Aramak

Dünya Hali

COVID-19’a Aşı Çözümü

2020 yılında insanoğlunu en fazla etkileyen konuların başında hiç şüphesiz koronavirüs salgını geliyor. 2020’nin ocak ayında Çin’in Wuhan kentinde başlayan hastalık bir anda tüm dünyayı etkisi altına aldı. 1. Cihan Harbi yıllarında, neredeyse savaşın kendisinden daha çetin sonuçlar doğuran İspanyol gribi salgınından sonra en büyük salgınla karşı karşıyayız. Başlarda kimileri tarafından çok önemsenmese de ortaya çıkan sonuç tablonun vahametini gözler önüne seriyor. Hali hazırda hayatını kaybedenlerin sayısı iki milyonun üzerinde. Tedbirler alınsa da, özellikle yaşlı nüfusu derinden etkileyen COVID-19 nedeniyle can kaybının daha da artacağı konuşuluyor. Özellikle Avrupa ve Amerika’yı tarumar eden salgının çözümü için de çalışmalar devam ediyor.

Teknolojinin bu kadar geliştiği bir çağda, aşı çalışmalarının bir yıl sonra sonuç vermesi de ilginç. İlk vakanın görüldüğü Çin’de geleneksel yöntemlerle üretilen aşının piyasaya sürülmesi akıllara soru işareti getiriyor. Kuşkusuz sadece bu da değil. Çin’de 2020’nin ilk günlerinde sokaklarda düşüp ölenlerin, yaka paça evlerinden ve arabalarından alınan insanların görüntüsü, yerini birdenbire her şeyin normale döndüğü bir manzaraya bıraktı. Bütün devletler bu beladan nasıl kurtulacağını tartışırken Çin, ürettiği aşıyı piyasaya sürerek vaziyeti fırsata çevirmeyi başardı. İşin parasal yönü bir tarafa, bir anlamda dünyayı kendine mahkûm etmeye uğraşıyor görüntüsü var. İnsan “acaba biyolojik savaş mı başlıyor?” diye sormadan edemiyor. Almanya’da da iki Türk bilim insanının ürettiği aşılar küresel pazarda karşılık buldu. Türkiye ondan da sipariş etti. Pfizer-BioNTech firmasının bu aşısı ile ilgili de spekülasyonlar var. Beri taraftan maske-mesafe-temizlik kurallarına uyarak belirli çerçevede kendimizi koruyabiliyoruz. Aşı olmak, en azından şimdilik tek çare gibi görünüyor.

Aşı ile ilgili de özellikle Türkiye’de bir kesim ısrarla karşı propaganda çalışması yürütüyor. Muhalefet partilerinin temsilcilerinin bile aşı olmayı teşvik etmesine, hatta CHP Grup Başkan Vekili eczacı Özgür Özel’in “Gerekirse Sayın Bakan’la aşı kampanyası bile yaparız.” şeklindeki açıklamasına rağmen üstelik. Diğer taraftan, Sağlık Bakanı’nın, bilim kurulu üyelerinin, Cumhurbaşkanının ve parti genel başkanlarının aşıyı teşvik etmek ve zihinlerdeki tereddütleri gidermek için aşı olmalarını eleştirenler bulunuyor. Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi bir tabloyla karşı karşıyayız anlayacağınız.

Malumunuz, Hoca merhum, oğlunu eşeğinin üzerine bindirip kendisi yaya giderlerken birileri “Şuna bak! Gencecik çocuk binekte, yaşlı adam yürüyor!” dedikten sonra oğlunu indirip kendisi binmiş. Bu sefer de başkaları “Koca adam binekte, küçücük çocuğu yürütüyor!” diye çıkışmış. Hoca sonra kendisi de binmiş bineğe. Bu kez de “Yazık hayvana, iki kişi birden sırtında!” diye tepki göstermişler. İkisi de inince bazıları “Aptalları görüyor musunuz? Eşek boşta kendileri yürüyor!” diyerek alay dalga geçmiş. Nasreddin Hoca oğluna dönmüş ve dudaklarından şu hikmetli sözler dökülmüş: “Gel evladım, bin şu hayvana. Ne yaptıysak yaranamadık. Elin ağzı torba değil ki büzesin!”

Hükümet, süreç içerisinde elinden gelenin fazlasını yaptı. Salgınla mücadelede dünyaya örnek olacak gayreti samimiyetle gösterdi. Lakin ne yaparsa yapsın, muhalefeti mantığının önüne geçmiş gruplara yaranamıyor. Bütün olumsuz düşünce ve çabalara rağmen, millet için faydalı olacağını düşündüğü adımları atmaya devam ediyor. Çünkü devlet olmanın aslî koşulu, bazen halkın yararına olan şeyleri “ama”sız ve “fakat”sız icra etmektir.

Hal böyle iken bize düşen, yapılan tezvirata kulak vermek yerine, bilimsel verilerle faydası kanıtlanmış, uygulanması hakkında görüş birliği oluşmuş bir aşıya direnmemek. Hele hastalıkla ilgili yarın bile ne olacağı belli değilken. Zamanı gelince biz de gidip aşıyı yaptırmalıyız. Kısa bir süre sonra, önümüzdeki Nisan ayında yerli aşının da hazır olacağını Cumhurbaşkanı duyurdu. O vakte kadar sadece kendi sağlığımız için değil, etrafımızdaki herkesi korumak için aşı olmalıyız. Maske, mesafe ve temizlik kurallarını da ihmal etmeden.

