1453’de İstanbul’un fethiyle birlikte, fethin sembolü ve “kılıç hakkı” olarak kilise iken camiye çevrilen Ayasofya Camii, 1 Şubat 1935’te müze yapılmıştı. Bir oldubitti ile ve üzerinde pek düşünülmeden verilen bu karar, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasına kadar tartışılageldi. Peki Ayasofya neden müzeye dönüştürüldü? Dönemin yönetimi böyle radikal bir kararı neden aldı? İçeride şaşkınlıkla dışarıda ise sevinçle karşılanan bu kararın arkasında kimler vardı? Meşhur Rockefeller ailesi ve vakfının Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesinde rolü olabilir mi?
Mesele eski bir mevzuyu tekrar gündeme taşımak için değil. Fakat tarihin hafızasına gömülmek istenen ve gözden kaçırılmaya çalışılan bazı gerçekler meselelere bütünlüklü bakmaya engel teşkil ediyor. Ayasofya hakkında pek dolaşıma sokulmayan hususlar da sorulmalı ve cevaplanmalıdır. Böylece ne olup bittiğini bilelim, alabileceğimiz bir ders veya ibret varsa alalım.
Ayasofya Camii’nin müzeye dönüşme sürecinde 12 Haziran 1929 akşamında Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan Pasajı’nda bir toplantı tertip edilmişti. Bu sıra dışı toplantıda ünlü ve zengin Amerikalı iş adamları ile bilim adamları yer almıştı. Bu toplantının Ayasofya Camii açısından önemi ve özelliği neydi? Bahsedilen toplantıda yer alan sekiz Amerikalı sıradan isimler değildir. İş ve bilim dünyasının önemli kişileriydiler. Bu toplantının ardından Bizans Enstitüsü’nün kurulması, katılanların sadece iş ya da bilim adamı olmadığını, bazı siyasî emeller taşıdığını ortaya koyar. İşte o gün Tokatlıyan Pasajı’nda kurulması kararlaştıran Bizans Enstitüsü, Ayasofya Camii’nin müze olmasında kilit rolü oynadı.
Bu toplantıda yer alan isimlerden C. R. Crane, Amerikalı bir iş adamıdır. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde toplanan Paris Barış Konferansı’nın ardından Osmanlı topraklarını dolaşan bu adamın bir görevi vardı. Dönemin ABD Başkanı Wilson’un kurduğu bir heyetin üyesi olarak Osmanlı topraklarında bir Amerika mandası imkânı olup olmadığını araştırmak... Bu araştırmalar sonucunda İstanbul’un artık başkent olamayacağını ve Türk halkının da Amerikan mandasını istediğini raporlamıştı.
Ancak burada bir başka önemli isim daha var. Belki de toplantının en önemli ismi: Bizans Enstitüsü’nün esas kurucusu ve fikir babası Thomas Whittemore. Kendisi bir bilim adamı ve arkeologdu.
Bu kişinin doğrudan Ayasofya ile ilgili bir irtibatı var mıydı?
Ayasofya’nın müze yapılma aşamalarının içinde olan ve bunun için yoğun bir mesai harcayan biriydi diyebiliriz onun için. Ancak öncelikle hayatına bakmakta fayda var. O zaman onun sıradan bir bilim adamı ya da arkeolog olmadığını daha iyi anlarız. Çünkü Ayasofya’daki üzeri sıvayla kapatılmış mozaiklerin ortaya çıkarılması iznini almak kolay bir şey değildi. Böyle zor bir görevi başaran bu adam kimdi diye sormak daha doğru olur.
1871’de İngiltere’de Boston’lu varlıklı bir ailede doğan Whittemore Harvard Fen ve Sanat Fakültesi’nde okudu. Adını taşıdığı büyükbabası, üniversal kilisesinin öncülerinden birisiydi. Üniversal hem felsefî hem de ilahiyat alanına giren bir kavram aslında. Özel anlam olarak “insanların sonunda tümüyle kurtulacaklarını ve yaratıcının bağışına kavuşacaklarını” ileri süren bir Hıristiyan inancıdır. Ünlü arkeoloğun dindar ve vejetaryen olmasının yanında belki de fazla bilinmeyen bir başka özelliği de eşcinsel olmasıdır. Zengin bir çevreye sahip olan Thomas Whittemore, bu çevreyi Birinci Dünya Savaşı döneminde Rusya’daki Bolşevik devrimden kaçan mülteciler için kullanmayı ihmal etmedi. İşte tam bu yıllarda Bizans sanatıyla yakından ilgilenmeye başladı. Bulgaristan ve Mısır’da yapılan arkeoloji kazılarına katıldı. Yine de tarihî kayıtlara bakıldığında kendisinden amatör bir arkeolog olarak bahsedildiğini görürüz. 1929 yılında başlayan ve küresel kriz olarak bilinen meşhur “29 buhranı” döneminde Bizans Enstitüsü’nü kurarak İstanbul’da bulunan Bizans eserlerini kurtarmayı kendisine görev edindi. İşte tam bu noktada Türkiye’nin radarına takılıyor. Çünkü bu çalışmaların devamında, yaklaşık iki yıl sonra, Ayasofya Camii’nin sıvayla kaplanmış olan mozaiklerini ortaya çıkarma işine girişiyor ve dönemin iktidarından bu zorlu işin iznini almayı başarıyor.
Bu izin kimler tarafından ne zaman verildi?
Resmî kayıtlara baktığımız zaman Bizans Enstitüsü üzerinden Thomas Whittemore, 7 Haziran 1931’de Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya Camii’nin mozaiklerini gün yüzüne çıkarma izni alıyor. Kararın altında ise dönemin Reisicumhurunun ve Başvekilinin imzaları mevcut. Bizans Enstitüsü’nün tüm arşivlerinin yer aldığı Dumbarton Oaks Kütüphanesi arşivinde izinlerin nasıl alındığına dair bilgiler mevcut. Ayasofya izninin dönemin ABD Ankara Büyükelçisi J. C. Grew aracılığıyla alındığı da yine 1950’de enstitü başkanı tarafından yazılan resmî bir yazıdan anlaşılıyor.
Bu izin Batı’da nasıl karşılanıyor?
Hatta büyük ses getirdi diyebiliriz. Amerikan basını bu habere özel ilgi gösteriyor ve birinci sayfadan konuyla alakalı bilgiler paylaşıyor. Bu da haberin ne kadar önem taşıdığını gösteriyor. İzinler alındıktan birkaç ay sonra Whittemore ve ekibi çalışmalarına başlıyor ve ilk olarak caminin koridorlarında bulunan mozaikler ortaya çıkarılıyor. O sırada caminin ibadete açık olduğunu da belirtelim. Ancak, koridor mozaiklerinin ortaya çıkarılması ile caminin ana mekânında yer alanların ortaya çıkarılması aynı şey değildi. Doğal olarak burada sıkıntılı bir süreç bekleniyordu. Fakat Whittemore katıldığı bir davette devletin en tepesinden gereken izni almayı başardı. Yine de rahatsızlıklar dile getiriliyordu. Bunlara karşılık dönemin milletvekillerinden ve Bizans Enstitüsü kurucularından olan Halil Ethem Bey devreye girerek, dinimizde resmin haram olduğu düşüncesinin sonradan uydurulduğunu söyleyen tuhaf bir açıklama yapıyor. Artık Cumhuriyet döneminde olduğumuzu belirtip sorunu bertaraf etmeye çalışıyor. Neticede bir gece Reisicumhur’un sofrasında “Ayasofya’yı müzeye dönüştürsek ne dersiniz?” sorusu bir tebligat olarak kabul ediliyor ve süreç hemen başlatılıyor.
Haber ilk anda şok etkisi oluşturmuş, kamuoyunda şaşkınlıkla karşılanmıştı. Dönemin resmî ideolojisinin yayın organı olan Cumhuriyet Gazetesi bile kararı birinci sayfadan vererek eleştirmişti. “Bu abidenin müzeye dönüştürülmesine aklımız ermiyor!” denilen haberde başka bir detay daha vardı. Sadece Ayasofya değil, Sultanahmet Camii de bu değişim politikasından hissesini alacak ve kütüphaneye çevrilecekti. Daha doğrusu o an için karar böyle alınmıştı. Dönemin akşam gazetelerinde yer alan haberlere göre Sultanahmet Camii kütüphane yapılacak, şehirdeki diğer kütüphanelerde bulunan kitaplar buraya getirilerek cami millî kütüphane yapılacaktı.
Sonuç olarak mesele Ayasofya üzerinde kaldı ve 24 Kasım 1934 tarihinde dönemin cumhurbaşkanı ve başbakanının imzalarının bulunduğu Bakanlar kurulu kararıyla Ayasofya müzeye dönüştürüldü. Müze kararının ardından Whittemore ve ekibi çalışmalarını hızlandırdı ve mozaikler ortaya çıkarıldı. Ünlü arkeolog bununla da yetinmedi ve Kariye Camii’ndeki mozaikleri de ortaya çıkaran çalışmaları yaptı. Whittemore, 1936 yılında İstanbul’u ziyaret eden İngiliz Kralı Sekizinci Edward ve yakın arkadaşı Jhon D. Rockefeller Jr’a eşlik etmiş ve Ayasofya’yı müze haliyle gezdirmişti. Bu gezide Kral Edward, Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılıp müzeye dönüştürülmesinden dolayı çok memnun olduğunu, kararı olumlu bulup takdir ettiğini söyledi. 1940’ın sonlarına geldiğinde hem İstanbul’da hem de Ankara’daki siyasî hava değişmişti ve bu nedenle Whittemore çalışmalarına devam edemedi. 1950’de öldükten sonra aslında bu kişinin CIA’in İstanbul’daki kaynaklarından birisi olduğu öğrenildi.
Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesi öncesinde Türkiye, Yunanistan ve Amerika arasında birbiriyle bağlantılı görüşmelerin olmasını nasıl okumalıyız?
Öncelikle şunu tekrar hatırlamak gerekiyor; Ayasofya için izni alan esas kişi dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Joseph Grew idi. Peki, biz bu ismi nereden hatırlıyoruz? Grew, Ankara’daki büyükelçilik görevinden önce 1923 yılında yapılan Lozan Barış Konferansı görüşmelerinde Amerikan heyetinin başındaki isimdi. Mozaiklerin ortaya çıkarılma izni alınmadan hemen önce yani 1930’ların sonuna doğru dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos Türkiye’ye resmî bir ziyaret yapmıştı. Ayasofya’nın ibadete kapatılma kararı alınmadan hemen önce Ankara-Atina arasında barış ve iş birliği anlaşmaları imzalanmıştı. Sonraki süreçte arkeolog görüntüsü altında çalışma yapan Whittemore ve dönemin Reisicumhuru ile Amerika Dışişleri Bakanlığı ve Amerika Elçiliği arasında birtakım görüşmeler yürütüldü. 1934-35 yılına kadar uzanan bu süreç sonunda cami kapatıldı ve müzeye dönüştürüldü.
Burada en başından beri Amerika’nın Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesi isteğinin gerçekleşmiş olması önemlidir. Cami kapatılınca caminin halıları da kesilerek sağa sola dağıtıldı. Camide bulunan şamdanlar da bu talandan payını aldı ve eritilmek üzere dökümhaneye yollandı. Camideki hat levhaları da mimarî güzelliği perdeledikleri gerekçesiyle çıkarılmak istendi. Fakat kapıdan daha büyük olmaları nedeniyle çıkarılamayınca depoya kaldırıldı. Daha sonra minareler bir sorun olarak görüldü. Ankara bu minarelerin yıkılmasını istedi ancak minarelerin kubbeye destek verdiği ve yıkıldığında Ayasofya’nın da yıkılacağı rapor edilince bu düşünceden vazgeçildi.
Ayasofya Camii bir arkeolog ve bir büyükelçinin gayretleri sonucunda müzeye dönüştürüldü diyebilir miyiz?
Hayır. Bu çok eksik bir tanımlama, hatalı bir tespit olur. 1936 yılında Ayasofya’yı ziyaret eden İngiliz Kralı Sekizinci Edward’ın gezi resimlerine bakarsanız, orada çok tanıdık bir isim göreceksiniz. Aslında isimden ziyade soyisim diyelim. Rockefeller! Bu işin içinde Amerika Bizans Enstitüsü ile birlikte Rockefeller ailesi ve onların sahibi olduğu vakıf da vardı.
Bugün Ayasofya Camii tekrar eski kimliğine kavuştuğunda kimlerin rahatsız olduğuna da dikkat etmek gerekiyor. Mesela ABD eski Dışişleri Bakanı Pompeo, Ayasofya’nın müze olarak kalması gerektiğini açıklarken Türkiye’ye bu konuda çağrı yapmıştı. Ancak biz Pompeo’yu Evenjalist kimliği ve İslâm düşmanlığı ile tanıyoruz. Evenjalistler için de Ayasofya kutsal bir mekândır.
Sonuç olarak Ayasofya’nın müzeye dönüşmesinde İngilizleri ve Amerikalıları görüyoruz. Yunanlılar en başından beri bu işin hep içindeydiler zaten. Ama bunların yanında bazı küresel vakıfların, derneklerin de işin içinde olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Oryantalist bir arkeolog, Rockefeller ve onların aile vakıfları, Hıristiyan güçler, içerdeki ve dışardaki masonlar diye listeyi uzatabiliriz.