Aramak

Bin Düşman Bir Hedef

Genç Osmanlılar hareketi ve irtibatlı oldukları örgütlerin ortak düşman olarak kabul ettikleri Sultan Abdülhamid Han, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü 50 yıl geciktirmiş ve küresel bir oyunun çarkına çomak sokmuştu. Theodor Herzl ve Siyonistler, Mason Locaları ve Carbonari örgütü, Ermeni komitacıları ve bütün bu karanlık yapılarla ortak çalışan İttihatçı kadro, bu oyunu bozan isme karşı iş birliği yaptılar. Perde gerisindeki aklın dağıttığı kartları kabul etmeyen ve yeni bir oyun kurmaya çalışan II. Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek için seferber oldular. O iktidarı kaybederse Siyonistler Yahudi devletine, Ermeni komitacılar bağımsız Ermenistan’a kavuşacak, İttihatçılar da güya parlamenter sistem maskesi altında devlete egemen olacaklardı. Deyim yerindeyse bir araya gelen kırk çakal bir kurda saldırıp, postundan kırk post çıkarmak istiyordu.

Sultan Abdülaziz Han’ın saray içi komployla önce tahttan indirilmesi, ardından şehit edilmesi ve Osmanlı Devleti’nin çöküşü arasında 46 yıl var. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesinde bu dönemde yaşanan olayların hızı en belirleyici unsur olmuştur, diyebilir miyiz?

Bunu diyenler de olacaktır elbette. Ancak Sultan Abdülaziz Han’ın bir suikast sonucu şehit edilmesi sonrasında darbeci zihniyetin büyük ümitlerle tahta çıkardığı Beşinci Murad Han’ın 93 gün gibi çok kısa bir süre tahtta kalması ve sonucunda aklî melekelerini yitirerek tahtı küçük kardeşi Şehzade Hamid’e bırakması, büyük kırılmalarla dolu bir dönemin başlangıcıdır. Çünkü bu değişiklik beklenmiyordu ve bütün hesapları değiştirmişti. Sultan Abdülhamid, şehzadeliği zamanında hem Jön Türklerin hem de Midhat Paşa ve etrafındaki darbeci ekibin çekindiği bir isimdi. Bu çekingenliğin sebebi de genç şehzadenin hangi konuda ne düşündüğünü, hangi konularda sevgisini ve öfkesini göstereceğini net olarak bilmemeleriydi. Çünkü genç şehzade Abdülhamid, çok konuşmak yerine çok dinleyen ve çok düşünen, olayları derinlemesine analiz eden birisiydi. Onun bu yapısı doğal olarak etrafında şüphe uyandırıyordu. Mesela Namık Kemal şehzadeden korkuyor, daha doğrusu çekiniyordu. Çünkü hem sessiz hem yüzünden reflekslerini okumak mümkün olmuyordu. Adeta bu genç şehzade onlar için kapalı bir kutu idi. Ancak Beşinci Murad Han’ın beklenmedik rahatsızlığı Jön Türkleri, Midhat Paşa’yı ve ekibini, Şehzade Abdülhamid’i tahta çıkarmak zorunda bırakmıştı. İşte devletin çöküşü için küresel olarak yapılan komploların sekteye uğradığı nokta burası oldu. Yoksa Osmanlı’nın çöküşü elli yıl önce olacak şekilde planlanmıştı. Ama kaderin bir cilvesi olarak iktidara gelen Abdülhamid bütün planları bozmuş oldu.

O dönem Osmanlı Devleti içeride ve dışarıda nasıl sorunlar yaşıyordu?

Öncelikle II. Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet ekonomisi çökmek üzereydi. Üstüne 93 Harbi’nin ağır yenilgisi ve savaş tazminatları da eklenince devlet artık iflasın eşiğine gelmişti. İlk iş olarak Osmanlı-Rus savaşına neden olan Midhat Paşa’yı görevden alan genç Sultan, meclisi de feshetti. Dolmabahçe Sarayı’na alternatif olarak Yıldız Sarayı’na taşınarak devleti oradan yönetti. Çünkü biliyordu ki Dolmabahçe kuşatılmış bir saraydı ve herhangi bir padişahın oradan devleti yönetme imkânı yoktu. Bu onun belki de meclisi kapatıp Meşrutiyet yönetimine son vermesinden sonraki en radikal kararlarından ilkiydi. Devletin bütün gücünü kendisinde yani tek merkezde topladı ve böylece iflas eden ekonomiyi düzeltecek çalışmalara hızlı bir şekilde başladı. Ancak ülkenin içinde bulunduğu durum sadece ekonomik sorunlarla sınırlı değildi. Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak isteyen Siyonistler ve bağımsız bir Ermenistan hayaliyle yanıp tutuşan Ermeni komitacılar her türlü fitne ve kargaşayı çıkarmaya çalışıyordu. Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti de feshedilen Meclis’in yeniden açılması için Sultan’a karşı isyan bayrağını açmışlardı. Doğal olarak bu üç farklı grup tek bir “ortak düşman” etrafında çok kısa bir zaman içinde birleşeceklerdi. Bu arada Mason locaları, Carbonari örgütü ve bu gruplara bağlı ulusal ve küresel medya da toptan işin içine girecekti. Her grubun istediği hayali gerçekleştirmek için tek engel olan bu “ortak düşman” ortadan kaldırılırsa, doğal olarak herkes istediğini kolaylıkla alabilecekti. İşte meselenin kilit noktası bu “ortak düşman” kavramında yatmaktadır aslında.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, çeşitli azınlık yapılanmalar ve Siyonist örgütlenme arasındaki işbirliğine karşı Abdülhamid Han nasıl önlemler alıyor?

İkinci Abdülhamid Han, Jön Türkler ve devamcıları diyebileceğimiz İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni gayet yakından tanıyor, biliyordu. Bu yapı içerisinde yer alan bazı isimler (Namık Kemal, Abdullah Cevdet, Emmanuel Carasso gibi) farklı zamanlarda Sultan’a jurnalcilik de yapmışlardı. Ancak esas mesele bu birbirinin devamı olan iki yapının “vatan-memleket millet-ümmet” naraları atarak devleti nasıl bir açmaza soktuğu idi. Abdülhamid Han bu boş naraları, anlamsız çığlıkları da gayet iyi biliyordu. Jön Türkler dediğimiz Yeni Osmanlılar grubunu oluşturan aydınlardan bazıları Namık Kemal, Ziya Paşa, Ebuzziya Tevfik, Recaizâde Mahmud Ekrem idi. Ve bu isimler ön ayak oldukları darbe nedeniyle devleti İngilizlerin ve İngiliz siyasetinin önüne atmışlardı. Sultan Abdülhamid Han da bu hareketi ve hareketin içinde yer alan isimleri yakından takip ediyordu. Saraya bağlı ajanların solukları adeta bu muhaliflerin ensesindeydi. Doğal olarak Ermeni komitacılar, Siyonistler ve Carbonari örgütü de hemen Saray’ın radarına girmişti. Aynı şekilde Mason locaları ve Selanikli dönmeler de... Çünkü hepsi iç içeydi ve belli noktalarda ortak hareket ediyorlardı. İşte bahsettiğimiz böyle bir dönemde Siyonizm hareketi de en faal zamanını yaşıyordu. Mesela 1897 yılının ortalarında İsviçre’nin Basel şehrinde yapılan bir kongre vardır ki, hem Filistin’in hem Osmanlı’nın hem de dünya siyasetinin yönünü değiştirmişti. Bu kongre Birinci Siyonist Kongresi’dir. Kongrede alınan kararlara baktığınız zaman Osmanlı Devleti’nin ve doğal olarak Sultan Abdülhamid Han’ın nasıl bir tehlike içinde olduğunu hemen görüyorsunuz. İşte Siyonizm’in babalarından sayılan Theodor Herzl, liderliğini üstlendiği bu kongrede karşımıza çıkıyor. O bu kongre ile aslında bugünkü İsrail devletinin temel taşlarını koymaya başlıyordu.

Theodor Herzl kimdir, Siyonizm için önemi nedir?

Herzl için birçok biyografi yazıldı, üzerine tahliller yapıldı. Bu uzun mesele, ancak biz konumuzla ilgili kısmına odaklanmalıyız. Herzl, Avusturyalı bir gazetecidir ve Fransa’daki meşhur “Dreyfus Davası” olayına kadar “iyi bir oyun yazarı olmak isteyen sıradan bir Yahudi”den başka bir kişilik değildir. Yüzbaşı Dreyfus’un yargılandığı mahkemeye gazeteci olarak katılıyor ve orada gördüğü, duyduğu şeyler karşısında Yahudi ulusunun Batı dünyası içinde hiçbir zaman huzurla yaşayamayacağını anlıyor. O günden sonra hayatını Siyonizm davasına adıyor. Herzl, Batı dünyasında şiddete ve zulme uğrayan dindaşları için tek geçerli ve gerçekçi çözüm yolu bulunduğunu, bunun da tüm dünya Yahudilerinin bir araya gelerek Filistin’de Siyonist bir Yahudi devleti kurmaları olduğunu söylüyor. 1896 yılında “Yahudi Devleti (Judenstaat)” isimli kitabını yazıyor. Bu kitapla birlikte Siyonizm’in hedeflerini belirliyor ve Birinci Siyonist Kongre sayesinde de Dünya Siyonist Teşkilatı’nı kuruyor.

Siyonizm’i bir ideoloji olarak Theodor Herzl mi ortaya atmış oldu?

Hayır. Siyonizm bir fikir olarak Herzl’den çok daha önceleri vardı ve bu anlamda bazı Siyonist liderlerden haberdarız. Ancak burada Herzl ismini öne çıkaran ve kendisinden öncekilerden farklı kılan nokta şuydu: Siyonizm, yani Arz-ı Mev’ud olarak kavramlaşan “vaat edilmiş topraklar” olan Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri 1896 yılına kadar sadece uzak bir hayaldi. Ta ki Herzl’in “Yahudi Devleti” isimli kitabını yazmasına, bu konuda somut adımlar atmasına kadar. İşte Herzl, Siyonistler için bu yüzden önemli ve kilit bir isimdir. Dünya Siyonist Teşkilatı’nı kurduğu, ilk kongreyi topladığı ve en önemlisi de Yahudi devleti ütopyasını, hayalden hedefe dönüştürmeyi başardığı için.

Birinci Siyonist Kongresi’nde ne oldu?

En önemlisini söyledik aslında ama önemine binaen bir kere daha altını çizmek faydalı olacaktır. Bu kongre ile dünyaya dağılmış şekilde yaşayan Yahudiler açısından gerçekleşmesi mümkün görünmeyen bir hayalden başka bir şey olmayan Yahudi devleti düşüncesi artık “gerçekçi bir hedef” haline gelmiştir. Kongreye dünyanın birçok farklı ülkesinden delegelerin katılımı temin edilmişti. Kongrede bu delegelerden bir fon oluşturulması ve bu sayede Filistin’de toprak satın alınması kararlaştırıldı. Yani bu kongre ile İsrail devletinin altyapısının oluşturulması karara bağlanmış oldu diyebiliriz. Kongreden sonra kararların sistemli bir şekilde ve tavizsiz uygulandığını da biliyoruz. Gerçi Theodor Herzl, uğruna hayatını verdiği İsrail devletinin kuruluşunu göremeden 1904 yılında 44 yaşında ölecekti. Onun hayalinin gerçeğe dönüşünü oğlu, iki kızı, hatta torunu da göremedi. Oğlu Hans ve kızı Paulina 1930’da, yine kızı Margaritha 1943’te, torunu ise İsrail’in kuruluşundan iki yıl önce, 1946 yılında öldü.

Herzl, bir Siyonist devlet istiyordu ancak bu devleti kuracağı topraklarda Osmanlı vardı. Osmanlı yıkılmadan ve Abdülhamid Han devrilmeden bunu nasıl sağlamayı planlıyordu? Abdülhamid Han bu planlara karşı ne yapıyordu?

Bu sorunun cevabını bizzat Theodor Herzl veriyor zaten. Ona göre Siyonizm’in hedefi olan devletin kurulabilmesi için ilk önce Osmanlı Devleti’nin yıkılması gerekiyordu ve Herzl de bunu beklemeleri gerektiğini biliyordu. Yani Abdülhamid Han Osmanlı tahtında olduğu sürece böyle bir devletin kurulamayacağının farkındaydı. Ancak bu noktada bir teklifi vardı: “Siyonizm’in amaçlarına ulaşabilmesi için bu devletin dağılmasını beklememiz gerekiyor. Fakat bu arada devletin çöküş sürecini hızlandıracak çalışmalar yapmalı ve bunlara ağırlık vermeliyiz.” Osmanlı’nın çöküşünün hızlanması demek Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan uzaklaştırılması demekti. O nedenle ilk hedef olarak o belirlenmişti. İçeride ve dışarıda ona muhalefet halinde olan her türlü yapı ile dirsek temasına geçtiler ve her türlü desteği sağladılar. O dönemde finans ve medya küresel boyutta yine Yahudilerin elindeydi ve bu gücü gayet etkili kullandılar. Siyonistler küresel politikaların belirlenmesinde de etkili bir role sahipti. Bütün bu güçlerin ellerinde toplanmış olması doğal olarak Sultan Abdülhamid Han’ı tedirgin ediyordu. Bu tedirginlik de devamlı teyakkuz halinde olmasına sebep oluyordu. Siyonistlerin işbirliği yaptığı ve gizlice destekledikleri İttihatçı yapıdan da haberdardı. Doğal olarak etrafı düşmanlarla kuşatılan bir lider olarak hem halkını hem de devletini korumak için çeşitli siyasî manevralar yapıyor, küresel siyasette denge politikası kullanarak devletin çöküşünü engellemeye gayret ediyordu. Ancak en başından beri söylediğimiz gibi içerde ve dışarda bu kadar çok haine ve düşmana karşı neredeyse tek başına mücadele ediyordu. Devlet en zor zamanlarındaydı ve kaht-ı rical, yani adam yokluğu elini kolunu bağlıyordu. Evet; bu kadar düşmanla mücadele ederken etrafında kendisine yardım edebilecek neredeyse tek doğru düzgün devlet adamı yoktu. Sadrazamlığa getirdiği isimler İngiliz ya da Rus yanlısı siyaset yürüterek devleti kurtarabilecekleri gibi gerçekçi olmayan hayallerin peşinde savruluyorlardı. Onun etrafındaki devlet bürokrasisini bu kadar sık değiştirmesinin sebebi buydu.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy