Aramak

Dosttan Gelen Taze Haber

Çok uzaklardan bir mektup geldi. Elektronik posta ile. Arayan, yıllar öncesinden bir arkadaşım. Ta ortaokul yıllarından. İzini kaybettiğim ve fakat araya giren yirmibeş yıllık uzun zaman dilimin eskitmediği, aşındırmadığı, filiz halinde yeşermiş ama serpilip büyüyemiş bir dostluk. Ne zaman geriye dönsem içim sızlayarak hatırladığım, fakat yazık ki hayat yolculuğunda yollarımızın sadece bir kez kesiştiği, üniversite yıllarında yalnızca bir kez görüşüp bir daha haber alamadığım eski dost, yirmibeş yıl akan ırmağı aşarak uzak bir kıtadan bir yad-ı cemîl olarak çıkageldi. Hem de manidar bir tevafukla. Amerika’ya bilimsel araştırmalar yapmaya giden bir dostun aracılığıyla birbirimizin izini bulabildik.

Hayatın hay-huyu, medar-ı maişet derdi, bildik hengâme içinde amansızca sürüklerken ansızın geliveren bu sıcak ve taze haber öyle sevindirdi ki, adeta ilaç gibi geldi. Meğer çok derin, çok kalıcı izler kalmış o çocukluk yıllarından. Şimdi yüzünü tam olarak hatırlamadığım, karşıma çıksa bir an ikimizin de tereddütte kalacağı o sıcak sima, kavurucu ağustos sıcağında serin bir esinti gibi çıkıyor karşıma. Onca yıl akan hayat ırmağı birçok şeyi, birçok hatırayı silmiş süpürmüş ama hatıralardan biri bütün diriliğiyle saklı kalmış yürek denilen ülkenin ta derinliklerinde. Bu ne kadar içten ve kalbe ferahlık, genişlik verici tatlı bir duygudur.

O yıllar, ne hüzünlü yıllardı. Sevdiğine sevdiğini diyemezdiniz. Henüz ortaokul sıralarında öğrenciyken kutuplaşma, saflaşma, çocuk oyunlarını bile kamplara, cephelere bölmüştü. Çocuklar çocukluklarını yaşayamadan büyüyordu. Sevgiyi, dostluğu tadamadan ayrı düşüyorlardı. Aradan onca yıl geçtiği halde hatırası yüreğimde büyüyen ve fakat hiç bir haber alamadığım o arkadaşımla da bu yüzden arzu ettiğim yakınlığı kuramamıştım. Gönlümüzden akan ve az ileride birbirine karışan o ılık ırmağın üzerinde hazır bir köprünün kurulu olduğunu bile bile birbirimize yönelerek doğru adımı atamamış, kucaklaşamamıştık. Aynı iklimi yaşıyorduk, aynı iklimi yaşadığımızı hissediyorduk ama bunu paylaşamıyorduk.

Yatılı, yani eski tabirle “leyl-i meccanî” öğrencilerdik biz. “Leyl-i meccani”nin Türkçe tam karşılığı “geceyi beleşe getiren”. Yatılı öğrencilik bizi hem duygusallaştırmış, hem de biraz katılaştırmıştı. Sınıftaki arkadaşların çoğu evlerinden gelip gidiyordu okula. Daha mutlu, daha rahat görünüyorlardı ve biz onlara imreniyorduk. Sınırım onlar da bize imreniyorlardı. Belki aile baskısı olmadığı, nisbeten kendimizi rahat ifade ettiğimiz için, daha gözü kara halimiz onları etkiliyordu. Dersleri, öğretmenleri, hayatı onlar kadar ciddiye almıyor, sosyal faaliyetleri, kimlik aidiyetlerini onlardan daha fazla önemsiyorduk. İşin aslı şu ki, bizimki bir kaçıştı aslında, mecburen, mecburiyetten biraz.

