Aramak

Ashabı Niçin Severiz?

Üzerinde yürüdüğümüz hidayet yolunun hangi zorluklarla, nasıl ve kimler eliyle bizlere ulaştığını düşünmek durumundayız. Bu çabanın ve fedakârlığın ilk halkasında yer alan kutlu nesil Sahabe-i Kiram’ı ise apayrı bir yerde görmemiz gerekiyor. Çünkü onlar, normal ölçülerle anlaşılabilmenin ötesinde, insanlık ve İslâm tarihinin müstesna insanlarıdır.
Hepimizin çeşitli sebeplerle çok sevdiği insanlar vardır. Ya bize iyilikleri dokunmuştur ya da aramızda menfaatsiz bir dostluk vardır. Hiç tanışmadığımız halde çok sevdiğimiz kişiler de vardır elbette. İnandığımız değerlere, vatana millete faydaları ile öne çıkmış bu kişilere gönlümüzde mümtaz bir yer veririz. Hele Allah’ın dinine hizmet edenlere ayrı bir muhabbet besleriz. Kısaca, sevmek için haklı gerekçelerimiz vardır. Peki biz Allah Rasulü s.a.v.’in arkadaşlarını, yani Ashab-ı Kiram’ı neden çok severiz? Niçin Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin (onların hepsinden Allah razı olsun) ve diğer bütün sahabilerin gönlümüzde ayrı bir yeri var? Onların isimleri anıldığında neden bir yakınlık duygusu yaşarız? Hepimizin sıralayacağı o kadar çok gerekçe var ki! Hatta nedenlerimizi alt alta yazacak olsak yine de yeterli değildir, hissettiklerimizi tam olarak ifade edebilmiş görmeyiz kendimizi. Çünkü onlar bütün övgüleri hak etmektedirler. Sevilmeyi niçin hak ediyorlar? Rabbimiz hidayetimize vesile olması için bir insanı peygamber olarak gönderdi. Sonra O’nun etrafında sürekli genişleyen bir halka oluştu. Böylece o Peygamber iş bölümü yapma, etrafında kenetlenmiş olan samimi dostlarının yardımlarına başvurma imkanı buldu. Kabiliyetleri ve birikimlerine göre onlardan yardım istedi. Gün oldu hep beraber Allah yolunda can vermek için savaşa çağırdı, onlar da derhal işlerini bırakarak hazırlığa başladılar. Gelen emre boyun eğdiler. “Ailem var, çocuklarım ne olacak, arazilerimle kim ilgilenecek?” demediler. Öyle oldu ki, düğün gecesinin sabahında sefer emrine icabet ettiler ve bir daha ailelerine dönemediler. Mute savaşına giderlerken Allah Rasulü s.a.v. sancağın sırasıyla kimler tarafından alınmasını bildirdiğinde, sırayla şehid olacaklarını çok iyi anladılar ama yine de sefere çıktılar. Çünkü ölümü kavuşulacak bir sevgili gibi gördüler. Allah Rasulü s.a.v. bazen bilgisi kuvvetli olanları uzak beldelere İslâm’ı anlatmak için gönderdi. Onlar da nice tehlikelerle dolu yolları aşarak hiç tanımadıkları kentlere gittiler ve İslâm’ın son mesajını her türlü sıkıntıya katlanarak anlattılar. Bu güzide insanların hem anlatıklarından hem de anlattıklarını hayatlarında yaşamalarından dolayı İslâm, Arabistan coğrafyasında çok hızlı bir şekilde yayıldı. Bir de İslâm’a davet mektuplarını götüren elçi sahabiler var. Allah Rasulü s.a.v. krallara, valilere, kabile liderlerine İslâm’a davet mektupları gönderdi. Kelle koltukta Rasul’ün mesajını korkusuzca taşıyan bu gönül erleri, karşısına çıkacakları hükümdarın insafsız biri olması durumunda başlarının vücutlarından ayrılacağını çok iyi bilmekteydiler. Buna rağmen mektup götürmek için birbirleriyle yarıştılar. Ve gidenlerden bir kısmı asla geri dönmedi. Gittikleri yerlerde şehit edildiler. Ya Uhud savaşında şehid edildikten sonra tam bir cahiliye vahşetiyle cansız bedenine işkence yapılanlara ne demeli? Sadece inançları yüzünden bütün varlıklarını, memleketlerini, yıllarca yaşadıkları çevrelerini arkalarında bırakarak hicret etmelerini anlayabilir miyiz? Habeşistan’a ve Medine’ye hicrete koyulan bu insanların fedakârlığını izah edecek bir kelime sözlüklerde geçiyor mudur acaba? Fedakârlığın böylesi Sa’d b. Muaz r.a., Rasulullah s.a.v.’e aynen şöyle demişti: – Ey Allah’ın Rasulü, biz sana iman ettik, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadet ettik. Dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin sözler verdik. Ey Allah’ın Rasulü, nasıl bilirsen, öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe anında geri dönmeyiz. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi. (İbn Sa’d, 2/14) Müslüman olmadan önce, Hz. Peygamber’le görüşmelerde bulunmak üzere Medine’ye gelen Ebu Süfyan’a kulak verelim. Müslümanların sabah namazı için tatlı bir telaşla seferber olmalarını görünce hayret eder. Ne için böyle davrandıklarını sorar. Peygamberimizin amcası Abbas r.a. ona şu muhteşem cevabı verir: – Rasulullah eğer onlara yiyip içmeyi terk edip aç olarak ölmelerini emretse onu da yaparlar! (Abdurrezzâk, 9739) Bu ifadeler onların gönüllerinde feveran eden sevgi ve bağlılık ateşini özetlemeye yetmektedir. Sadece Bedir’de yaşananlar bu sözün tasdiki değil midir? Savaş alanına doğru yürüyen 310 kişilik müslüman ordusunda sadece iki atlı, kırk kadar deve, altı da zırh vardı. Karşı tarafta ise bine yakın asker, 200 at, 700 deve bulunuyordu. Ayrıca savaş tecrübesi olan tam tekmil silahlı kişilerden oluşmaktaydı. Sahabiler, 200 km’lik yolu ellerindeki birkaç deveye nöbetleşe binerek, Ramazan ayı olduğu için oruç tutarak, çölün sıcağını yiyerek gelmişlerdi. Bu cefayı tatlandıran tek şeyleri vardı: İmanları ve Rasul s.a.v.’e olan muhabbetleri. Onların dönemi Ashabın İslâm uğruna nelere katlandığını iyi anlamak için bir an kendimizi onların yaşadıkları döneme ve şartlara götürmemiz gerekir. Bunu yapalım ki kimlerden bahsettiğimizi daha iyi anlayalım. Her şeyden önce elektriksiz, zifiri karanlık geceler hayal edin. Gündüzleri ise içecekleri buz gibi suları, istedikleri kadar yiyecekleri asla olmazdı. Gittikleri yere arabalarına veya uçağa atlayıp gitmiyorlardı. Bir şehre vardıklarında kendilerine sahip çıkacak kimseler olmuyordu, oteller bulunmuyordu. Bir insan tek başına her zorluğu karşılamak durumundaydı. Buna rağmen üstlendikleri görevi en iyi şekilde yerine getirmeye gayret ediyorlardı. Utanmıyorlardı, çekinmiyorlardı. Aksine, kalplerindeki iman ateşi ile gözleri kutsal davadan başka bir şey görmüyordu. Tabloya baktığımızda, son dinin bize öyle kolay bir şekilde gelmediğini anlıyoruz. Bunun altında çok ama çok büyük bir çaba ve fedakârlık var. Hayatı Allah yoluna vakfetmek, canı feda etmek, aileden, vatandan uzak kalmak var. Bizlere gelince, her tür rahat ve konforun içinde Rabbimizin son kitabını açarak okuyor, sıcacık odalarımızda