“Can cümleden azizdir” sözü tasavvuf terbiyesinin kazandırdığı bir halin tezahürü. O hali kazandıran talimden geçmeyince, âdemiyetimize dair kabulleri yeniden hatırlamayınca, doğru anlaşılamıyor.
İrfan, beşerin yahut nisyanı/unutuşu galip insanın değil; ünsiyeti galip olan, âdemiyetinin farkına varabilen insanın harcıdır. “Dinleyen söyleyenden ârif gerek” fehvasınca, beşer kalanların, fıtratından uzaklaşanların, ehl-i irfanın hikmetli sözlerini doğru anlaması mümkün olmuyor bu yüzden.
Nitekim geçtiğimiz ramazan ayında Afrika’ya yardım çağrılarını mübalağalı bulan modern yazarlarımızdan biri, “Can cümleden azizdir” sözüyle haklılığını ispata çalışırken cehlini ifşa eylediğinin farkında bile değildi. Diğergâmlığın, bir başka deyişle başkalarını kendi nefsimize tercih etmenin ifadesi olan bu sözün, hodgâmlığı, yani herkesten önce kendimizi düşünmeyi meşrulaştırmak için kullanılması, beşer kimliğiyle yetinenlere mahsus irfan mahrumiyetinin tipik tezahürlerinden biriydi aslında.
Böylelerinin, “Can cümleden azizdir” sözünü, “kişinin kendi canı veya nefsi, diğer herkesinkinden ve her şeyden daha kıymetli, daha öncelikli” şeklinde anlaması mazur görülebilir. Fakat aynı yanlış anlamaya arada bir atalarımızın manevi değerler uğruna seve seve canlarını verdiklerinden, topraklarımızın şehit kanlarıyla sulandığından dem vuran müslümanların iştirak etmesi epey tuhaf kaçıyor. Halbuki en azından ceddimizin serdengeçti tavrının, kuru bir hamaset malzemesi yapılmıyorsa eğer, bencillik telkini gibi görünen bir sözün onlardan sadır olamayacağını düşündürmesi gerekir. Gerçi böyle düşünmek de kastedilen mananın layıkıyla anlaşılmasına yetmeyebilir. Zira “Can cümleden azizdir” sözü tasavvuf terbiyesinin kazandırdığı bir halin tezahürü. O hali kazandıran talimden geçmeyince, âdemiyetimize dair kabulleri yeniden hatırlamayınca, doğru anlaşılamıyor.
Önce ‘îsar’ı hatırlayalım
Hz. Peygamber s.a.v., hicretin 3. senesinde müslümanlarla daha önce yaptıkları anlaşmaya bağlı kalmadıkları için Medine dışına sürülen yahudi Nadiroğulları kabilesinin mallarını Muhacirlerin tamamıyla, Ensar’dan zaruret içindeki üç kişiye taksim etmişti. Ensar’ın geri kalanlarına, bu ganimetten pay alabilmeleri için Muhacirleri evlerine ve mallarına ortak etme şartı koşmuştu. Ensar, pek çoğu kıt kanaat geçindiği halde, “Hem mallarımızdan ve evlerimizden Muhacirlere hisse verir hem de ganimet istemeyiz.” dediler. Bir rivayete göre Haşr suresinin 9. ayetinde geçen “Onlar ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını kendilerine tercih ederler.” mealindeki övgü, Ensar’ın bu fedakâr tutumu üzerine nazil oldu. Ayette, “(başkalarını kendimize) tercih etmek, üstün tutmak” manasını karşılayan fiilden hareketle de bu yüksek ahlâkî davranışa “îsâr” denildi.
Îsâr, “kişinin nefsinden fedakârlık yaparak, hakkından vazgeçerek, kendisinin de ihtiyacı olduğu halde hiçbir karşılık beklemeksizin bir hak, imkân veya imtiyazını mümin kardeşine devredebilme diğergâmlığı”dır.
“Önce ben” yerine “önce o” dedirten ve hakiki dostluğun eseri olan bu soylu tavır, sadece Ensar’a mahsus yahut ayetin zikrettiğimiz nüzul sebebi davranıştan ibaret değildir. Muhtelif tefsirlerde Haşr suresinin 9. ayetindeki bu Rabbanî iltifatın hem bütün müminleri teşvik sadedinde geldiğinden hem de nüzulüne dair başka îsâr örneklerinden bahsedilir. Yani Ensar-Muhacir mümin kardeşliğine numune-i imtisal olan Sahabe-i Güzîn’in tamamının çok bariz vasıflarından biridir îsâr.
Sonraki dönemlerde de Sahabe çizgisinde yürüyen kâmil müminler, mesela Yermük savaşında son nefesini vermekte olan yaralı mücahitlerin kan kaybından içleri yanarken kendilerine verilen suyu, su diye inleyen diğer kardeşlerine göndermeleri gibi, îsâr ahlâkından nice ibretlik örnekler sergilemişlerdir bize.
Can dervişler
Kur’an-ı Kerim’le gelen ve iman kardeşliğinin yeşerttiği ahlâkî güzelliklerin şahikalarından olan îsâr kavramının “Can cümleden azizdir” sözüyle irtibatını kurabilmek için, “can”ın yine unutulan bir manasını hatırlayalım şimdi de.
“Can cümleden azizdir” sözü bir Mevlevî tabiridir ve buradaki “can” ile dervişler kastedilir. Dervişler veya sofiler “ihvan”dır, yani birbirlerinin kardeşleridirler. Kardeşler birbirlerini candan yahut canı gibi sevdikleri için birbirlerine “can” diye de hitap ederler. Öte yandan can, insanın bedenine üflenen ilahî nefhadır ve dervişler birbirlerinin suretini değil, hakikatini gördüklerini, kesrete sevk eden suret yerine vahdet idrakini sağlayan nefha-i ilahîyi esas alarak tefrikaya düşmediklerini, yine can hitabıyla ifade etmiş olurlar. Nihayet dervişlerin can diye anılması, onlardaki tecerrüt gayretine, bedenden sıyrılıp ruhları ile asıllarına varma iştiyakına bir göndermedir.
Şu halde, “Can cümleden azizdir” sözü, “Sofinin, beraber yürüdüğü diğer sofileri kendinden ve yolda olmayan başkalarından daha çok sevmesi, daha aziz bilmesi, daha üstün tutması” manasına bir tembihtir. Bu, diğer müminler için îsârda bulunmayalım şeklinde anlaşılmamalıdır. Fakat neticede îsâr bir mükellefiyet değil; bir fazilet, gönüllü bir fedakârlıktır. Tasavvufta bu fedakârlığın hususen yol arkadaşları için yapılması istenir ki sofi hem nefsine galebe çalmayı öğrensin, hem de hakiki dostluk yahut kardeşliğin hakkını böylece vermiş olsun. Nitekim sofilerin çoğu zaman birbirlerine “kurban” diye hitap etmeleri, sıradan bir diğerkâmlıktan öte, îsârın zirvesine, can ile îsâra, yani yoldaşı için canını dahi vermeye hazır olduklarına dair bir ikrardır.
Yoldaşlık hukuku
Katıksız bir dostluk ve muhabbetin iktizası olan îsâr, tasavvuf lisanında “halis dost” ve “muhabbet” manalarına da kullanılır. Dostluk ve muhabbetteki samimiyet ise en ziyade yolculukta belli olur. Eskiler, “Birisinin hakiki dost olup olmadığını anlamak istiyorsan onunla yolculuk et” derlerdi. Yolculuğun Arapçadaki karşılığı “sefer”dir ve sefer aslında “bir şeyi açığa çıkarmak, görünür hale getirmek” demektir. Arifler, yolculuğa sefer denmesini, insanın gerçek kimliğini ortaya çıkarmasına bağlarlar.
Sofiler, belli bir yol üzerinde manevî sefer halinde olan kimselerdir. Madem seferdedirler, birlikte yürüdükleri yol arkadaşlarını hem kendi nefislerinden, hem de o yolun ehli olmayan başkalarından daha aziz bilmek durumundadırlar. Aksi halde “ihvan”dan sayılmaz, yol alamazlar.
Îsâr yahut yoldaşını kendi nefsinden üstün tutmak, bir yanıyla sohbetin de icabıdır. Sohbet, aynı kökten türeyen “sahip, sahabi” kelimelerinden de anlaşılacağı üzere sadece mükâlemeden, karşılıklı konuşmaktan ibaret değildir. Dostluk, arkadaşlık, ülfet ve ünsiyet demektir. Sohbeti esas alan tasavvuf mekteplerinde sofilerin birbirlerini candan sevmesi, birbirlerine sahip ve arka çıkıp îsârda bulunması istenir. Kaldı ki seferde olan misafir hükmündedir; misafire izzet ve ikram gösterilmelidir.
Medine’de hurmalıkları olan Ensar’dan müslümanların, hasattan sonra Muhacir kardeşiyle paylaşmak üzere mahsulü ikiye ayırdıklarında, Muhacirlerin hep daha az görünen paya yöneldiklerini anlatır kaynaklar. Fakat bunu fark eden Ensar, sonraki taksimlerde, az olan payı hurma dallarıyla alttan destekleyip çok gibi göstermek suretiyle, kendilerine daha az, Muhacir kardeşlerine daha çok hisse vermenin yolunu bulurlar. Ashab’ın bu tutumu, “Bütün sofiler bir yol üzerinde sefer halindedir, dolayısıyla hepsi misafirdir. Bunlardan hangisi hangisine îsârda bulunacak?” diye soranlara cevaptır.