Bir İngilizce öğretmenimiz vardı. Bir bayan öğretmen. Onu hepimiz gerçekten, ama gerçekten çok seviyorduk. Tam bir öğretmendi. Aradığımız, hele biz yatılı öğrencilerin ihtiyaç duyduğu şefkati esirgemiyor, bir anne-öğretmen gibi sevgiyle bakıyordu hepimize. O görünür şefkatine kanarak, bir gün iki arkadaş cuma namazı için izin istemeye karar verdik. Ders başladıktan kısa bir süre sonra da cesaretimizi toplayıp izin istedik. Hiç aklımdan çıkmaz, öğretmenimizin “buyurun çıkın” diyeceğine adım gibi inanıyordum. Oysa gözleri büyüyerek, hayret içinde talebimizi dinledi ve sınıfa aynı fikirde olan başka biri var mı, yani cumaya gitmek için izin isteyen başka arkadaşınız var mı, diye üsteledi. Ses tonundan, vurgusundan ne diyeceği kestirilemiyordu. Bana kalırsa “tebrik ederim” bile diyebilirdi.

En ön sırada, hiç ummadığım, okul birincisi arkadaşımız da elini kaldırınca üç kişi olduk. O elini kaldırınca ben sevinçten kanatlandım ama öğretmenimiz müthiş bir öfke seline tutuldu. Derse devam etmenin zaten ibadet olduğunu, ne hakla böyle bir talepte bulunabileceğimizi öyle şiddetli söyledi ve bize öyle bir azarladı ki, yer yarılmadı ki içine girelim! Heyhat, baltayı taşa vurmuştuk. Cumaya gidememek, sınıfın önünde yüzünde tek öfke çizgisi görülmemiş bir öğretmen tarafından azarlanmak neyse de, önemlisi en çok sevdiğimiz öğretmenimiz şefkat numunesi olmaktan çıkmış, bizi en ağır biçimde azarlamıştı. Nasıl yaralanmıştı çocuk yüreğimiz, nasıl! Sadece cumaya gitmek istemiştik ve başka hiçbir kastımız yoktu.

O gün cumaya gidememiştik ama ben iki arkadaş keşfetmiştim. Ne var ki, o gün yakaladığım ortak nokta arkadaşlığımıza yetmemişti. Çünkü o olaydan sonra biz yatılı öğrenciler belirgin biçimde öğretmenlerin nezareti altına alındık. Kamplaşma, gerilim o dünya güzeli, şefkat timsali öğretmenimizi bile bizden soğuttuğuna göre, ne yapabilirdik ki? Biz yatılı öğrenciler kendi aramızda, bizim gibi yatılı olanlarla arkadaş kalabilirdik. Haklı çekincelerle birbirimizden ayrıldık ve doyasıya birlikte oyun bile oynayamadık. Her şey içimizde kaldı, çocukluk bile...

Ve fakat yirmibeş yıl sonra elektronik posta ile ikimiz de bir kez daha aynı amaçla parmak kaldırdık. Dostum Pennsylvania’da, ben Ankara’da. Evet, bu dostumu o gün cuma için izin istediğimizde fark etmiştim. Aynı şey için parmak kaldırmış, aynı şey için azarlanmıştık. Çocuk yüreklerimizi yaralayan o bozgundan sonra da birbirimize yakınlığımızı hissettiğimiz halde, o günün özgül şartlarında bu yakınlığı paylaşamamıştık. Buradan geriye bakınca ne acı geliyor. O gün, kurulan dostlukların, arkadaşlıkların önünde bile ciddi bariyerler vardı ve değerlendirme yeri burası olmayan sahici, acı engellerdi. Şükür ki, bir çok şeyi aştık.

Yirmibeş yıl sonra aynı iklimi yaşadığını fark edip buluşmak, ayrı kıtalarda, aynı ruh ve mana iklimini yaşadığını görmek, aynı dili kullandığını bilmek sahiden büyük bir sevinç. Bu yüzleşme, karşılaşma, mektuplaşma sıradan bir rastlantı olarak da görülebilir ama çok aşikâr ki, Allah’ın eserinde kesinlikle tesadüf yoktur. O gün, izin istediğimiz gün sahiden içimde yer etmiş, sahiden yaralanmıştım. Belki bir gün o öğretmenimizle de yüzleşmek ve karşılıklı helalleşmek mümkün olur. Kim bilir?

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy