Bilgi, ruha ışık veren, yol gösteren bir rehber. Büyükler, “bilgisiz düşünce zararlı, düşüncesiz bilgi ise faydasızdır.” demişler. Bilgiyi elde etmenin ise iki yolu var. Bilenleri can kulağıyla dinlemek ve bir de okumak. Asırların düşünce birikimini, bilgilerini aktaran yazıları, kitapları okumak. Hem eski, hem de yeni yazılmış olanlarıyla... Bal arısı titizliğiyle her çiçekten öz toplar gibi okuyup, doğru düşünceye zemin olacak sağlam malzeme toplamak.
Bu konuda öylesine tutkulu hareket edenler olmuş ki, ellerine geçen her kitabı, hazine bulmuş gibi sarılıp, muhafaza etmişler. Kitap aşığı diyebileceğimiz bu insanların gayretleriyle günümüzün kütüphaneleri oluşmuş. Bugün de kimbilir nerelerde, hangi sandığın içinde, tavan arasında, günışığına çıkmayı bekleyen hazineler saklı.
Bu yazımızda, bilgi tutkusuna ve kitap sevgisine örnek olarak, herkesin en azından ismen tanıdığı bir eser olan “Divan-ı Lügati’t-Türk” kitabının kütüphanelerimize kazandırılma öyküsünü anlatacağız.
Büyük dil bilginlerinden Kaşgarlı Mahmut tarafından 1074 yıllarında, Bağdat’ta kaleme alınan Divan-ı Lügati’t-Türk, Araplara Türkçeyi öğretmek için hazırlanmış çok değerli bir eserdir. Arapça el yazısıyla 638 sayfa tutan ve sekiz bin civarında Türkçe kelimeyi Arapça olarak açıklayan bu eserin, bugün dünyada bilinen tek yazma nüshası var. Bu nüsha, 1266 yılında Muhammed İbn-i Ebî Bekir tarafından Şam’da, Kaşgarlı’nın asıl nüshasından kopya edilip, zamanımıza kadar geldi. Söz konusu nüsha, 1910 yıllarında meşhur kitapsever Ali Emirî tarafından bulunarak, korumaya alındı.
Şu anda Divân-ı Lügati’t-Türk’ün yedi asırlık tek yazma nüshası, İstanbul Fatih’teki Millet Kütüphanesinde muhafaza edilmekte. Bu değerli tarihi ve edebi eserle birlikte, 43 bin kitabı barındıran Millet Kütüphanesi ise, kitap sevgisiyle tanınmış Ali Emirî Efendi’nin hayatı boyunca toplayıp biriktirdiği kitaplarını bağışlamasıyla kuruldu. 1924 yılında vefat eden Ali Emirî Efendi’nin kitaplarının sayısı, 16 bini aşıyor.
Divan-ı Lügati’t-Türk’ün Ali Emirî Efendi’nin eline geçmesinin hikayesi de çok ilginç.
1910’lu yıllarda emekli bir memur olan ve İstanbul’da bulunan Ali Emirî Efendi, adeti gereği haftada birkaç kere kıymetli kitapların pazarlandığı Bayezid Sahaflar çarşısına uğramakta. Birgün bir kitapçı dükkanında, 30 liraya satışa sunulan yazma bir eserle karşılaşır. Eseri eline alınca ona bayılır. Kendi ifadesiyle: “Otuz lira değil, otuzbin lira değeri var.” Hemen belirtelim, otuz lira o zaman için yüksek bir memur maaşı sayılır. Bu eser ise, dünyada eşi görülmemiş bir Türkçe sözlük ve gramer kitabı “Divan-ı Lügati’t-Türk”tür. Ancak o günlerde, bu eserin adını bilen ilim ehli de pek az. Katib Çelebi “Keşfu’z-Zünun”da bu kitaptan bahsetmekle beraber, asırlarca kitaptan bir haber alınamamış ve ele geçirmek mümkün olmamıştır.
İşte şimdi, Ali Emirî böyle bir hazineye kavuşmanın heyecanı içinde, fakat kitapçının işi fark edip fiyat artırmaya kalkışmaması için isteksiz görünmekte ve nazlı davranmaktadır.
“- Dağınık bir eser. Acaba tamam mı değil mi? Hem de müellifi Kaşgarlı bir adam imiş. Kimdir, nedir, belli değil. Sarı çizmeli Mehmet ağa...” der ve buna ancak 15 lira verebileceğini söyler. Kitapçı:
“- Hayır. Zaten kitap benim değil. Sahibi yaşlıca bir hanım. Mutlaka otuz lira istiyor. Alacaksan, bir kadına iyilik etmiş olursun. Yoksa sahibine iade ederim.” der.
Bunun üzerine Ali Emiri:
“- Şimdi işin şekli değişti. Bir kadına yardım etmek vazifemiz sayılır. Peki, kabul ettim.” diyerek kitabı alır.
Fakat yanında ancak 15 lira olduğundan, kitabı orada bırakıp para için eve gitmekten de çekinir. “Ya başka biri kitabı satın alıverirse?” diye düşünür. Çaresizlik içinde sessizce Allah’a şöyle yalvarmaya başlar: “Allah’ım! Bir dost gönder de bana yardım etsin. Beni bu kitaptan ayırma!”
Bir kaç dakika sonra, dostlarından edebiyat öğretmeni ve Külliyat-ı Letâif adlı eserin yazarı Faik Reşad Bey’in oradan geçtiğini görür. Hemen yanaşarak usulca “Varsa, aman bana 20 lira ver” der. O da parayı verir. Ali Emirî kitapçıya 30 lira kitap ücreti, üç lira da bahşiş vererek kitabı alır ve “elhamdülillah” diyerek sevinçle evinin yolunu tutar...
Bir ara Macarlar tarafından bu kitaba 10 bin altın lira teklif edildiği halde, Ali Emirî asla kitabı satmayı düşünmemiş, “ben kitaplarımı milletim için topladım” diyerek, cazip teklifleri geri çevirmiştir.
Ali Emirî Efendi, bulduğu bu kıymetli eserden tanıdıklarına ballandıra ballandıra bahseder, fakat onu kimseye göstermek istemez. Nihayet bir hafta sonra, en güvendiği ve sevdiği dostlarından Kilisli Muallim Rıfat’ı evine çağırır ve kitabı ona gösterir. Bir ah çektikten sonra, şöyle içini döker:
“- Rıfat, bu kitap ne kadar kıymetli!.. Fakat kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yaprakları karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfa başlarında numara yok. Kitap tamam mı değil mi? Tanzim edilmesi mümkün mü? Bu noktalar beni mahzun ediyor... Eğer tamam ise ne saadet! Değilse vay benim başıma! Rıfat, senden rica ediyorum. Her gün gel, bir-iki saat bu kitapla meşgul ol. Şu kitap tamam mı değil mi? Bunu meydana çıkar.”
Muallim Rıfat Efendi, iki ay süreyle kitabı inceleyerek, dağınık sayfaları yerlerine yerleştirir ve hepsine sayfa numarası verir. Kitabın noksansız olduğunu Ali Emirî’ye müjdeler. Sevinçten ağlayan Emirî, iki ayrı bölümü olan evinin bir bölümünü Rıfat Efendi’ye bağışlamak ister. Rıfat Efendi teşekkür ederek:
“- Hanenizde daim olunuz. Ben yalnız bunun neşrine (yayınlanmasına) müsaadenizi istirham ederim.” der. Emirî Efendi cevaben:
“- İnşaallah o da olur. Fakat biraz sabır.” karşılığını verir.
Nihayet bir zaman sonra, Talat Paşa’nın da ricasıyla karşılaşan Emirî Efendi, ancak Muallim Rıfat Efendi’nin elinde ve gözetiminde olması şartıyla kitabın yayınlanmasına izin verir. Böylece Divan-ı Lugati’t-Türk, Arapça üç cilt halinde 1915-17 yıllarında İstanbul’da yayınlanır.
Daha sonra, Besim Atalay tarafından 1940-41 yıllarında Türkçeye çevrilerek, üç cilt halinde basıldı. Millet Kütüphanesindeki yazma nüshasının basımı ise, önce Türk Dil Kurumu tarafından 1941’de yapılmış; son olarak da Kültür Bakanlığı tarafından, 1990’da renkli olarak aslına uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş ve üçbin adet basılmıştır. Böylece bu kıymetli eser bir tane iken, aynı özelliğiyle binlerce sayıya ulaşmış bulunu yor.