Tevbe, işlenen günahlardan pişman ve nâdim olarak Allah’a yönelmenin adı. Rabbimiz, açıldığı iklim kadar kendisi de nurlu tevbe kapısını, girmek isteyenler için ardına kadar açık tutuyor.
Ve O’nun engin rahmetine açılan böyle bir kapının varlığı bile Allah’a binlerce hamd ü senayı gerektiriyor.
Tevbe, Mücellâ Dinimiz’in tarif ettiği ibadetlerin en efdali, kemalât makamlarının başlangıcı, ilâhî hoşnutluğa ulaşmanın en parlak yolu.
Diğer taraftan, kul olmanın bir tabiatı olan günahlardan arınmak için farz bir ibadet. Her ibadetin kendine mahsus vakti olduğu halde, belli vakti olmayan bir ibadet. Rabbi’nin hoşnutluğunu arayan herkesin, her anda, her durumda O’nunla gönül irtibatını tazelemesi için tevbe hazır.
Server-i Cihan A.S. Efendimiz’in günde yetmiş veya yüz defa tevbe ettiğini bildirmesi, peygamberlerin dahi tevbeden uzak kalamayacaklarını izaha yetiyor. O halde genç-ihtiyar, hasta-sağlam, asi-itaatkâr bütün Ümmet-i Muhammed tevbe etmekle mükellef.
İnsan kusurlu ve aciz varlık. Zahirî ve batınî hallerinde arınmaya, temizlenmeye muhtaç. İmdada tevbe kapısı yetişiyor. Bu sayede kul her an yüzünü Hakk’a döndürebiliyor, ezeldeki ahit ve misakını tevbe ile tazeliyebiliyor. Ve tevbe eden, kusur ve isyanını görüp boynunu büken insanın; “ey Rabbim! Sen Gafur ve Rahim’sin. Beni bağışla” yakarışını Yüce Mevlâ çok seviyor.
Tevbe, Alemlerin Rabbi’ne giden ak-pak yolun kapısı. O kapıdan her girişte kalpler ferah ve itminan buluyor, günah kirlerinden arınıyor. O kapı Alemlerin Rabbi’nin hoşnutluğuna açılıyor.
Tevbe, kelime olarak insanın dönüp gelmesi, rücu etmesi. Günah ve isyandan dönüp, Hakk’a yönelmesi.
Bu dönüşte herkesin hali farklı: Kâfir küfründen, mümin gafletinden, fasık isyanından dönüyor, yolunu Allah’a çeviriyor. Nice asi kullar günahlara müptela iken, bu yolla kurbiyyet makamına ulaştılar Ümmet-i Muhammed’e örnek oldular.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayet-i celilede tevbeyi ferman buyuruyor; Fahr-i Cihan A.S. Efendimiz de daima günahlara tevbeyi emir ve tavsiye ediyor.
Tevbe hiç bekletilmeyecek kadar önemli. Mümine yaraşan ve ondan beklenen, yanılıp işlediği bir günahın ardından hemen tevbeye sarılması. Çünkü tevbe farz. Tevbe yoksa, sorumlu kalmak var. Bunun anlamı şu: Bin defa tökezleyip düşsek de, binbir kez kalkıp yola devam etme şansına sahibiz. İşte Allah’a giden yol bu kadar açık, bu kadar güzel. Ne büyük bir rahmet, ne büyük fırsat!
Tevbesiz kalmanın izahı ise şu: Kul işlediği günahla bir harama girmiş oluyor. Eğer tevbe etmezse, geri dönmediğinden dolayı ikinci bir haram onu bekliyor. Bir günahı ikiye katlamak, ya da geri dönüp o kirden yıkanmak... Hangisi tercih edilir?
Cenab-ı Mevlâmız, tevbede acele etmemiz için bakın ne buyuruyor:
“Allah katında makbul olan tevbe o kimselerin yaptığıdır ki, onlar cahillikleriyle bir kötülük işlediklerinde, acele olarak tevbe ederler. İşte Allah böyle kimselerin tevbelerini kabul buyurur.” (Nisa/17)
Günahtan pişmanlık duyup Allah’a yönelişteki bu aciliyetin en önemli sebebi, hiç şüphesiz ölümün her an gelebilme ihtimali. Düştüğü isyan ve hataların ardından Allah’a dönmemiş bir kul olarak O’nun huzuruna gitmek... Hangi mümin buna razı olabilir?
Aldığımız her nefes, kalbimizin her atışı bir fırsat. O fırsatlar bitme noktasına gelince, kapılar da kapanıyor. Rabbimiz’in ikazı çok açık:
“Yoksa kabul olunan tevbe, kötülükleri yapıp edip de, içlerinden birine ölüm gelip çatınca; ‘ben şimdi tevbe ettim’ diyenlerinki değil. Kâfir olarak ölenlerinki de değil. İşte öylesi kimseler için çok acı bir azap hazırladık.” (Nisa/18)
Görülüyor ki, ölüm anına kadar Allah’a yönelişi geciktirip, tam o anda yapılan tevbe için artık çok geç...
Yapılan hataların, günahların bağışlanmasını istemekle birlikte, onları terketmek tevbenin hakikatı. İbadet ve taatlerindeki noksanlıklara hakiki tevbe, onların kaza edilmesine gayreti gerektiriyor. Kul haklarına gelince, ancak helalleşerek tevbenin hakikati tahakkuk ediyor.
Günahlarından dolayı Rabbi’nden haya etmesi tevbekâr insanın özelliği. Yoksa, dilde, sözde kalmış, ve pişmanlık duyulmadan söylenmiş bir istiğfar cümlesi gerçek tevbe olabilir mi?
Tevbe kadar, tevbede sabit kalmak da önemli. Bunun en güzel yolu ise, Allah dostlarını şahit tutarak tevbe etmek. Ve sonra onlarla beraber olmak, Hakk’a giden kervanda birlikte yol almak... Bu, gönlü Allah’a bağlı, ilmiyle amil ulemanın, ariflerin terbiyesine girmek demek.
Rabbimiz buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Samimi ve kesin bir dönüşle Allah’a tevbe ediniz.” (Tahrim/8)
Bu ayette tavsif edilen tevbeye “nasuh tevbesi” denir ki, bir daha günaha dönmemek üzere yapılan tevbedir. Önemli olan da işte bu hali elde etmek. Tam, kâmil bir tevbeden söz edeceksek, bu tevbe-i nasuhtur.
İşte bu noktada rabbanî alimlerin yanında, onları şahit tutarak yapılan tevbenin önemi ortaya çıkar. Allah dostlarının yanına gidip, onların manevi terbiyesinde ve kemalâtlarının himayesinde, Allah’ın nihayetsiz rahmetini bile bile, o rahmetin gazabını kat kat aştığını idrak ede ede, O’nun Cemali’ne talip olarak tevbe-i nasuha ulaşılır.
Her türlü ilim ve hünerde bir üstad-talebe ilişkisi nasıl gerekiyorsa, tevbe makamında da tevbesinde sabit olmuş temiz insanlarla hemhâl olmak şarttır. Hangi ilim üstadsız, hangi sanat ustasız ele geçer? Tevbeyi hakkıyla yapıp, o hal üzere sabit kalma hünerinin üstadları da, peygamber vârisi ulema-i izam ve evliya-i kiramdır. Bu zatlarla hemhâl olanlar, tıpkı onlar gibi tevbelerinde sabit kalır, günah işlemekten haya ederler.
Yüce Rabbimiz, her günahın tevbesini kabul buyuracağını beyan ediyor. O halde yaptığı tevbenin kabul edileceğine dair müminin şüphesi olmaz. Onun şüphe ve endişesi, yaptığı tevbenin gerçek bir tevbe olup olmadığına dairdir.
Mümin, tevbe edilmeyen bir günahtan Rabbinin intikam alabileceğinin idraki içinde yaşar. Çünkü Rabbimizin gazabı günahlar içinde saklı. Allahu Tealâ her şeye galip ve intikam alıcıdır.
Kur’an-ı Kerim’de bunların misalleri bizlere bildiriliyor. Binlerce yıl ibadet ve itaat eden İblis, Hz. Adem A.S.’a secde emrine isyan ve bu isyanında ısrar ettiği, tevbe etmediği için ebedi olarak kovulmuş ve lanetlenmişti.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem A.S.’ın oğlu da işlediği cinayete pişman olup tevbe etmediği için kovulmuştu.
Hz. Musa A.S. devrinde yaşayan Bel’am-ı Bavr, çok salih bir zat olduğu halde, sonradan haramlara meyletmişti. Fakat pişman olmadığı, tevbeye sarılmadığı için o da tardedildi. Hz. Nuh A.S.’ın oğlu da isyanında ısrar ettiği, tevbe etmediği için helâk edildi.
Hz. Peygamber A.S. zamanındaki müşrikler, tarihte daha niceleri... Mukaddes Kitabımız isyan ve günahlarında ısrarcı olan, tevbeye yanaşmayan ve bu sebeple de perişan ve helak olanları bize haber veriyor. Bize ve kıyamete kadar gelecek bütün insanlara... İbret için, yüzümüzü bir an önce Hakk’a dönmemiz için...
Kur’an-ı Hakim’de haber verilen bu bedbaht insanların hemen yanıbaşında bir peygamber vardı. Hatta o peygamber içlerinden birçoklarının yakın akrabası, kiminin de babası idi. Ama onlar helâk olmaktan kurtulamadılar.
Evet, Cenab-ı Mevlâ’nın engin merhameti var. Fakat o rahmet deryasının kenarlarında dolaşıp, bir yudum içmekten imtina edenlerin nasibi ne olabilir? Hatası için özür dilemekten inat ve ısrarla kaçınanları kim affedebilir?
Oysa kapı açık. Can boğazda düğümleninceye kadar, kıyamet saatine kadar açık. Yeniden doğmak isteyenleri, yaşama şevkini yitirenleri, ebedi cennet yurdunu özleyenleri bekliyor. Ve o kapıdan girip geri dönmeyenler, bir kutlu yolculukta Alemlerin ve Kalplerin Sahibi’ne doğru, gerçek vatanlarına doğru yürüyorlar.
Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.