Aramak

Çocuklar Ve Güller

Ah çocuklar, siz ne kadar büyüksünüz! Gülüyorsunuz ve seviyorsunuz. Her çocuk görüşümde, onlardan ne kadar büyük ve güçlü olduğumu değil, çocukken bana verilenleri harcayıp tükettiğimi ve ne kadar küçüldüğümü hatırlıyorum.
Yeryüzündeki güller ve gülen çocuklar, yaşlı ve günahkâr dünyanın halâ umutlara ve güzelliklere gebe olduğunu haykırıyor. Uygarlığın vahşetine rağmen, kokularından ve güzelliklerinden bir şey eksiltmeyen, özlem ve sevgi ile kızaran goncalarını, ince bir tevazu ile yere eğen güller. Adeta her şeye rağmen en güzel ahlâk ve edeble var olabileceğimizi, Yunus’ca sevgilerin, hoşgörülerin bir hayal değil, umut olduğunu haykırıyor. Güller açmaya, çocuklar gülümsemeye devam ediyor. Her şeyi bildiğini iddia eden insan, bir şey bilmeyen savunmasız minik çocuklar gibi sevememek ve gülememekle görünmez bir mağlubiyeti yaşamıyor mu? İnsan kendi egosunu koruyup savurdukça kendi kendini tuşa getiriyor galiba. Her savaşta çocukların yüzünü ilk fırsatta tebessüm kaplıyor. Seyrettikleri ve yaşadıkları ne kadar korkunç olursa olsun, onlarda öyle bir kuvvet var ki, her çirkinliği silivermeye, iyiliklere ve gülücüklere dönüvermeğe can atıyorlar. Yetişkin, bilgili ve güçlü olduğunu sananların mezara kadar götürdüğü kini, kalplerine bile sokmuyorlar. Ne var bu çocuklarda? Yoksa büyükler yanlış şeyler aramakla mı ömür tüketiyorlar? Şu halimle beni bir çocuk görseydi, mutlaka gülerdi. Gülmek onların özünde var. Biz içimizde ve dışımızda kendimize göre bir şeyler arıyoruz. En son, kaybettiğimiz kanaatkârlıktan sonra hiç bir şeyi bulamıyoruz, gülemiyoruz. Ah çocuklar, siz ne kadar büyüksünüz! Gülüyorsunuz ve seviyorsunuz. Her çocuk görüşümde, onlardan ne kadar büyük ve güçlü olduğumu değil, çocukken bana verilenleri harcayıp tükettiğimi ve ne kadar küçüldüğümü hatırlıyorum. Yaşlılar da çocuklaşırmış... Çocuk olamayacağımıza göre yaşlanmayı mı bekleyelim? Yani elinden gelmeyince yapmamanın, yapamayınca da ‘yapmayın!’ diyenlerin doğruluğuna mı sığınalım? “Ölüm ne güzel sohbettir!” “Ölmeden önce ölünüz!” “Ölüm gerçek diriliştir.” sözlerinin anlamı ne kadar da gerçek!.. Bedenimizin ve gücümüzün yalancılığı kadar gerçek... Kendi ayaklarımın üstünde durmayı, tek başıma var olmayı, kimseye muhtaç olmadan yaşamayı -çok kişi öğütlemesine rağmen- hiç düşünmedim. Beni kurtaran, paylaşmayı öğreten muhtaçlık ne güzel azıktır! “Keşke Nuh A.S.’ın oğlu da yüzme bilmeseydi de gemiye muhtaç olsaydı!” Evet; benim sizlere, özellikle birine ihtiyacım var. Çocukcasına... Bu muhtaçlık, beni kimseye ihtiyacım yok iddiasının onulmaz fakirliğinde ebediyyen dilenmekten kurtarıyor. Çocuklarda muhtaçlığın ve mahkumiyetin gizli ve özlü bir hürriyeti, büyüklerde bir şeylere sahip olduğunu sanmanın azad kabul etmez esareti var. İyi ki çocuklar gülüyor. Gülmek ve sevmek nedir öğretiyor bizlere. Yoksa çıkar için gülmeye çalışanların yüzlerindeki çirkin beklenti kırışıklarını gülme, tükeniş feryatlarını kahkaha zannedecektik. Üstüne üstlük bir de mutlu sanacaktık kendimizi. Çocukları sevmek, çocukken bize bahşedilenleri daha tüketmediğimizin bir işareti. Çocuk değilim, çocuk olamıyorum, insanları çocukça sevemiyorum. İnsanlara sabredemiyorum. Bana yapılan kötülükleri unutamıyor, başkalarına verdiğim zararları hatırımda tutamıyorum. Ama çocukları seviyorum. Bu sevginin umut kafesine yaptığı ağırlıkla korkuların galibiyetinden, ümitlerin mağlubiyetinden kurtulurum sanıyorum. Moğol istilasına rağmen Yunus Emre de tüm insanları sever “Kamu alem birdir bize, düşmanımız kindir bizim.” der ve ispat eder. Acaba Yunus Emre de çocuk muydu? Yoksa çocuklar Yunus mu idi? Hayır, hayır!.. Çocuklar Yunus değil, Yunus da çocuk değildir. Ama sevginin insanda kainat kadar büyüyebileceğinin, Rahmeden’in çocukken verdiği sevginin yaşlanmayacağının, Elest Meclisi’ndeki ikrarın da, imanın da bir aşk olduğunun, bu aşkın son nefese kadar taşınabileceğinin güzel bir ispatı ve son bulmayan örneğidir.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy