Aramak

Bir Kafilenin Ardından

Hac kutsal  bir yolculuk. İbadet olmasının yanı sıra bir nimet olduğu da muhakak. Allah bize hiç yapmadığımız, alışık olmadığımız bir işi farz kılmamış. Aksine, sevdiğimiz ve her zaman yaptığımız yolculuk türünden bir ibadeti farz kılmış. Tabii bu çok özel bir yolculuk.
Haccın kutsal bir yolculuk ve hacca gidenlerin de Allah’ın misafiri olduğunu, her hac mevsimi bir kez daha  hatırlarım. Allah’a emanet olmak ve Allah’ın evini ziyaret etmekten büyük şeref olabilir mi? İnsan hayatının böyle bir yolculukla şereflenmesine dair söylenecek çok söz var. Düşünsenize, hem ibadet hem seyahat. Üstelik Allah’ın ‘evim’ dediği bir mekânı ziyaret... Evet, kesinlikle bu büyük bir şeref ve nimet. İşte yine bir hac kafilesi. Tanıdık bir-kaç kişi.  Ya diğerleri? Onlar yabancı mı? Ya da ne kadar yabancı? Her bir otobüsün etrafında, hacı adayları ve onları uğurlamaya gelenler kucaklaşıp helâlleşiyorlar. Kimileri dua istiyorlar Allah’ın evini ziyarete gidenlerden. Kimileri gözyaşlarını saklamaya çalışıyor. Biliyorum, bu ayrılık gözyaşı değil, olsa olsa bir sevincin ve kavuşmanın gözyaşları olabilir. O Kutlu Elçi’nin hatıralarına, onun mübarek sahabilerinin bir zamanlar üzerinde yürüdükleri topraklara kavuşma coşkusunun gözyaşları. Yolcuların, uğurlayanların heyecanı garip şekilde çekiyor beni. Bir türlü oradan uzaklaşamıyorum. Nedendir bilmem, oradaki herkesi tanıyor, onları uğurlamam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Böyle bir duygu sağanağında komşumuz Halit Ağabey’i hatırladım birden. Geçen yıl yine böyle bir kafilenin yanında onu gördüğümde burada niye bulunduğunu sormuştum. Hayretle yüzüme bakarak şöyle demişti: “Hacı adaylarını uğurlamaya gelmemek hiç olur mu? Bu bizim için bir rahmet. Keşke imkânımız olsa da hepimiz gidebilsek.” Sözleri halâ kulaklarımda. Doğrusu, eski hayatına tevbe ettiği zamandan beri her hac kafilesini uğurlamaya geldiğini duyunca şaşırmıştım. Aslında ne kadar haklıydı! Uğurlanan kişilerin tanıdık olup olmasının ne önemi vardı ki. Sonuçta ilâhi davete koşan Allah’ın misafirini uğurlamıyor muyuz? Bir cennet müjdesine, Allah’ın Son Elçisi’ne giden aşk talipleri değil mi el salladıklarımız? Evet bu bir yolculuk. Binbir günahın ezikliğine rağmen, ezelî ve ebedî sevgiliye yakın olmak için yapılan bir yolculuk. İşte, af umudumuzun, hasretimizin ve sevgimizin bir kere de O’nun misafirleri tarafından takdim edilmesini istiyoruz dua taleplerimizle. Gözlerimizin, gönüllerimizin aydınlığı Efendimiz’a selamlar gönderiyoruz. Ya o selamları sahibine ulaştırma bahtına erenler! Bir kez daha onlarla birlikte olmayı ne çok istedim.

* * *

Biliyorum, o yolculuk yakınlarından bir süre de olsa ayrılmanın ve belki bir daha karşılaşamama  ihtimalinin burukluğu ile başlar. Ama çok kısa sürer bu. Hemen ardından, Allah’ın Evi’ne misafirliğe gitmenin ürperti ve heyecanı bütün benliğinizi sarar. Söylediğim gibi, basit bir yolculuk değil bu. Hedefi öyle büyük ki! Bunu düşününce, Kâbe’ye, Arafat’a, Safa ve Merve tepelerine, Medine’de yatan Allah’ın Rasulü’ne ve O’nun hatıralarına yolculuğun, adeta önce kendi içinizde başladığını hissedersiniz. Allah’ın bu büyük davetine önce kalbinizin derinliklerinde koşmaya başlarsınız.

* * *

Böylesine ulvî bir yolculukta niyet konusundan söz etmek gerekir mi bilmiyorum. Yani hacı desinler diye ya da sırf gezme ucuzluğuna bu en büyük davet feda edilebilir mi? Aslında hangi ibadet, hangi iş feda edilebilir ki? Yüce Rabbimiz’in şekillere-suretlere değil, kalplerimizdeki niyetlere baktığını elbette hepimiz biliyoruz. Çer-çöple dolu bir kalbi Alemlerin Sahibi’ne nasıl sunabiliriz? Tabii ki hac vazifesini yapanlar, sadece Rabbül Alemin istediği için gidiyorlar. Biliyorlar ki, O’nun evini ziyaret, O’nu ziyaret etmek gibidir. Böyle derin bir tefekkürle hac yapanların nasıl ulvi duygularla donanarak döndüğünü annemden biliyorum. Pek bilgi sahibi değildi ama nereye gittiğinin farkındaydı. O heyecanı halâ gözümün önünde.

* * *

İnsanın hiç bir yolculuğu, hayatının genel akışından kopuk bir macera değildir. Yani genel haliniz nasılsa, yolculuğunuza yansıyacak olan da odur. Hac yolculuğu için konuşursak, şöyle bir benzetme yapılabilir sanırım: Hac seyahati bir dağın zirvesidir bu zirveye ulaşmak için aşılacak küçük tepeler, kat edilecek başka etaplar vardır. O büyük zirveye ulaşmak için yapacağımız küçük yolculukları kendi diyarımızda,  kendi içimizde yaparız. Bizi zirveye hazırlayacak o küçük yolculuklar neler olabilir? Eş-dost ziyaretleri, ilim-irfan ve maneviyat devşirmek için alim ve arifleri ziyaret,  ibret almak için kabir ziyaretleri... Örnekleri çoğaltmak mümkün.  Bu anlamda, namaz kılmak için Kâbe’nin birer şubesi olan camilere gitmek de bu seyahatlerin en önemlilerinden biri. Bu, görünürde küçük, ama manası çok büyük ziyaretler konusunda bir hadis-i şerifi adeta müjde gibi hatırlıyorum. Peygamber A.S. Efendimiz anlatıyor: Adamın biri kendi köyünden başka bir köyde oturan birini ziyaret için yola düşmüş. Allah da bu kuluna insan şeklinde bir melek göndermiş. Adam, yol kenarında meleğin beklediği yere geldiğinde melek ona, - Nereye gidiyorsun? diye sormuş. Adam: - Şu ilerideki köyde oturan bir kardeşimi ziyarete gidiyorum, diye karşılık vermiş. Melek: - Ondan alacağın bir şey mi var? diye sorunca Adam: - Hayır, onu sırf Allah için sevdiğimden ziyaret ediyorum, diye karşılık vermiş. Bunun üzerine melek: - Ben, sana şu bilgiyi ulaştırmak için Allah’ın gönderdiği bir elçiyim: Sen o kardeşini sırf Allah için sevdiğin gibi, Allah da seni seviyor.

* * *

Evet... Hac kafilesinden ayrılırken yoğun duygular içindeydim ama huzurluydum. Otobüslerin peşinden Allah’a ve Rasulü’ne emanetler göndermiş olmanın derunî hazzıyla el salladım.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy