Gezip görmek de bir tür okuma. Hissederek, dokunarak, yaşayarak okuma. Bu tür okumadan uzak kalıp tüm dikkatini sadece kitaplara gömenlerin, çoğunlukla gerçeklerden kopuk kaldıklarını görüp durmakta değil miyiz?
Tarih, sadece kitaplardan ya da dergilerden okunabilen bir olaylar ve ibretler bütünü müdür? Bizce hayır. Tarih sadece kitaplardan okunabilen bir olgu değil, bazen gözle görülebilen, dokunarak hissedilebilen bir gerçekliktir. Ve hiç şüphe yok ki, tarihi görmenin, dokunmanın etkisi, yalın bir okumayla mukayese bile kabul etmez. Çok okuyanın mı yoksa çok gezenin mi bileceğini tartışan meşhur atasözümüz, bu manada önemli bir gerçeğin hakkını teslim eder.
Diğer taraftan, “okuma”yı emreden Kitabımız, bir o kadar da “gezmeyi” tavsiye diyor bizlere: "Gezin, dolaşın! Mücrimlerin, zalimlerin akıbeti nasılmış, ibret alın!" mealinde pek çok ayet var Kur’an-ı Kerim’de.
Aslına bakarsanız, gezip görmek de bir tür okuma. Hissederek, dokunarak, yaşayarak okuma. Bu tür okumadan uzak kalıp tüm dikkatini sadece kitaplara gömenlerin, çoğunlukla gerçeklerden kopuk kaldıklarını görüp durmakta değil miyiz?
Yukarıda andığımız ayetlerin muhatapları olarak ilâhî tavsiyeye uygun davrandığımızı söylemek zor doğrusu. Hadiseye, geçmişinde pek çok seyyah bulunan bir milletin evlatları olarak bakmak da mümkün. Toplum olarak halimiz, körelten bir duyarsızlık hali. Ne okuyoruz, ne gezip görerek ibret alıyoruz. Gezmelerimiz ise bir “okuma” şekli olmaktan çok uzakta.
Bu duyarsızlığımızın geçmişe bakan yönüyle ilgili sonuç ortada: Güdük bir millet olmak... Kendi kişiliğini, kimliğini, ideallerini unutmak. Sahip olduğu değerlerden, nice güzelliklerden hem kendini, hem de bütün insanlığı mahrum bırakmak. Bu uğursuz gidişi tersine çevirecek tek şey var: Kendi benliğmize karşı duyarsızlığı terketmek. Kendi benliğimiz; değerlerimiz, ideallerimiz ve tabii ki geçmişimiz, tarihimiz...
Gezmeyi seviyorum. Bu sebeple, fırsatını buldukça gezilere katılırım. Hele tarihî yerler, özellikle bir milletin mukadderatında önemli yeri olmuş mekânlar her zaman çekici gelmiştir bana. Tarihi hissetmek, yaşamak istiyorsanız, böyle yerler gerçekten bulunmaz nimet. Her şeyden önce insan hayatın anlamını daha net kavrayabiliyorsunuz. Gittiğiniz yer kendi tarihinizin yazıldığı bir yer ise, günlük sorunlar içinde eriyip tükenirken, büyük bir tarihin parçası, hatta nüvesi olduğunu fark ediyor, adeta yeniden diriliyorsunuz. Yani kendinize geliyorsunuz.
Bir Zamanların Başkenti: Edirne
Nisanın ikinci haftası bir grup arkadaşla Edirne ve Çanakkale'ye gittik. İstanbul’un patırtısı canıma tak etmiş olacak, daha önce bir kaç kez gittiğim halde ilk defa gidiyor gibiydim.
Öğleye doğru vardığımız Edirne'de, kapanma saatine az bir zaman kala müzeleri gezme fırsatı bulduk. Bu arada öğle namazını Selimiye'de kıldık. Selimiye’de olmak muhteşem bir duygu. Caminin mimarisine yansıyan estetik ve ihtişam, ne büyük bir medeniyetin evladı olduğunuzu iliklerinize kadar hissettiriyor. Bir de tam karşınızda yer alan dünyaya karşı dünkü tavrınızla bugün arasındaki uçurumu görüyorsunuz: Floransa'dan gelen çifte kumrulu sütun bugünkü kadınlar tuvaletinin arkasında, Vatikan'dan geleni de giriş kapısının eşiğinde!.. Mimar Sinan bu sütunları oralara koyarken temsil ettiği o ruhun bugünkü hüznü nasıl da içinizi ürpertiyor...
Edirne camilerinin beni asıl etkileyen tarafı, mimari özelliklerinden ziyade, hemen her birinin bir fetih müjdesiyle ve Rasulullah A.S.'ın işaretiyle kurulmuş olması. Böyle olunca, o camiler buram buram ihlas kokan havasıyla bambaşka bir alemlere götürüyor insanı. Nasıl da asil duruyorlar! İhtişam ve tevazu aynı eserde nasıl böyle bir araya gelebiliyor!..
Selimiye, Eski Camii, Üç Şerefeli Camii, Yıldırım ve Muradiye Camileri Edirne’deki en tanınmış eserler. Bir de II. Bayezid'in yaptırdığı camii, tabhane, darüşşifa, medrese ve imaretten oluşan külliyenin ayrı bir yeri var. Özellikle akıl hastalarının Avrupa’da yakıldığı bir dönemde musiki ve şifalı otlarla tedavi uygulanan darüşşifa, bambaşka manalar taşıyor.
İbret Taşları
Edirne’den söz ederken, asırlar boyu devam edegelen er meydanı Kırkpınar’a değinmemek olmaz. O meydanın bir zamanlar nice şehitlere mezar olduğunu bilmek de bir o kadar hazin ve anlamlı.
Kırkpınar’ın hemen yanı başında Sarayiçi var. Buranın yakınında bulunan Adalet Kasrı’nın önünde iki adet kısa dikili taş dikkat çekiyor. Biri Seng-i İbret, diğeri Seng-i Adalet. Yani ibret ve adalet taşları. Kayıtlara göre bunlar zamanında daha çokmuş. İdam edilen devlet büyüklerinin başları buralara konulurmuş. Mesela Viyana bozgunundan sonra Belgrad ormanlarında idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile Budin Kalesi'ni kahramanca savunan, fakat bazı kişilerin hışmına uğrayarak idam edilen Melek Paşa'nın başları buraya konulmuş. Diğer bazı taşlar da bir tür posta kutusuymuş. Halk dilekçelerini buralara bırakır, görevliler de padişaha ulaştırırmış.
Balkan şehitleri adına yapılmış abide de orada bulunmakta. İbretle okunsun diye savaşın acılarını ve kısa bir özetini şehitlikteki duvarlara yazmışlar. Ve bir de Edirne müdafii Şükrü Paşa'nın sadrazama çektiği bir telgrafın metni. Okurken binbir acıyla kıvrandığımı hissediyorum.
Balkan savaşları, Osmanlı’nın tarihteki en acı savaşlarından biri olmuş. Üçyüzbin insanımızı kaybetmişiz o savaşlarda. Bunlardan yirmibinini Edirne şehitlerini oluşturuyor. Şehitlikte isimleri yazılan şehitlerin yaş ortalaması 20-21 civarında. 25'in üstünde yok gibi. Gözyaşlarımızı gizleyerek fatihalar okuyoruz.
Tam ayrılacakken, karşılaştığımız manzara bir daha kahrediyor bizi. İki otobüs dolusu kızlı-erkekli genç, çalgıcılar eşliğinde oynamaya başlıyorlar. Şehitliğin tam yanıbaşında. Onlara bir şeyler söylemek istiyoruz ama başaramıyoruz. Kim ne diyebilir; özgürlük var. Ama olmayan bir şeyler var: saygı ve edep... Sahi, Afrika’daki bir kabilenin kültür ve değerlerine bile son derece saygılı insanlarımız, bu kültür ve değerler kendilerine ait olunca neden bu kadar hoyrat ve küstah davranabiliyor? Oradan acılar içinde uzaklaşıyoruz.
Türbedeki Boynuz
Edirneli refakatçilerimiz, sağ olsunlar, bize iyi bakıyorlar. Oradaki üniversiteli bazı genç arkadaşlarla birlikte piknik hazırlamışlar. Güzel bir kaynaşma ve sohbet ortamı oluştu.
Sonrasında Edirne'nin manevi sahiplerinden Gülşenîlik kolunun pîri Hasan Sezaî K.S. Hazretleri’nin kabrini ziyaret ettik. Türbenin içine onun meşhur geyik boynuzunu koymuşlar. O boynuzun ilginç bir hikayesi var:
Zalim bir adamın elinden kaçan bir kadıncağız, Hasan Sezaî Hazretleri’ne sığınır. Kadın zalimin elinden kurtulur kurtulmasına, ama Hazret'i çekemeyenler iftira ederler. “Boynuzlu” diye laf çıkarırlar. Allah da oradakileri devası bilinmez bir hastalıkla cezalandırır. Bunun üzerine Hazret kıllık değiştirir ve eline bir boynuz alarak halkın arasına karışır. Şifa arayanlara bu boynuzdan bir parça koparıp verir. Bunu suda kaynatıp içenler şifa bulur. Böylece herkes iyileşir. Pişman olurlar, gelip tevbe ederler, onun halkasına girerler.
Hasan Sezaî K.S. Efendi'nin oğluna yazdığı bir mektup da var orada. Şöyle diyor:
“Gözümün nuru evladım! Seni Cenab-Hakk'a emanet ediyorum. Kalb gözün açık olsun. Cümle kullara ve varlıklara güzel ahlâk ile muamele edesin. Bütün amellerin en güzeli, iyi ahlâklı olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur. İnsanların ayıbını açma, gizle. Kızgınlığını yenmeye çalış. Yaşlılara karşı saygılı ol. Fakire yardım et. Bu esaslara riayet edersen ömrün uzun olur. Hak Tealâ seni her yerde aziz kılar. Daima affedici ol. Sağlam inançlı, salih insanlarla dost ol. Dünya fanidir, ne sana ne de başkasına kalır. Baki kalacak tek şey, Allah'a olan sevgidir.”
'Leşimi İtler Parçalasın'
Son olarak Edirne'yi tam 155 gün müdafaa eden Şükrü Paşa'nın anıt mezarını ziyaret ediyoruz. Edirne'ye hakim bir tepede yapılmış. Anıtın duvarına yazılan vasiyeti, kahraman paşanın şanına yakışır nitelikte. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi:
“... Düşman müdafaa hattımızı geçer de sonradan ölürsem, kendimi şehit saymayacağım. O zaman leşimi atın, itler parçalasın. Ancak müdafaa hattı dağılmadan, askerlerimle beraber öldürülürsem o zaman kendimi şehit sayarım. Lifim, sabunum ve kefenim çantamdadır. Beni buraya gömünüz...”
Şükrü Paşa savaşta şehit olmaz. Teslim olduğunda, Bulgar Kralı Ferdinand kılıcını iade eder. Avrupa basınına konu olur. Ona hayran kalan büyük bir kitle vardır. Hatta Fransızlar binlerce imza dolu bir “altın kitap” hediye ederler. Paşa serbest bırakıldığında İstanbul'a döner. Altı sene sonra orada vefat eder. Abide yapıldığında naaşı da şehitliğe nakledilir. Allah gani rahmet eylesin.
Hilal Uğruna Batan Güneşler
Şükrü Paşa’nın mezarını ziyaretin ertesi sabahı erkenden Çanakkale'ye hareket ettik. Saat 10 sularında Kilitbahir'de, Bursa'dan gelen arkadaşlar ve rehberimiz Cemil Kalyoncu Bey'le buluştuk.
Çanakkale... Otobüsten iner inmez titrediğimi hissediyordum. Arkadaşlarla koşa koşa abdest almaya gittik. Aklımı başımdan alan, bütün tüylerimi diken diken yapan bir atmosfer... Çarpıyor insanı. Düşünsenize, yüzbinlerce şehit. Metrekareye bir şehit. Birazcık duygularınız varsa adeta sarsılıyorsunuz. Kahraman bir ecdadın torunu olduğuma mı sevineyim, “hilâl uğruna batan güneşler”e mi yanayım? Anlatılmaz bir halet-i ruhiye. Ağlayacağım, ama gözyaşlarım donmuş sanki.
“Haydi!” sesiyle biraz kendime geliyor, yola çıkacağımızı anlıyorum. Otobüse biniyoruz. Kafile başkanlığı bize kalıyor. Önce Seyit Onbaşı'nın anıtına geliyoruz. Hani, 275 kiloluk dev top mermisini iki metre yukarı kaldırıp topun ağzına süren, bir atışta Fransız zırhlı gemisi Buve' yi batıran Edremitli Koca Seyit... Sonra bir kaç zırhlıyı daha batırarak deniz savaşını kazanmamızda büyük rol oynayan kahraman onbaşı, hatırlar mısınız?.. Kim bilir onun gibi ne kahramanlar can verdi orada! Öğreniyoruz ki, hayatının son demlerini açlık ve sefalet içinde geçirmiş; bir gazi maaşı dahi bağlanmamış. Duyarsızız dedik ya, söylenecek başka ne var? Üzülüyoruz...
Onbeş Yaşında Bir Şehit
Yolumuza devam ediyoruz. Sırada Çanakkale Şehitleri Abidesi var. Mimari özellikler ve yapılışıyla ilgili bilgiler aldıktan sonra şehitliğe geçiyoruz. Rehberimizin dikkatimizi çekmesiyle bir şehidin mezar taşına odaklanıyoruz. Adı Ahmed. Lapseki'den gelmiş. Yaşı... yaşı 15... Onbeş yaşında şehitlik nasib olmuş. Bütün şehitlere Fatiha okurken, bu gencecik kahramanı ayrı tutuyorum. Bir tane de onun için okuyorum. O esnada yanımıza çocuklarıyla birlikte orta yaşlı bir kaç bayan yaklaşıyor. Çocuklar birbirlerine Lapsekili Ahmed’in mezarını gösterirken, bir bayan “onbeş yaşındaki çocuktan ne istemişler, zavallıcık!" diye kendince hayıflanıyor. Bir daha içimiz yanıyor. Bu kez, şehitlerimizle birlikte göç eden o ruh için yanıyoruz. Kim bilir, o onbeşindeki delikanlı babasının, amcasının peşine takılıp koşa koşa gelmişti buraya... Ve eminim, neden burada olduğunu çok iyi biliyordu. Bugün bulunduğu yerde neden var olduğunu unutanlardan milyon kez daha iyi biliyordu.
Müzede bir şehidin annesine yazdığı bir mektup var. İstanbul Hukuk Mektebi son sınıfta okuyan bir delikanlının şehit olmadan kısa bir süre önce annesine yazdığı mektup. Buraların dünyanın en güzel yeri olduğunu yazıyor. Ağaçlardan, kuşlardan, baharda bahsediyor. Annesini bir daha görme ihtimalinin ne kadar az olduğunu bilen biri için gıpta edilecek bir ruh hali. Sonradan edebiyat öğretmeni olduğunu öğrendiğim bir arkadaş gözyaşlarını daha fazla tutamıyor. Birlikte ağlıyoruz. “Ben başka bir şehidin mektubunu da okumuştum hocam” diyor. Şöyle yazıyormuş: “Anne, ben ayağımdan yaralıyım. Bir başka kurşun daha yersem, dayanacağımı sanmam. Size vasiyetim, beş vakit namazınızı kılın, borçlarımı ödeyin. Hepinize elveda...”
Yazılmamış Hikayeler
Vakit öğle olmuştu. Namaz ve yemek için Alçıtepe Köyü'ne geri dönüyoruz. Rehberimiz bize buranın en kanlı çarpışmalardan birine sahne olduğunu söylüyor. Oralarda yaşanmış, insanların pek bilmediği ilginç hikayeler anlatıyor. Bu hikayeler önemli, çünkü kitaplarda bulmak mümkün değil. Nesilden nesile aktarılarak yaşatılıyor. Bunlar derlenemez mi acaba diye düşünüyorum. Bir de bir avuç toprağı gezerken bile rehberin böylesine gerekli oluşu üzerine üzerine kafa yoruyorum. Çanakkale şehitliği rehbersiz gezilmiyor. Ya ahiret yurdu için ne dersiniz? Rehbersiz olmuyor dostlar. Kısa bir ömre sığdırılacak önemli işler var; rehbersiz olmuyor.
Alçıtepeliler hoş insanlar. Buranın zeytini ve zeytin ürünleri meşhurmuş. Halk geçimini bununla sağlıyor. Ziyarete gelenlere çok sıcak davranıyorlar. Ne de olsa bizim insanımız. 2 saatlik namaz ve yemek molasından sonra gezimize devam ediyoruz.
Önce Sargı Yeri. Burası alt taraftaki çarpışmaların cephe arkasıymış. Savaş sırasında arada bir ateşkes yapılır, herkes yaralılarını ve ölülerini toplarmış. Burada hem onların, hem de bizim yaralılarımız tedavi edilirmiş. Karşılıklı doktor ve ilaç değişimi olurmuş. Burayı fark eden düşman gemisi, kendi askerlerini de feda ederek top ateşine tutmuş ve yaklaşık kırk-ellibin kadar silahsız ve yaralı asker hayatını kaybetmiş. Hatta yaralı düşman askerini taşırken şehit düşen bir mehmetçiğin anısına heykel de dikilmiş oraya. Her taraf buram buram şehit kokuyor. Nereyi kazsanız bir şeyler çıkıyor. Ya birinin kemiği, ya bir kurşun, ya da şarapnel parçası. Gençler küçük bir çabayla iki-üç şarapnel ve kurşun parçası bulmuşlar. Hatıra olarak götürüyorlar. Sargı Yeri’nden de Fatiha’larla ayrılıyoruz.
Neredeyse unutuyordum. Sargı Yeri’nde sağlık hizmeti verenler, İstanbul Tıp Mektebi’nin son sınıf öğrencileriymiş. Hepsi orada şehit olmuşlar. Tıp Mektebi tam altı sene hiç mezun verememiş. Hatta karşı cephede bizimle savaşan Fransızlar’ın açtığı Galatasaray Sultanisi'nde (şimdiki adıyla lisesinde) okuyan gençlerin yüzde doksanı da bu savaşta şehit düşmüşler. Kendileri için büyük fedakârlıklar yapılan, ümitler bağlanan gençler, orada toprağa düşmüşler. Allah hepsine rahmet eylesin.
Kalbimizi Orada Bıraktık
Son olarak Anafartalar ve Conk bayırı'na gidiyoruz. Conkbayırı'nın asıl adı, oradaki kitabede Çanakbayırı olarak geçiyor. Yanı başımızda megafonla ekibine rehberlik yapan bir başkası da “burası bizim için Cenkbayırı'dır” diyor. Hakikaten öyle. Orası Çanakkale kara savaşlarının dönüm noktası. “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum. Süngü tak, yere yat!” diyen 19. Tümen kumandanı Mustafa Kemal'in yıldızının parladığı yer. Rehberimiz bu esnada devamlı anlatıyor. Her adımda yaşanan bir hadise var. Adım başı yatan isimsiz kahramanlar gibi.
Artık saat 5:30. Dönme vakti. Bursalı arkadaşlarla ve rehberimizle vedalaşıp yola koyuluyoruz. Geri dönüyoruz ama gönlümüz, aklımız hâlâ orada. Bu dünyada Allah'ın rızasına götürmeyen her şeyin boş olduğunu bir kez daha idrak ediyoruz. Bütün peygamberler öteki alemde. Efendimiz orada, Ashab-ı Kiram orada, nice Allah dostları orada. Binlerce şehidimiz, gözünü kırpmadan gittiler o diyara. Tıpkı Milli Şairmiz’in dediği gibi:
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.
Dostlar, hep kederli yazmışsın diye sitem etmeyin bana. Orayı görüp de başka ne anlatabilirim? Orada turist gibi gezip, bir kaç poz fotoğrafla dönemiyorsunuz ki!.. Yüzbinlerce şehidin arasından dolaşırken, hiç yaşamadığınız kadar yoğun duygular biriktiriyorsunuz. Gezdiğiniz yer, “Bedr'in arslanları gibi şanlı” bir neslin yattığı topraklar. Gündelik sıkıntılarla kendinizi ne kadar tükettiğinizi anlıyorsunuz. Geçmişiniz ve bugününüz bütün çıplaklığıyla dikiliyor karşınıza.
Akif'in Çanakkale şiirini ezbere bilmeyi hiç bu kadar istememiştim. İstanbul’a dönünce ilk o şiiri yeniden okumak oldu. Ve tabii, gördüğüm herkese oraları tavsiye etmek... Sizler de o şiiri bir kez olsun okuyun, ilk fırsatta Çanakkale’yi görün ve lütfen bütün şehitlere bir fatiha hediye edin.
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in arslanları ancak bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe!’ desem, sığmazsın...