namazlarımızı eda ediyoruz. Mükellef sofralara kurularak oruçlarımızı açıyoruz. Elimizin altındaki ilmihallerimizi ve diğer kitaplarımızı mütalaa ederek dinî bilgilerimizi çok rahat bir şekilde tamamlıyoruz. Her türlü eksiğimizi zahmet bile sayılmayacak bir çabayla gideriyoruz. Fakat üzerinde yürüdüğümüz hidayet yolunun hangi zorluklarla, nasıl ve kimler eliyle bizlere ulaştığını düşünmek durumundayız. Bu çabanın ve fedakârlığın ilk halkasında yer alan kutlu nesil Sahabe-i Kiram’ı ise çok ayrı bir yere koymalıyız. “Ashab” veya “Allah Rasulü’nün arkadaşları” derken kimden bahsettiğimizi iyi bilmeliyiz. Kur’an okurken bu yüce kitabın bizlerin eline hiç bozulmadan onlar vasıtasıyla geldiğini, namazımızı Rasulullah s.a.v.’in öğrettiği gibi kılarken, orucu onun tarif ettiği şekilde tutarken, zekâtımızı yine onun belirlediği çerçevede öderken, farz ve nafile olarak her ne yapıyorsak bunu onlar vesilesiyle öğrendiğimizi unutamayız. İşte bu yüzden bizim Allah Rasulü’nün çevresinde kilitlenmiş olan güzide sahabilere sevgimiz fantezi ya da nostalji değil; son derece anlamlı, hakikatli, gerekçeli bir sevgidir. Ashab-ı Kiram’ı anarken Bütün bu fedakârlıklara bakarak sahabeden bahsedecek olduğumuzda ne diyeceğiz? Elbette “radıyallahu anhüm” diyeceğiz. Yani “Allah onlardan razı olsun.” Çünkü Hak Tealâ razı olduğunu beyan etmiştir, bize düşen de bu razı olma haline ufacık bir dua cümlesiyle iştirak etmektir. Rabbimiz, Rasulullah s.a.v.’e biat eden ve her halükârda O’nun yanında yer alan sahabilerini anlatırken aynen şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için üzerlerine huzur ve güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile ödüllendirmiştir.” (Fetih, 18). Yine Rabbimiz hem Muhacirler’i hem de onlara Medine’de kucak açan Ensar’ı diğer pek çok ayette övmüştür. Nadr b. Enes r.a. Bedir savaşına katılamadığı için çok üzgündür. Uhud’a kadar geçen bir seneyi “Allah bizi müşriklerle bir daha karşılaştırırsa onlar benim kim olduğumu görecek!” diyerek geçirir. Savaş müslümanların aleyhine döndüğü sırada Hz. Peygamber s.a.v.’in şehid edildiği haberi yayılır. Kılıcının kınını kırar, düşmanın üzerine atılır ve şöyle der: “Allah’a yemin olsun ki ben şu anda Uhud dağının önünde cennetin kokusunu alıyorum!” Akşam Medine’ye getirilen şehid cesetleri arasında bir tanesini kimse teşhis edemez. Zira vücudunda seksen küsur kılıç, ok ve mızrak yarasıyla tanınmaz hale gelmiştir. Bir de cesedine işkence yapmışlardır.Kız kardeşi sonunda onu tırnaklarından tanır. (Buhârî, 2595). O ve onun gibiler hakkında Allah katından müjde içeren ferman iner: “Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb 23) Davet şehitleri Amiroğullarının reisi Ebu Bera, İslâm’la ilgili bilgi almak için Medine’ye gelir. Görüşmelerinin sonunda Hz. Peygamber s.a.v.’den ricada bulunur, kabilesine dini anlatacak insanlar göndermesini ister. Ancak Hz. Peygamber s.a.v., davette bulunulan Necid bölgesini pek güvenilir bulmadığı için tereddüt eder. Ebu Bera ise endişe etmemesini söyleyerek tam garanti verir. Ardından yurduna dönerek verdiği emanı halkına haber verir ve taahhüdü bozmamalarını ister. Allah Rasulü s.a.v. bir müddet sonra yetmiş kişilik bir heyeti İslâm’ı anlatmak amacıyla söz konusu kabileye gönderir. Yola çıkan heyet Medine-Mekke yolunda Bîr-i Maûne isimli kuyunun bulunduğu yerde konaklar. Su kuyusu, daveti yapan Amiroğulları ile Süleymoğulları toprakları arasında bir yerdedir. Haram b. Milhan r.a., Rasulullah s.a.v.’in mektubunu Amiroğulları kabilesinin reisi Ebu Bera’ya vermek için görevlendirilir. Bu sırada irşad heyetini çağıran Ebu Bera’nın öldüğüne dair bir şayia yayılır. Haram b. Milhan da mektubu Ebu Bera’nın yeğeni Amir b. Tufeyl’e verip onları İslâm’a davet eder. İslâm’dan ve müslümanlardan nefret eden Amir kendisine sunulan mektubu okumadığı gibi işaret ettiği bir kişiye, o sırada tebliğ konuşması yapmakta olan Haram b. Milhan’ı sırtından mızraklattırır. Mızrak şiddetle saplanıp Haram’ın göğsünden çıkar. Haram r.a. ise,  Rabbine kavuşmak üzere olmanın verdiği coşku ve peşinde koştuğu şehitliğe erişmenin heyecanıyla bağırır: “Allahu ekber! Kâbe’nin sahibine yemin ederim ki, ben şehitlik rütbesi kazandım!” Amir, Allah Rasulü’nün elçisini katlettirdikten sonra aralarında dostluk bulunan Ril, Zekvan ve Usayye kabilelerinden yardım ister. Küçük bir ordu gibi toplanan caniler güruhu hiçbir şeyden habersiz Bîr-i Maûne’de beklemekte olan sahabilere saldırırlar. Neye uğradıklarını şaşıran sahabiler, maksatlarını ne kadar anlatmaya çalışsalar da gözleri dönmüş azgınları engelleyemezler. İkisi hariç tamamı şehit edilirler. Olayı duyan Hz. Peygamber s.a.v. son derece üzülür. Yüreği dayanılmaz acıyla dolar. Bîr-i Maûne’de şehit düşen ashabına yanıp üzüldüğü kadar hiçbir kimseye, hiçbir şeye yanıp üzüldüğü görülmez. Bu esnada bir başka yerde üç kabile birleşerek on davetçiyi yüz kişiyle tuzağa düşürdükleri, sekiz tanesini katlettikleri, iki tanesini esir alarak Mekkeliler’e sattıkları “Racî olayı”nın haberi de Hz. Peygamber s.a.v.’e aynı gece ulaşır. (İki esirden biri olan ve Mekke’de idam edilen Hubeyb b. Adiy r.a., Allah Rasulü’nün ayağına diken batmasındansa canını feda etmeyi tercih ettiğini söyleyecek ve darağacından Rasulullah’a selam yollayacaktır). Allah Rasulü s.a.v’in yüreği o gece yanar da yanar. Kendisine yönelen pek çok saldırı karşısında beddua etmeyen Rahmet Peygamberi s.a.v. öyle bir infiale kapılır ki, acı haberin geldiği gecenin sabahında, namazda ikinci rekâtın rükûsundan doğrulduktan sonra bütün bu felakete sebep olanlara beddua eder: “Allahım! Mudar kabilelerini şiddetle tepele! Allahım! Onların yıllarını Yusuf peygamberin kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir! Allahım! Lihyan oğullarını, Adal, Kare, Zib, Ril, Zekvan ve Useyye kabilelerini sana havale ediyorum.” Ashab-ı Kiram’ın fedakârlığına bunlar sadece birkaç örnek. Onlar hayatlarının tamamını Allah Rasulü s.a.v.’e sadakatla ve ahireti dünyaya tercihle geçirdiler. Onlardan sonra hiçbir nesil onlar gibi olmadı. Sonrakilere ve bizlere ise Ashab-ı Kiram’ı sevmek, onları saygıyla, hürmetle, minnetle anmak şerefi kaldı. Bu da yeter.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy