“Deniz üstünde yürürüz / Düşmanı arar buluruz / Öcümüz komaz alırız / Bize Hayreddinli derler.”
(Kaptan-ı Derya Hayreddin Paşa’nın Leventlerinin Söylediği Denizcilik Marşı’ndan)
Midilli adasının Akdeniz’in serin sularında derin izler bırakan namdar kaptanları, reisleri ve paşaları da vardır. Belki bu muhteşem Ege adasını ele almaya çalıştığımız bir önceki yazımızda özellikle onlardan söz etmek gerekiyordu. Ancak yerimiz sınırlı olduğundan bu uzun soluklu konuya sadece değinip geçmek zorunda kalmıştık. İşte şimdi Midilli toprağının dünya denizcilik tarihine hediye ettiği bu yiğit derya kaptanlarından/kaplanlarından söz etmenin zamanıdır.
İlk kez Çaka Bey tarafından fethedildiği söylenen, İstanbul’un alınmasından sonra vergiye bağlanan ve nihayet kesin bir şekilde Osmanlı topraklarına katılan (1462) Midilli’nin koca Akdeniz’i Türk Gölü haline getirecek büyük denizcilere beşiklik edeceğini kim bilebilirdi ki?
Midilli Kalesi’nin muhafızları
Barbaros Hayreddin Paşa, ailesinin Midilli’ye yerleşmesini şöyle anlatır:
“Fatih Sultan Mehmed Han zamanında Midilli fetholunup kâfirlerin elinden alındı. Sultanın emri ile kul taifesinden (tebadan) bazı kimseler kaleyi beklemek üzere tayin olunup yazıldılar. Bu erlerin kalede kalmaları kararlaşınca, bunlar Şevketlü Padişah hazretlerine arzuhalde bulunup, şöyle dediler:
“Bizim burada kalmamızı ferman buyurdunuz. Emriniz can baş üstüne! Gerekir ki bizim ihtiyaçlarımızı da gideresiniz. Zira biz burada bir alay bekâr adamlarız. Bu yer ise bir adadır. Bu taraflarda müslümanlık yer de yoktur ki onlarla tanışıp, kendi başımıza bir çare bulalım. Elhasıl bizim burada böyle kalmamız çok zordur. Biz buna razı olamayız. Bize bir çare buluverin.”
Sultan Mehmed Han bunların arzuhallerini işitip hak verdi. “Kul taifesinin sözleri makuldür. Bunların evlenmelerine bir vesile gerekir.” deyip şu vech ile bir emr-i şerif gönderdi:
“Ol hisarda muhafız kalan kullarım, orada oturanların kızlarından hangi güzel kızı beğenirlerse usulünce nikâh edip alsınlar. Eğer iyilik ile vermezlerse cebren alsınlar. Amma şeriata muhalif almasınlar. Nikâh ile alıp evlensinler. Böylece oradaki kâfirlerle de aralarında ünsiyet peyda olup, kaleyi muhafaza etmekte kolaylık ola ve kaleyi iyi hıfz ederler.”
Yakup Ağa’nın dört oğlu
Bu emr-i şerifi alan gaziler memnun ve razı oldular. Gereğince de amel eylediler. Kale muhafızlarının içinde, Selanik yakınlarındaki Vardar Yenicesi’nden Yakup Ağa da vardı. Yiğit dilâver bir er idi. Bir sipahi oğluydu. Bahadırlığıyla akranı gençler arasında mümtaz idi. İlk kızı alan Yakup Ağa oldu.
Yakup Ağa güzellikte emsalsiz bir dilberi beğenip, nikâh edip helalliğe aldı. Zevcesi ile bir nice zaman dirlik içinde yaşadı. Dört oğulları oldu. Adlarını İshak, Oruç, Hızır ve İlyas koydu. İşte bu Yakup Ağa benim babam olup oğullarının üçüncüsü idim.” [Seyyid Muradi Reis, Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları (nşr. Ertuğrul Düzdağ), I-II, İstanbul. Eserin orijinal adı: Gazavât-ı Hayreddin Paşa]
Ailesinin Hızır ismini koyduğu üçüncü oğul, daha çok Barbaros ve Hayreddin lakaplarıyla tanınır. Batılılar, havuç rengine çalan kırmızı sakalından dolayı ağabeyi Oruç’a verdikleri “Barbarossa” adını daha sonra Hızır için de kullandıklarından Barbaros diye tanınmış, Hayreddin lakabını ise kendisine Yavuz Sultan Selim takmıştır.
Dört kardeşin en küçüğü olan Hızır gençliğinde Midilli, Selanik ve Eğriboz arasında ticaret yapmaktaydı.
Denizi vatan tutan kardeşler
Bir ara küçük kardeşleri İlyas’ı da yanına alarak Şam Trablusu’na sefer eden Oruç Reis’in gemisi Rodos şövalyeleri tarafından tutuldu. İlyas şehit oldu. Oruç esir edilerek Rodos’da zindana atıldı. Bunun üzerine Hızır, ağabeyini kurtarmak için harekete geçtiyse de başarılı olamadı.
Rodos şövalyelerine esir düşen ağabeyi Oruç’un adeta kendiliğinden kurtulmasıyla iki kardeş şehzade Korkut’un himayesine girdiler. II. Sultan Bayezid’in üçüncü oğlu ve Yavuz’un ağabeyi olan Korkut, Türk denizciliğini himayesi ile meşhurdu.
Oruç Reis’in, şehzade Korkut’un hizmetine girdikten sonra talihi açılmaya başlamıştı. Barbaros Hayreddin Paşa hatıralarında bu durumu; “Padişah duası alanın akıbeti hayrolur.” sözleriyle Osmanoğlu Sultan Korkut’un duasını almalarına bağlar.
O sırada İspanyollar Akdeniz’in batısına hakim olmak için büyük çaba harcıyorlar, Endülüs Müslümanlarına zulmediyorlar, müslümanlar da başka diyarlara göç etmenin çaresini arıyorlardı. Bunun üzerine Oruç ve Hızır reisler 1504 yılından itibaren Kuzey Afrika sahillerine yöneldiler. İki gemilik küçük filoları için güvenilir bir liman ararken Tunus Hafsi Sultanı Ebu Abdullah Muhammed b. Hasan’la (1493-1526) anlaşarak Halkulvadi’de (La Goletta) yerleştiler.
Gemilerinin sayısı artınca da Cerbe Adası’nı üs edindiler. Avrupa kıyılarına çeşitli akınlar düzenlediler. Nihayet Cicelli’yi (Djidjeili) ele geçirdiler. Halkın Oruç’u sultan ilan etmesi üzerine Kuzey Afrika’da kuracakları devletin temellerini atmış oldular.
Yavuz Sultan Selim’in himayesine girdikten sonra (1515) iyice güçlendiler. Büyük ve başarılı deniz seferlerinden ve mücadelelerinden sonra Oruç Reis Cezayir sultanı ilan edildikten (1516) üç yıl sonra şehit düştü.
Hızır Reis nasruddindir, hayruddindir!
Yalnız kalan ve Osmanlı desteğini güçlendirmek isteyen Hızır Reis, Yavuz Sultan Selim’in “Hızır Reis nasruddindir, hayruddindir.” iltifatına mazhar oldu (1519). Yavuz, kendisini Cezayir hakimi olarak tanıdığını gösteren bir hatt-ı hümayun göndermiş, Anadolu’dan gönüllü asker toplama imkanı tanımış, yeniçerilerle topçulardan oluşan 2000 kişilik bir kuvvet de göndermiştir. Artık Cezayir’de hutbe Osmanlı padişahı adına okunmaya ve Hızır Reis de Hayreddin ismiyle anılmaya başlanmıştı.
İspanyollara karşı 1519’da alınan galibiyetin ardından, hatıralarında anlattığına göre Avrupalılar Hızır’a ağabeyi gibi Barbarossa lakabını vermişlerdir.
Gitgide güçlenen ve başarılarını artıran Barbaros Hayreddin Paşa, Endülüs Müslümanlarına yardımcı olmuş, 70 bin kadarını kurtararak Kuzey Afrika sahillerine yerleştirmiştir.
Bu arada Osmanlı tahtına Kanuni Sultan Süleyman oturmuştu. Barbaros, padişah tarafından “Cezayir-i Bahr-i Sefid Beylerbeyi” payesiyle Kaptan-ı Deryalığa getirildi (1534).
İrili ufaklı birçok deniz savaşını kazanan ve zaman zaman kaybeden Barbaros Hayreddin Paşa, 246 gemilik çeşitli Avrupalı devletlerin oluşturduğu müttefik Haçlı donanmasını 122 gemilik Osmanlı donanmasıyla tarihe Preveze Deniz Zaferi olarak geçen çarpışmada hezimete uğrattı (1538).
Bu zaferle Doğu Akdeniz’deki hakimiyetini, Orta Akdeniz’e de egemen olarak iyice pekiştirmiş oluyordu.
Preveze Zaferi’ni daha önce bir yazımızda ele aldığımız Nice Seferi (1543) takip etti. Söz konusu sefer, büyük Kaptan-ı Derya’nın son büyük seferidir.
Hayreddin Paşa, 1546 yılında kısa süren bir hastalıktan sonra vefat etmiş ve sağlığında Beşiktaş’ta yaptırdığı bir medresenin yanındaki türbesine defnedilmiştir. Ölümüne “mâte reisü’l-bahr” (Denizlerin reisi öldü) sözü tarih düşürülmüştür.
Her harfe bir rakamın karşılık gelmesi esasına dayanan Ebced Hesabı’na göre bu ifade hicri 953 yılına işaret etmektedir.
Döneminin kaynakları bu denizler aslanını iri yapılı, kumral tenli, saçı, sakalı, kaşı, kirpikleri gür bir kimse olarak tarif eder. Türkçe’den başka Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca bilirdi. Musikiden hoşlanırdı.
Cezayir’de yaptırdığı caminin (1520) kitabesinde unvanı “es-Sultânü’l-mücâhid Mevlâna Hayruddin b. el-Emiri’ş-şehîri’l-mücahid Ebu Yusuf Ya’kub et-Türkî” olarak kayıtlıdır. Söz konusu ifade, “Meşhur Türk kumandan Ebu Yusuf Yakub’un oğlu mücahid Sultan Efendimiz Hayreddin” anlamına gelmektedir.
[box type="shadow"]
Barbaros anlatıyor
Tunus şehri, Afrika’nın en büyük birkaç beldesinden biriydi. Haçlılar, bu büyük Müslüman şehrine girdiler. 30 bin Arap’ı boğazladılar. 10 bin kadın ve çocuğu esir aldılar. Camiler, medreseler, türbeler tahrip edildi. Saraylar yağmalandı. Kütüphanelerdeki on binlerce yazma kitap yakıldı. En nadir sanat eserleri yok oldu. Beni ve reislerimi ele geçirememenin hıncını kâfirler zavallı müslüman ahaliden çıkardılar.
* * *
Vaktiyle İspanyollar, Cezayir şehri camilerinde ezan okunurken minarelere topla nişan alıp yıkarlardı. Bu işi sırf keyif için yaparlardı. Biz Cezayir’e yerleşince bu eğlencelerinden vazgeçmişler ve buna gayet üzülmüşlerdi. Nice minare yıkan ve nice müezzinin kellesini uçuran topçubaşıyı huzuruma getirttim:
“Bre kâfir” dedim, “Keskin nişancı imişsin. Bir gülle ile bir minare yıkarmışsın. Gör şimdi top atışı nasıl olurmuş!” Kâfiri bir topa koyup deryaya attırdım.
* * *
Eskiden beri adetim, esir düşen kâfir zabitlerini, kaptanlarını, valilerini, rahiplerini, sanatkârlarını yanıma çağırıp onlarla konuşmaktı. Bir esiri sorguya çeker gibi değil, bir dostumla sohbet eder gibi konuşur, bu şekilde daha iyi malumat alırdım. Bazen Avrupa’da bile kimsenin bilmediği saray sırlarına dahi bu şekilde vakıf olurdum. Gerçi Akdeniz ülkelerinin hepsinde casuslarım vardı. Fakat esirlerle konuşup malumat almak bazen daha faydalı olurdu.
* * *
Güzel bir kış günü İstanbul’a vardık. Soğuğa rağmen İstanbul’un zarif ve bahtiyar halkı göz alabildiğine sahillere yığılmıştı. Belki 200.000 kişi vardı. Bütün toplarımı saatlerce müddet ateşleyerek Cihan Hakanı’nı, cihanın taht şehri ve bu şehrin bilgi, nezaket ve efendilikleri bütün dünyada meşhur halkını selamladım. 18 namlı reis, çavuşlarım ve sair maiyetimle baştardamdan süslü bir kayığa binip sahile çıktım. Alkış tutan halkı sevinç ve sevgiyle selamladım.
Sonra ben, reislerim ve maiyetimiz yürüyorduk. Gayet sade giyinmiştik. Bu suretle Topkapı Sarayı’na kadar geldik. Cihan Saltanatı’nın saray kapısına eriştiğim için bahtiyardım. Söylendiğine ve işittiğime göre, hayatları zafer alayı görmekle geçen İstanbul halkı bile benim gösterdiğim kadar zengin, canlı ve renkli bir alaya şahit olmamışlar. Doğrusunu Allah bilir!
Ertesi sabah ben ve 18 reisim, cihan hakanı Kanunî Sultan Süleyman Han Hazretleri tarafından huzur-ı hümayunlarına kabul olunduk. Süleyman Han, bana ve 18 reisime teker teker el öptürmek suretiyle bize görülmemiş, bir iltifatta bulundu. Bunun ne büyük bir iltifat olduğunu kestirebilmek için, Avrupa krallarının vezir-i azamı eteklediklerini hatırlamak icap eder.
* * *
(Preveze’yi anlatıyor) Haçlılar’ın vaziyeti, kelimelerle anlatılamayacak derecede kötüydü. Bizzat Karlos Kral, ki Avrupa’nın yarısına sahipti, değerine paha biçilemez atını kestirip afiyetle yedi. Cezayir’den kaçarken başındaki tacı fırlatıp deryaya attı. Hakanımız Sultan Süleyman Han’a özenip ordusunun başına geçmek istemişti. Fakat hakanımız gibi asker olarak yetişmiş bir hükümdar değildi. Ömründe tek başına bir orduya kumandanlık etmemişti. Askerlik ve derya ilimlerinin külli cahiliydi. Karlos Kral az daha esir düşüyordu. Ancak kendisini koruyan Malta şövalyeleri sayesinde kurtulup kaçtı.[/box]
[box type="shadow"]
Oruç’un Rodos Şövalyeleri’nin Elinden Kurtulması
Oruç Reis, kürek cezasına mahkum edildiği gemiye gelen Rodoslu kaptanlarla sohbet ederdi. Bir gün bu kaptanlar Oruç’a dediler ki:
– Ey Türk, sen güzel sözlü bir kişisin. Özellikle de bizim lisanımızı çok iyi bilirsin. Müslümanlıkta ne buldun? Gel bizim dinimize gir. İçimizde sen de adı sanı belli adam olursun.
– Ey akılsızlar, diye cevap verdi, herkesin dini kendine tatlı gelir. Hazret-i Peygamber’den üstün peygamber var mıdır ki, ona inanayım!
– O halde var bu halinde kal. Bakalım Peygamberin seni bizim elimizden nasıl kurtaracak? Şimdilik küreğini çekedur.
Oruç’un çakılı olduğu teknede bir papaz vardı. Rodoslu kaptanlara dedi ki :
– Bu Oruç dedikleri adamdan sakının. Okumuş bilmiş bir adama benzer. Müslümanlık üzerindeki bilgisi çoktur. Boş bulunmayın. Sizin cümlenizi tepetaklak etmeye kadir bir dinsizdir.
Rodos gemisi Antalya yakınlarında ıssız bir yere yanaştı. Teknenin sandalını indirip, balık avlamak üzere açıldılar. Bu sırada büyük bir fırtına koptu. Sandal gemiye yanaşamadı.
Oruç Reis bu fırsatı ganimet bildi. Göz gözü görmüyordu. Her yer karanlık ve fırtına içindeydi. Zincirlerinden boşandı. “Bismillahirrahim” deyip kendisini denize attı. Yüze yüze sahile çıktı. Selamete erişti. Yüzünü toprağa sürüp Allah’a hamdeyledi. Yola çıkıp bir Türk köyüne geldi. İki tarafına bakınırken bir kocakarıcık önüne çıkadüştü.
– Ey oğul, dedi, müşkil yoldan gelmişe benzersin. Gel, bu gece bana konuk ol.
Kocakarıcık Oruç Reis’i evine götürdü. Önüne yemek getirdi. Yedirip içirdi. Urbacığını değiştirdi.
Rodoslulara gelince... Sabah olunca Oruç’un kürek yerini boş gördüler. Kaçtığını anladılar. “Rodos’a ne yüzle gideriz?” diye telaşa başladılar. Ama Oruç’u bulamadılar. Üzüntü içinde Rodos’a döndüler. Teknenin papazı Oruç’un sihir bildiğini ve bu yüzden kaçtığını söyledi.
Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları’ndan[/box]