Aramak

Aşk Şarabın İçen Canlar

“Yazmadı çünki Hüdâ defter-i ömrü bâkî Câm-ı la’lin beri sun, canlanalım ey sâkî” (Mesihî) [Ey içki sunan! Hüdâ (hiçbirimizin) ömür defterine bekâ yazmadı. (Hepimizin ömrü sınırlı ve bir gün mutlaka bitecek). Madem öyle, lâl taşı (gibi kırmızı renkli) kadehi beri (getir de bize içki) sun ki canlanalım.]
Yunus Emre aşkla kendinden geçtiği bir demde, yaşadığı mestlik halini anlatmak için söze başlarken, “Bir sâkiden içtik şarap” diyordu. Hiç şüphesiz münkerattan olan bir içkiyi kastetmiyordu Yunus. Şarap da sâki de birer temsildi ve ehli biliyordu ki anlatılmak istenen, bir mürşid-i kâmil marifetiyle şairin gönlünde yakılan aşk ateşiydi. Divan şiirimizde de bir mazmun (gizli anlam) olarak işret ahvalinden, içki meclisinden, bu meclisin unsurlarından bahsedilir. Mazmunlar, bâtınına zahirdekinden daha farklı manalar yüklenmiş benzetmeliklerdir. Böyle ifadeler karşısında okuyucudan beklenen, ilk bakışta kendini ele veren mana ile irtibatlı olsa da mazmunların bâtınına nüfuz etmek, şairin asıl maksadını anlamaya çalışmaktır. Bunun için, şiirin üzerinde yeşerdiği zemine okuyucunun da şair kadar vâkıf olması şarttır. Eski şiirimizin beslendiği irfana yabancılaşmışsak eğer, zahire takılıp kalırız. Üstelik zahirdeki bu aldatıcı görüntü, şaire olduğu kadar onun şahsında ceddimize de bühtana sürükler bizi. Mesihî’nin yukarıya aldığımız beyti böyle bir tehlikeyi barındırıyor. Şairin sâkiden istediği “câm-ı lâ’l”in, yani lâl taşı gibi kırmızı renkli kadehin görünen ilk manası ‘şarap’tır. 16. asrın başlarında henüz kırklı yaşlarında iken vefat eden Mesihî’nin hayat tarzı ve meşrebi de onun böyle bir talepte bulunabileceği ihtimalini destekliyor. Şiirleriyle olduğu kadar hattatlığıyla da tanınan, Priştine doğumlu bu sıradışı şairin İstanbul’da, hayatının son demlerinde işrete daldığına dair bilgiler var kaynaklarda. Kısaca bu beyit, Divan şiirinde masiyet ikrarı sayılabilecek ifadelere pek meraklı bazı çevrelerin, marazî bir hevesle, ceddimizin zannedildiği kadar dindar olmadığını ispatlamak üzere mal bulmuş Mağribî gibi sarılacakları türden. Buna rağmen bu beyti, “Ömrümüz kısa, nasılsa öleceğiz. Bari günümüzü gün edip içelim, eğlenelim.” gibi anlamak, nâdanlara mahsus bir okumadır ve bühtandır. Zira beyitteki içki talebi “canlanmak” içindir ve üstelik bu canlılık dünya hayatının geçiciliği sebebiyle, bir beka arzusuyla istendiğine göre “ölümle sona ermeyen bir canlılık”tır. Şu halde sâkinin sunduğu kadehte insanı ebedî diri kılan bir âb-ı hayat, yani ölümsüzlük iksiri vardır. Bu iksir “aşk-ı ilahî”dir. Ârifler, kişiyi kendinden geçirip başkalaştırması, verdiği zevkle mest ve sarhoş etmesi, yahut mazhar kıldığı ilahi tecelliyat ile dehşete düşürmesi sebebiyle ilahi aşkı şaraba benzetirler. Şarap “aşk” olunca, sâki “mürşid-i kâmil”, meyhane de “tekke” olur. Kabaca böyledir ama şair bu tabloyu naklederken seçtiği kelimelerle, nazara verdiği ayrıntılarla çok ince manalara kapı aralar. Nitekim yukarıdaki beyitte sakiden istenen “kadeh”tir. Kırmızı rengi her ne kadar bu kadehin şarapla dolu olduğuna delalet etse de şarap değil, câm (kadeh) söylenmiştir. Çünkü şarap “ilahi aşk”, kadeh ise sâkinin, yani mürşid-i kâmil’in “kalb”idir. Âriflerin kalbi Allah aşkıyla yandığı, feyiz ve marifetle dolu olduğu için, “lâ’l” denilen, yakut cinsinden, kırmızı renkli, son derece kıymetli ve nadir bulunur bir mücevhere benzetilir. İlahi aşk, sohbetle Allah dostlarının gönlüne muhatap olmak suretiyle, onların talim ve terbiyesinden geçerek kazanılabilen bir duygudur. İnsanın, bu duygunun yaşandığı hale ulaşmak için kâmil mürşidin gönlünü kendisine sunmasını istemesi, ondan himmet ve feyz istemesidir. Bu istek, kişinin kendini bilmeye başlamasıyla belirir. Şair bir beka yahut ebedî hayat arzusuyla himmet ve feyz arayışına yöneldiğine göre, varlığının hakikatine vâkıf olmaya başlamış demektir. İnsanda “bekâ” sıfatı da diğer bütün ilahî sıfatlar gibi mücmelen vardır ve insanı aziz kılan da bu hususiyetidir. Kendini bilen, sıradan canlılar gibi sadece dünya hayatına razı değildir, dünyadaki ölümle yok olmaya da... Ölmeden evvel ölerek ölümü yenmenin, beka bulmanın, gerçekten diri olmanın yollarını arar. Bu yolun evveli de ahiri de aşktır. Aşk, her halükârda maşukun rızasını gözetmeyi, ona asla muhalefet etmeden ittibayı gerektirir. Âşık, yegane maşuk olan Cenab-ı Hakk’ın, ahirette dostları için vaat ettiği ebedi saadetle bekâ bulur böylece. Hakiki aşk, âşığa bu dünyada da bekâ duygusunu yaşatır. Çünkü aşk, insanın âşık olunan varlıkta kendisini yok ederek ikilikten kurtulmasının, vahdete ermesinin de imkanıdır. Vahdet şuuruna ulaşan âşıklar ölmez. Yunus’un dediği gibi “aşk şarabın içen canlar” konmaya, göçmeye uymaz. İyi güzel de, tasavvuf ehli olmayan, işret müptelası bir şairin bütün bunları kastettiği ne malum? Böyle bir suali, modern zamanların dünya ile dini, yaşanılan hayat ile tasavvufu ayıran bölmeli kafa yapısı sordurabilir. Zira İslâm’ın tasavvufî bir neşveyle hayatı bütünüyle tanzim ettiği devirlerde “canlanma” arzusunu başka türlü düşünmek abesle iştigal olur. Kaldı ki günahkârların feyz ve himmete herkesten daha fazla ihtiyacı vardır. Bütün mesele, eskilerin “âb-ı hayat” dediği bir iksirin varlığına inanıp inanmamaktadır. Âb-ı hayatı her arayan bulur mu bilinmez ama, bulanlar, günahkâr da olsa ancak arayanlardır.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy