Alemde her şey insana o kadar yakın, o kadar çok benziyor ki... Kaderimiz, maceramız ve vazifemiz... Diğer varlıklarla aramızda çok ilginç, hatta büyüleyici benzerlikler var. Tabiatta her şey şuurlu gibi gelir insana. Adeta bizim gibi duyan, düşünen, hisseden, kalbi ve sevdaları olan bir alem karşısındayızdır.
Güller huşu içinde kulaklarını toprağa vermiş, adeta toprağın tespihini dinlemektedirler. Bülbülün her sabah güllere bir dert yanışı, bir iç döküşü vardır. Dervişlerin ilâhilerinde, aşıkların mısralarında gül ve bülbül hep böyle insanî özellikler taşıyagelmişler.
İnsan bazen tabiatı ve ondaki hadiseleri işte böyle alışılmışın dışında görme, yorumlama isteğini bulur içinde. Çünkü Allah’ın varlığına bir delil olan şu eşsiz manzume, şu kainat kitabı, insana hep aynı mesajları vermek için yaratılmamıştır. Ona her farklı bakışta zihin ve gönül dünyanızda başka intibalar uyanır. Eşya aynı eşyadır; fakat her farklı bakan ve farklı inanan kimse için farklı mesajlar verir.
Şair için ıtır, gülün fısıltısıdır. Goncalar, ışığa bir gülücük, bir tebessümdür. Sabah, tabiatın nefes alış verişidir. Muhteşem dağların arkasından gün doğmadan önce, yücelere bir mavi nefes üflenir. Tepemizde masmavi, sonsuz mu sonsuz, derin mi derin, berrak mı berrak bir gökyüzü buluruz.
Sonra akşam olur... Gözlerimizin önünde hüzünlü bir dünya belirir. Güneş, bu vakitte sanki mavilikleri içivermeye başlar. Fezayı kaplayan mavi renk yavaş yavaş sıyrılıp kaybolmaya başlar. Mavi renk yerini bu defa esmer bir sonsuzluğa bırakır.
İşte bu, sabahın teneffüs edişidir. Bu haliyle tabiat size canlı olduğunu, yaşadığını, nefes alıp verdiğini söylemektedir.
Sonra üstümüzde esmer bir derinlik buluruz. Yıldızlar tefekkür ehli ile konuşmaya, ay ruhlara bir şeyler fısıldamaya başlar. Gecenin gergefini yıldızlar nakışlar.
İşte bu esrarengiz alem, “ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikredip, yerin ve göğün yaratılışını tefekkür eden akıl sahiplerine” Allah’ı ve onun eşsiz sanatını anlatır. Bu anlatış karşısında bir başka can ve heyecan bulan tefekkür ehli, yine Rablerinin lisanıyla “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın” derler.
Rabbimiz’in gece ayeti gider, gündüz ayeti gelir. Ufuklarda mavi gökle mavi deniz buluşur. Maviliklerin sinesinden sonsuza bir çağrı nidası duyarız. Ama sessiz bir nida. Mavi, derinliktir. Mavi, sonsuza çağrı demektir çünkü.
Denizler coşar. Denizin sinesinden, uzaklardan çok uzaklardan dalgalar yükselir, coşup sahile koşarlar. Sanki sahile sevdalıdırlar. Canlarını sahile atar, kumsalı okşar, toprağı hasretle öperler. Suyun toprağa hasretini anlatırlar adeta. Bu intibalar karşısında büyülenirsiniz.
Yine karşınızda bir can, sizin gibi seven, kalbi, hasretleri, tutkuları, maksadı olan bir can bulursunuz. Yaşayan bir alem ortasında hissedersiniz kendinizi. Denizlerden kabaran sular bulut bulut gökyüzüne ağar, karaları dolaşır, insana, hayvana, ağaçlara, çimenlere hayat dağıtır. Sonra yine deryaya dönerler. Suyun devri daimi, insana toprağın da bir devri daimi olduğunu hatırlatır. Topraktan gelip toprağa giden insanın macerasını...
Kur’an’daki “Yıldızlar, otlar ve ağaçlar Allah’a secde ederler.” (Rahman, 6) mealindeki ayet, artık alemlerin şuursuz, hissiz, ruhsuz ve cansız birer varlık olduğu düşüncesine hak ve imkan vermez. Dağlar’ın Davut a.s. ile Allah’ı tesbih ve tenzih edişleri, tabiata daha farklı açıdan bakmayı gerektirmez mi? Ki Yunus’un:
Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni
mısralarında, Davut a.s.’ın dağlar ile, kuşlar ile kurduğu zikir halkasına katılma, canlı ve cansız bütün varlık ile yüce bir maksatta bir olma arzusunu okursunuz.
Ve Yüce Rabbimiz’in, “Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların bu tesbihini anlamazsınız...” (İsra, 44) ayetini okuduktan sonra, artık evreni kör, sağır, hissiz, yaratıcısından habersiz, şuursuz ve dilsiz olarak algılamanız mümkün olamaz.
Şairlerin teşhislerinde, hüsn-ü talillerinde konuşan, ağlayan, seven bir sevgilinin ayak izini bulmak için avare gezen sular... İnsanın derdini dinleyen dinledikçe kederle dolup, sonra çatlayan sabır taşları...
Daha da ötesi, Yüce Rabbimiz’in kelâmında bahsettiği, bağrından kaynaklar fışkıran, nehirler akan, Allah korkusundan yukarılardan aşağıya inen taşlar... İnsanın zalimlik ve cahillik ederek üstlendiği emanet karşısında titreyen, onu üstlenmekten korkan dipsiz sema, dağlar ve yeryüzü... bu tefekkür atmosferi içinde insana artık şuurlu birer varlık, canlı bir alem gibi gelmekte.
Ne yazık ki, bu canlı alem ortasında ölü olan bir tek varlık var. Her şey canlı ve şuurlu, ölü olan yalnız o: gafil insan! Allah’tan, kendinden, yaradılış maksadından habersiz insan... Onun hali ne dehşet verici bir hal!..
Taşla, toprakla, hayvanla ünsiyet edersiniz de onunla asla!.. “Yerde ve gökte olan her şey onu tesbih eder” ayetini bildikten sonra, onu kökten kopmuş, kuru bir kütüğe, bir oduna bile benzetmekte güçlük çekersiniz.
Evrende her varlığın bir tesbihi, bir zikri, Allah’a bir yalvarışı var da, onun yok. Kısaca, gafil insanı hiçbir şeye benzetemezsiniz. O “nev-i şahsına münhasır”dır, yalnız kendisine benzer. Rabbimiz onu, “Andolsun, cehennem için birçok cin ve insane yarattık. Kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar. Gözleri var, fakat onlarla görmezler. Kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvan gibidirler. Hatta daha da aşağı...” (Araf, 179) ayetiyle en güzel bir biçimde tanımlamıştır.
Şu Allah’ı tesbih eden alem ortasında duyan, düşünen, hisseden, seven, Rabbi’ni tanıyan bir varlık olmak ne güzel! Allah’ın varlığına bir alem, bir işaret olan şu varlığın gizli lisanını duyabilmek ne büyük bir saadet! Bu gizli lisanın ruhani bir ırmak gibi ruha çağlarcasına akması ne büyük zevk!..
Ne olaydı, gafletin o meşum yorganı altında kalpler ölmeseydi... Kulaklar sağır olmasaydı, ruhlar çürümeseydi. Güllerin, bülbüllerin, suların, çağlayanların, rüzgarın ilâhilerini dinleyebilseydik...
Ne olaydı varlığın tesbihini duyabilseydik! Hayatı dolu dolu yaşasaydık. Hayatı dışımızda hissettiğimiz kadar içimizde de hissedebilseydik...
Zikirde ve tesbihte, O’nu anlatış ve anlayışta evrenle bütünleşebilseydik keşke. “Gül ve sümbül hırkamız, sular kuşlar halkamız” olsaydı... Zikir ve tefekkür halkamız...