunç bir sesle bütün vadiyi kaplayan bir fırtına başladı. Şiddeti ve soğukluğu inanılmaz boyuttaki bu rüzgarın adı, Kur’an lisanıyla “sarsar”dı (el-Hâkka/6). Sarsar, Âd kavmini saman çöpü gibi havaya savuruyordu. Kimisi havaya savrulmamak için kalın ağaçlara, köklü kayalara sarılıyor, kimisi de sağlamlığı ile övündükleri saraylarına sığınıyorlardı. Ama kayalarla, ağaçlarla, sığındıkları yapılarla birlikte havaya savrulmaktan kurtulamıyorlardı. Ansızın gelen bu fırtına, ağız ve burun deliklerinden giriyor, barsaklarını ve iç organlarını boşaltarak dışarı çıkıyordu. O süslü saraylar, bağlar ve bahçeler de sahipleri gibi harabeye dönmüş, yok olup gitmişlerdi. Topluca bulundukları yerden bu olayı seyreden Hz. Hûd ve ashabı ise, kurtuldukları için Allah’a hamd ediyorlardı. Hûd Aleyhisselam, 4000 civarındaki müminle birlikte hicret ederek Mekke civarına yerleştiler.