Aramak

Dervişin Fikri

Tasavvuf ehlinin hesabî değil hasbî tavırlarına, temkinine, hakikat üzerindeki sebatına bakıp onların zihnî bir zafiyet içinde olduğuna hükmedenler var. Dervişlerin “zannın çoğundan sakınması”nı bazıları “fikirsizlik” gibi anlıyor.
Derviş zikir ehlidir. Bütün uzuvlarıyla olduğu gibi diliyle de sürekli Mevlâ’sını zikreder. Zihni ve kalbi her daim Allah Tealâ ile meşguldür çünkü. Dervişin bu hali kalp ile dil beraberliğine çok bariz bir misal olduğu için, “insanın gönlünde ne varsa, kalbi ve zihni ne ile meşgulse diline de onun aksedeceği” hakikatini ifade maksadıyla, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” denilmiştir. Bu sözde hususen dile yansıması mevzu edilse de asıl zikir kalptedir, kalp iledir. Kişi Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarını sadece dil ile söylerse zikretmiş olmaz. Söz, Allah Tealâ’nın varlığını sürekli hatırlamakla, O’ndan gafil olmamakla, kalbi muhabbetullah ile doldurmakla kazanılan bir şuur halinin tezahürü ise eğer, zikirdir. Meselenin bu tarafı ayrı bir bahis. Biz dildeki zikri sahih kılan şuur halinin “fikir” diye nitelendirilmesini ve birbirinin aynı gibi görünen “kalbî zikir” ile “fikir” arasındaki yakın alakayı ele almak niyetindeyiz. Zira bugün müslümanlar dahi fikrin “tefekkürle husule gelen bir manevi derinlik” olduğunu unutmuş görünüyor. Fikir nedir? Tefekkür ve fikir kelimeleri, başaktaki olgunlaşmış buğday tanesi gibi şeyleri “kabuğu özünden ayrılsın diye el ile ovmak” manasına bir kelimeden türetilmiş. Nitekim bir akletme, düşünme yahut idrak faaliyeti olan tefekkür, “bir şeyin zâhirinden bâtınına, alametinden hakikatine ulaşmak; eserde müessiri görmek” demektir. Fikir ise böyle bir idrak faaliyetinin meyvesi olup bir icat değil, hakikate dair bir keşiftir. Gerçi her düşünme faaliyetine “tefekkür”, her zihnî işlemin neticesine “fikir” demek yaygın bir adet olmuşsa da, bütün bunları ulemanın nafile ibadet saydığı tefekküre dahil etmek mümkün değildir. Nafile ibadet hükmündeki tefekkür, Kur’an ayetleri gibi kevnî ayetleri de mütalaa ederek, yani insanın kendisini, hayatı, kâinatı ve hadiseleri doğru okuyarak, Yaradan’ın varlığına, birliğine, kudret ve azametine dair bir marifete ulaşmasıdır. Zikir halinin kazanılması ve devamlılığı bu tefekkür yahut derinlikle mümkündür. Müslümana mahsus bir “akletme” faaliyeti olan böyle bir tefekkürün sıhhati, “ilm”e, yani Kur’an ve Sünnet’in bildirdiklerine dayanmasına, vahyi esas almasına bağlıdır. “İlim sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz” kelam-ı kibarını bu çerçevede anlamak gerekir. Dolayısıyla imanı tahkime yaramayan, tamamen dünya maslahatına dönük hesaplamalar yanında, beşer aklını vahye tercih eden felsefî düşünme biçimleri tefekkür sayılmaz. Vahyi yok farz edip sadece beşer mantığının ölçülerine göre işlem yapmayı esas alan felsefî düşünme tarzıyla varılan sonuçlar da “fikir” değil, “zann”dır bu yüzden. Zan başka fikir başka Modernizm bizim de kafamızı karıştırdı, zihnimizi bulandırdı. Değişmeyen mutlak hakikatin zâhire yansıyan bir veçhesini, bir hikmetini keşfen tanımanın tefekkür boyutunu, “mistik bir yöneliş” yaftasıyla, sanki bir düşünme ameliyesi değilmiş gibi küçümser olduk. Düşünmeyi, varlığın zâhiri üzerinde kafa yormaktan, zihnen kesretle oyalanmaktan ibaret görenlerimizin sayısı hayli fazla. Fikir deyince çoğumuzun aklına cerbeze eseri orijinal zanlar, bir mesele hakkında serdedilen şahsî görüşler geliyor yalnızca. Tasavvuf ehlinin hesabî değil hasbî tavırlarına, temkinine, hakikat üzerindeki sebatına bakıp onların zihnî bir zafiyet içinde olduğuna hükmedenler var. Dervişlerin “zannın çoğundan sakınması”nı bazıları “fikirsizlik” gibi anlıyor. Halbuki ümmetin son büyük medeniyetini Osmanlı coğrafyasında dervişler inşa eylemiş, bu şerefli inşanın taşları altı asır sonra, şimdilerde fikir sanılan zanlarla sökülüp atılmıştı. Kendi medeniyetimizi yeniden inşa ederek aziz-i vakt olmak istiyorsak eğer, dervişlerin zikrullahı sürekli kılan fikrine rağbet gerekiyor. Zira hayatı da gönülleri de imar eden, kuru aklın zanniyatı değil, zikirle kuşanılan bir şuur yahut uyanıklık halidir. Zikrin sıhhati ve sürekliliği ise madem ancak nafile ibadet hükmündeki tefekkürle husule gelen dervişlere mahsus bir fikirle mümkün olmaktadır, o fikri bulmak, tanımak ve sahiplenmek boynumuzun borcudur. Teorik bir fantezi değil Fikir, mevcut bilgi, varlık veya veriler üzerinde tefekkür edilerek ulaşılan yeni bir bilgidir. Çıkış noktasındaki bilgi veya veriler “ilim”den ise eğer, kişinin bunlarla ulaşacağı yeni bilgi, hakikate dair bir keşiften ibaret olacaktır. Nafile ibadet sayılan tefekkürde zihnin mahluktan Hâlık’a intikali esas olduğundan elde edilen bu keşif, bilgi yahut fikir, ilme değil marifete dahildir. Bir hakikat zatıyla idrak edilirse bu idrake “ilim”, alametinden hareketle tanınırsa “marifet” denir. Nitekim ancak tasavvur edilebilen, yani zihinde suretinin belirmesi mümkün varlıklar üzerinde tefekkür olur. Hadis-i Şerif’te “Allah’ın zatını değil, nimetlerini tefekkür edin.” buyurulmuştur. Hülasa fikir, mutlak hakikatin fark edilmesini, o hakikate yaklaşıp yakınlaşmayı sağlayan keşfî bir bilgidir. Dervişin fikri, her yerde ve her şeyde Allah Tealâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve kemâline vukufiyeti sağlayan bir izi, bir alameti fark etmekle hasıl olur. Basiretle bakıp gördüğü için ona her şey Allah’ı hatırlatır. Zikir, fikrin, yani basiretle bakıp görmenin, fark eylemenin iktizasıdır. Bu demektir ki dervişin fikri teorik bir tespitten, spekülatif bir söylemden ibaret değildir. Bir hatt u hareket belirleyerek mutlaka amel halinde tezahür eder. Zira hakikati idrak, o hakikate uygun bir tavır almayı gerektirir. Ve o tavır, dünya hayatının her alanında sergilenmek durumundadır ki bu keyfiyet dervişin fikrinin dünya hayatından kopuk, zihin jimnastiği kabilinden bir faraziye olmadığını da gösterir. Fikrin halleri Dervişin fikri zikrine, zikri ise her an ve her yerde kendisini görüp gözeten, sürekli huzurunda bulunduğu Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun tutum belirlemesine vesiledir. Böyle olduğu içindir ki birçok kelimeye, tefekkürle kazanılan dervişlik hallerinden ilhamla yeni manalar yüklenmiştir. Derviş “düşünceli”dir mesela. Hem tefekküründeki devamlılık, hem davranışlarındaki incelik ve nezaket manasıyla düşüncelidir. Dervişin fikri yahut farkındalığı, bütün mahlukata şefkat ve rikkatle yaklaşmasını gerektirmiş, “düşünceli” kelimesine “kibar ve anlayışlı” manasını bu yaklaşım kazandırmıştır. Derviş marifet sahibidir. O’nun marifeti fikrinin mahiyetiyle olduğu kadar zikirle kazanılan şuur halinin ona her işini güzel, ölçülü ve itinalı bir şekilde yaptırmasıyla da alakalıdır. Zira ancak her an ve her yerde Allah Tealâ’nın huzurunda olduklarını fark edenler güzel, faydalı ve marifet eseri ustalıklı işlere imza atarlar. Ve nihayet derviş hüzünlüdür. Çünkü fikirle Cenab-ı Hakk’ın varlığına vâkıf oldukça O’ndan ayrı olduğuna da vâkıf olmaktadır. Özün, kabuğun içindeki tanenin varlığını anlamıştır anlamasına ama kabuk hâlâ bir engel olarak kendisiyle hakikatin arasında durmaktadır. Fikir, bir yönüyle firakı fark etmektir yani. İşte bu yüzden fikir kelimesinin çoğulu “efkâr”, dervişin hüznüne isim olmuştur aynı zamanda.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy