Batı’ya Karşı - Batı’ya Köle
Yüzyıllardır süregelen bir açmaz bu. Elden-ayaktan düştüğümüz bu zamanda ne yapacağız? Ne geçmişle avunabiliriz, ne de gelecekten kayıtsız-şartsız umutlu olabiliriz. Herşeyi Batı’dan uman ve her şeyi Batı’dan bilen bir millet olarak yaşayıp gidiyoruz.
Batılılar’ı en çok şaşırtan şey, ülkemizde gördükleri tezatlar. Bir yanda geleneksel kıyafetli insanlar, bir yanda en modern giyimli insanlar. Bir yanda demokrasiden bahsedenler, bir yanda hâlâ tek parti mantığıyla millete bakmaya devam edenler. Bir yanda simit satan çocuklar, bir yanda en modern tesislerden dünyaya ihracat yapan işadamları. Bir yanda Osmanlı, bir yanda ne olduğu tam bilinmeyen garip bir şey.
Bu tezat bizlere Osmanlılar’dan tevarüs eden bir gelenek. Bir yanıyla müslüman olması hasebiyle Doğulu, bir yanıyla Avrupa’nın yarısına hükmetmiş Batılı bir devlet. Osmanlı güçten düşünce, her marazı Batı’dan bilenler kadar, her kurtuluşu Batı’da arayanlar da ortaya çıkar. Batı’da kurtuluş arayanlar nihayet galip gelirler. Ama, ne kadar Batıcı olsalar da, sıkıştıklarında Batı-Osmanlı tezadını seslendirmekten geri kalmazlar.
Türk takımları başka takımları değil de Batılı takımları yendiğinde, futbol seyircileri neredeyse seferdeki bir Yeniçeri bölüğü gibi gurur hislerine kapılır. En Batıcı siyasetçimiz bile, Avrupa’dan her tokat yediğimizde, “bunlar zaten bizim ezeli düşmanımız değil mi?” diye sitemde bulunur. Bu açmaz, bu tezat artık bizim hayat tarzımız.
Her şeyde olduğu gibi, Batı’ya karşı da orta yolda olmak en akıllı şey. Ama bunu “Batı’nın ilmini, tekniğini alır, adetlerini, kültürünü terkederiz” gibi yanlış bir mantığa dayandırmamak gerekiyor. Unutmayalım, Batı’dan alınan her ilim ve teknikle beraber onun kültürü de size akar. Aslında, bu sözü diye diye geldiğimiz nokta ortada: Batı’nın ilmini, tekniğini alan değil, onun kültürüne hayran bir kalabalık haline geldik.
Bu arada, o kültürün de alınması gereken yanlarıyla yoz yanlarını birbirine karıştırdık. Cep telefonu faciasına bir bakın. İşte, camide, okulda, otobüste, trende, uçakta, yolda; yürürken, otururken, ağlayıp gülerken cep telefonumuzdan ayrılamıyoruz. Bu meretin hak ettiği kültür bu mu acaba?
Batı tezadını, Batı’yı tam olarak anlamadan kavramak mümkün değil. Bazı gerçek mütefekkirlerin dediği gibi, bizim de Batı’yı çok iyi tanıyan, ama içinde Osmanlı ruhu taşıyan insanlara ihtiyacımız var. Kurtulmak istediğimiz tahakkümün özünü bilecek insanlara... Yabancı dil konuşan, Batı kültürünün kaynaklarını çok iyi öğrenmiş, ama ayakları bu memleket topraklarına basan yeni Fatihler’e, Evliya Çelebiler’e, Said Halim Paşalar’a, Cemil Meriçler’e, Sezai Karakoçlar’a ihtiyacımız var.
Bu tezadın bizi sıkıştırdığı hücreden tek kurtuluş yolu, ne o hücreyi cennet bellemek, ne de cehennem. Madem özgürlük kendi inancımızda, o halde inancımızın her türlü prangayı kıran nurani teslimiyetine yapışalım. Kendi özümüze teslim olalım. Ancak o zaman vücudu diri, ama ruhu pörsümüş Batı’ya mahkumiyetten kurtulur, belki teslim bile alabiliriz.
Siyaset Neye Yarar?
Seçimler gelip geçiyor. Partiler diziliyor, adaylar durmadan konuşuyor, caddeler sokaklar, camekanlar kağıtlarla, bezlerle doluyor. Megafonlar kulak zarlarımızı parçalıyor, birbirine karışan parti müzikleri dikkatimizi dağıtıyor. Gören şenlik var sanır. Ama bu siyaset, bu seçimler gerçekte ne işe yarıyor?
Seçim gürültüsü geçip, ortalık sakinleştiğinde evimizde, barkımızda, sokağımızda, şehrimizde neyin değiştiğine şimdi daha dikkatle bakmamız gerekiyor. Bu kadar şaşaa ile gelen misafir, yani seçimler, gittikten sonra bize bir menfaat bırakmış mı acaba? Yeni bir iktidar, yeni yüzler, yeni sesler... Her şey yeni mi gerçekten?
Bu kadar yeninin arasında değişmeyen bir şey dikkatinizi çekmiyor mu? Siyaset hâlâ en fazla konuştuğumuz, ama çoğumuzun da en çok nefret ettiği bir konu haline geldi. Bu derecede aşkı ve nefreti bir arada görmek bize bir ibret vermeli. Ama nerede! Beş yıl içinde bu nefretimiz giderek daha da artacak. Bir sonraki seçimlerde kime oy verirsek verelim, başarısızlığından dolayı öcümüzü alacağımızı söyleyeceğiz. Alacağız da.
Ama sonra ne olacak? Yine aynı oyun, sil baştan oynanmaya başlayacak. Yine partiler, yine adaylar, yine vaatler, yine büyük laflar, küçük avantalar... Biz bu arada büyük bir ihtimalle daha da fakirleşmiş bir aile olarak yaşamaya devam edeceğiz. Büyük bir ihtimalle sokağımız pislik ve toz-toprak içinde istikrarını koruyacak. Büyük bir ihtimalle yeni yolsuzluklar ortaya çıkacak. Yine bilmediğimiz binlercesi de kendini dürüst ilan edenlerin arkasında saklanacak. Yine kızacağız, televizyonu her açtığımızda pişman olacağız, ama yine sabredip seyredeceğiz. Yine partilerden nefret edeceğiz, değiştirmeye karar vereceğiz.Bu arada farkettiniz mi bilmem, oyunda bizim gördüğümüz aktörlerin yüzleri değişiyor, ama asıl güç sahibi olanlar nedense hep aynı kalıyor.
O zaman siyaset oyununa biz nasıl bakmalıyız? Bence, önce bugünkü siyasete layık olduğu ciddiyeti ve önemi vermeliyiz. Yani en az önemi. İnancımızı daha çok önemseyelim. Bilmediğimizi öğrenmeye, bildiğimizi öğretmeye, bir araya gelmeye, faydalı şeylere vakit harcamaya ve bize menfaati olan şeylerden sohbet etmeye başlayalım. Birbirimize bağlanalım, sevelim ve sayalım. Çünkü ayrılıp, parçalandıkça karanlıktaki iktidar sahiplerinin oyunu daha sürüp gidecek. Biz ne oynayalım, ne de oyuna gelelim.
Ama, siyaseti de tamamen dışlamayalım. Madem ondan etkileniyoruz, o zaman aramızdan bilinçli, siyaset kuyusuna düşüp kalmayacak, kime itibar edeceğini bilen kabiliyetli devlet adamları yetiştirmeye bakalım, siyasetçi değil. Onları hepimizin rahatının bir diyeti olarak bu oyunun içinde tutalım ki, gelecek zararı önlemeye çalışsınlar. Yine de amacımızı unutmayalım: Menfaatçi siyasetçilere değil, Allah’ı bilen hakikat erlerine sarılmalıyız.
AHVAL-İ DÜNYA
Üç Ülke, Üç Olay
Bahar geldi. Ama zaten kararsız bahar havasının neye döneceğini bölgemizde kestirmek iyice güçleşti. Ülkemizde 18 Nisan’da seçimler yapılacak. İsrail’i ise Mayıs ayında zorlu bir seçim bekliyor. Bu arada aynı ay Filistin’in bağımsız devlet olma projesi var.
Bunlar birbirinden -İsrail ve Filistin hariç tutulursa- kopuk gözüken üç ayrı olay. Ama, tarih ve dünya politikası konusunda kafa yoranlar için bağlantılar o kadar da derinde değil. Türkiye’de seçimler merakla bekleniyor. Seçimlerin ertelenmesi için yapılan girişimlerin sonuçları da öyle. Seçimler yapılsa da yapılmasa da bir şey aynı kalacak: Ülkemizde devlettoplum ayrışması ve ülkemizi güçsüzlüğe götürecek sorunlar hâlâ orta yerde bekliyor. Halkımızın genelde siyasetçilere duyduğu ben diyeyim güvensizlik, siz deyin tiksinti seçim öncesinde de kendini gösterdi. Seçimlere bunun yansıyacağına kuşku yok. Bir bakıma ülkemizde yapılacak seçimler, devlet-toplum ayrışmasının daha da gerilmesi sonucunu getirecek gibi görünüyor.
İsrail’de de benzeri bir ayrışma sözkonusu. Fundamantalist yahudiler kendilerine her türlü tavizi vermesine rağmen Netanyahu idaresinden memnun değiller. Laik yahudiler ise, bir yandan Filistin ve ülkenin etrafını çevreleyen Arap dünyasıyla barış istiyorlar. Bir yandan da bir kısmı İsrail devletini bile tanımayan aşırı yahudilere karşı kendi haklarını korumaya çalışıyorlar. Bugüne dek askerlikten ve vergiden muaf tutulan Yeşiva, yani dini okul öğrencilerinin bu ayrıcalıklarının kaldırılması bu iki kesimi gırtlak gırtlağa getirdi. İsrail de devlet ve toplum arasında olduğu kadar, toplum içinde de büyük uçurumlar bulunan başka bir ülke.
Mayıs ayında yapılacak seçimlerde büyük bir ihtimalle, İsrail’in işgal edilmiş topraklarda doğan ilk başbakanı olan Netanyahu’nun karşısına daha ılımlı ve laik kampa yakın adaylar çıkacak. Bu adayların Netanyahu’yu alt edeceklerini sanıyorum. Ama sorun burada bitmiyor. Müslüman toplumlardan göç etmiş Sefardim yahudileri, Etyopyalı Falaşalar, yani zenci yahudiler ile Avrupa’dan göçen Aşkenazim yahudileri ile Rus göçmenleri arasında tam bir ayrımcılık yapılan İsrail’de, toplumsal barışın nasıl sağlanacağı hâlâ büyük bir muamma. Netanyahu bu iç çözülmeyi, tarihteki her devletin yaptığı gibi, etraftaki Arap devletlerine ve Filistin İdaresi’ne karşı takındığı sert tavırla durdurmaya çalıştı. Ama başarılı olduğu söylenemez.
Filistin ise ABD’den, bağımsız bir devlet haline gelmek için 4 Mayıs tarihinde bunu ilan etme iznini istedi. Filistin devletinin bağımsız olması halinde bütün bölgedeki dengelerin değişeceği kesin. İsrail yanı başında yeni bir tehdit olmaması için elinden geleni yapıyor. ABD bu bakımdan neredeyse İsrail’in aracılığını yapıyor. Ancak, aynı İsrail herkese düşmanlık yaparak bu bölgede yaşayamayacağının da bilincinde. Bu yüzden, sanıyorum Suriye ve Lübnan ile belirli bir uzlaşmaya girecek.
Ne kadar uzağımızda olsa da, Filistin ve İsrail’de gelişecek olaylar bizi doğrudan etkiliyor. Semalarında İsrail savaş uçaklarının eğitim uçuşu yaptıkları bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım.
Kosova-Bosna Hattı
Fransa’da Rambouillet’de yapılan, Batılı ülkelerin Kosova sorununu çözmeye yönelik toplantısı ve sonrasındaki çabaları bir türlü kesin bir sonuca ulaşamıyor. Anlaşma dediysek, öyle hakkaniyetli ve kalıcı bir anlaşma olduğu sanılmasın. Kosovalılar özerklik elde ediyorlar ama, Sırplar’a karşı silahsız ve korunmasız bırakılıyorlar. Kısacası, Batı yine yapacağını yaptı ve Kosovalılar’ın barış anlaşmasını kabul etmesine kadar Sırplar’ın tasmasını serbest bıraktı.
Anlaşmada Kosova’nın özerkliğini kabul eden, ama bu özerkliği koruma amacıyla Amerikan ordusunun Kosova’da görev yapmasını istemeyen Sırplar, Fransızlar’ın yardımıyla yine üstün çıktılar. Kosova Kurtuluş Ordusu’nun silahlarının elinden alınması ve karşılığında hiç bir askeri güvencesi olmayan kuru bir özerklik vaadi verilmesi, Kosovalı Arnavutlar’ı resmen Sırplar’ın tanklarına ve vahşi katliamlarına terketmek demek. Avrupa bunu biliyor. ABD de öyle. Bosna’da olanlar daha unutulmadı.
Bu arada, pek çok Amerikalı uzman, saygın gazete ve dergilerde ABD’nin petrol olmayan, dolayısıyla “ulusal çıkarı” bulunmayan Kosova’da başını belaya sokmaması gerektiğini yazıp duruyorlar. Bu tecrit yanlısı seslerin, Avrupa’nın görünüşte Kosovalı Arnavutlar’ın yanında olan, ama içinde İslam karşıtı damarını taşıyan tavrını desteklediğine kuşku yok. Avrupalılar’ın bu “kabileci” tavrı Amerikalılar’ı bile tiksindirecek düzeyde. Nitekim üst düzey bir Amerikan yetkili, Rambouillet’deki müzakerelerde Kosova’da Batılı askerlerin varlığını engelleyenlerin sadece Sırplar değil, “bazı Avrupalı devletler” olduğunu da duyurdu.
Bu arada kazanan hep aynı: Sırplar. Balkanlar’ın bu en eli kanlı devleti, anlaşmadan hemen sonra ortaya çıkan belirsizlik sürecinde, Kosova’ya onlarca tank ve binlerce asker sevketti. Güya anlaşmada Kosova’ya özgürlük vaadediliyor. Ama bu özgürlük şu anda tamamen Sırplar’a ait. Sırplar istedikleri gibi insanları katledebiliyor, yolları kesip uluslararası gıda yardımlarını engelleyebiliyor, insanların çok sert kış şartlarında ormanlara, dağlara kaçmasına yol açarak ölmelerini sistemli bir politika olarak uygulayabiliyor.
Arkalarında Rusya, Yunanistan ve Fransa’nın açık desteği olan Sırplar, Bosna’da da bütün uluslararası çabalarla dalga geçerek sonunda istediklerini elde etmişlerdi. Bakın, 250 bin müslümanın katili Miloseviç, saygın ve güçlü bir devlet adamı olarak koltuğunda oturmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler askerleri içindeki Fransız güçlerinin Sırplar’a katliamlarında yardımcı olduklarını hiç unutmayalım. Srebrenica’da aynı şey olmadı mı? Rahmetli başbakan Hakkı Turalyiç BM’e ait zırhlı aracı durduran Sırplar’a Fransızlar tarafından teslim edilip, şehit edilmedi mi?
Bu arada Kosovalılar’ın strateji ve diplomasi konusunda pek becerikli olduklarını da söyleyemeyiz. Fransa’da yapılan toplantıda hemen sonuç alınmasını sağlayacak adımları atıp Sırplar’ı sıkıştırmak varken, anlaşma şartlarını sonra onaylayacaklarını söyleyip, Sırplar’ın Kosova’yı işgaline vakit tanıdılar. Kosova ile Bosna arasındaki temel fark da buradan kaynaklanıyor zaten: Arnavutlar’ın başında Batı’nın hinliği kadar, kendi medeniyet kökünü mükemmelen bilen, diplomasi dehasıyla halkını yok olmaktan kurtaran bir Aliya İzzetbegoviç yok.