Trump Sonrası Arap Coğrafyasında Dengeler Değişiyor

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’de yaşanan tartışmalı seçim, konuşulmaya devam ediyor. Demokrasi havariliği görevini üstlenen, canı sıkıldıkça dünyanın herhangi bir noktasına silahla, askerle ve vekil terör örgütleriyle “demokrasi” ihraç eden ABD, kanla suladığı topraklara reva gördüğü akıbetle yüzleşti. Trump’ın destekçileri senato toplantısını bastı, silahlı kişilerden dördü öldü. Başkan Yardımcısı ve Temsilciler Meclisi Başkanı apar topar salon dışına çıkarıldı. 1814’ten bu yana ilk defa gerçekleşen baskın hâlâ gündemdeki yerini koruyor. Trump’ın hadiselerin bu noktaya gelmesindeki katkısı tartışılmaz. Haklı da olsa, ABD Başkanı görevdeyken icra ettiği “çılgınlıklara” tüy dikmiş oldu.

Trump enteresan bir karakter. Daha yeni seçildiğinde Suudi Arabistan Kralı Selman ve Mısır Devlet Başkanı Sisi ile birlikte “Küre İttifakı”nı kurmuştu. Veliaht Muhammed bin Selman’ı teşvik ederek Suudilere 400 milyar dolar karşılığında silah satmıştı. Mısır’da darbe ile iktidara gelerek meşru hükümetin başkanı Muhammed Mursi ve arkadaşlarının ölümlerine neden olan Sisi’ye arka çıkmıştı. İsrail’in taleplerini gözü kapalı kabul eden Trump, büyükelçilik binasını Tel Aviv’den Kudüs’e taşımış, böylelikle kutsal Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmişti. Arap Devletleri de ona yaranabilmek adına, yıllardır Filistinli müslümanlara zulmün en büyüğünü reva gören İsrail’le ilişkilerini düzeltmek için sıraya girmişti. Arap Yarımadası’nın kıyısında, hengamenin ortasında kalmasına rağmen küstahlığa cesurca başkaldıran Katar’a ambargo uygulamışlar, söz konusu aymazlığa gür sesle itiraz eden Türkiye ile de aralarına mesafe koymuşlardı. Suudiler, Türkiye sınırları içerisinde kendi vatandaşları Cemal Kaşıkçı’yı katledip, olayı Türkiye’nin üzerine yıkmaya çalışırken ellerine yüzlerine bulaştırmışlardı. Neticede bir insan buhar olup uçtu, ama Suudi Arabistan yönetimi de dünyaya rezil oldu.

Böyle daha sayfalar dolusu yazılacak meselenin ardından Trump seçimi kaybetti. Yeni yönetimin İsrail güdümlü olacağını yine bu sayfalarda aktarmıştık. Ancak, görünen o ki Biden ve ekibi Arap devletlere Trump kadar “tavizkâr” davranmayacak. Çünkü bölgede başı çeken Suudi Arabistan’ı uyguladığı politikalar ve yürütmeye çalıştığı yöntemler nedeniyle uluslararası toplumun dışına itilmekle itham ediyor. Biden yaptığı konuşmalarda da “Suudi Arabistan’ın gerçek yüzünü yeryüzündeki herkese göstereceğini” açıkça dile getiriyor. Birleşik Arap Emirlikleri’ni Suudiler kadar “kirli” olmasa da Ortadoğu’yu istikrarsızlaştıran trenin vagonlarından biri olarak tanımlıyor. Yeni dönemde ABD’nin Basra Körfezi’ne yönelik siyasetinin revize edilmesi bekleniyor.

Kral Selman da gidişatın farkında olsa gerek, Katar’la diyalog kanallarını yeniden açmanın telaşına düştü. Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi Zirvesi’nde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Mısır; Katar’la üç buçuk yıldır sürdürdükleri ambargoyu kaldıran anlaşmayı imzaladı. Hava sahalarının Katar’a kapatılması ve diplomatik ilişkilerin sonlandırılması gibi birtakım müeyyideleri de sona erdiren protokolün onaylandığı zirvede ilginç bir isim daha vardı: Donald Trump’ın damadı ve Beyaz Saray eski Kıdemli Danışmanı Jared Kushner! Kushner’ın bulunması hayli kritik. Anlaşılan o ki Trump yeni dönem için kendi başlattığı savaşı bitirip, milyar dolarlık servetlere sahip petrol zengini ülkeleri yanına çekerek başka bir strateji ile önümüzdeki seçimlere şimdiden hazırlanmaya başladı. Biden yönetimi, hamlenin farkında olacak ki, yukarıda sözünü ettiğim açıklamaları daha koltuğa oturmadan yapma ihtiyacı hissetti.

Meşhur ifadeyle söyleyecek olursak Körfez’de kartlar yeniden karılıyor. Umarız, bu hikâyenin de yükünü çekenler yine müslümanlar olmaz.

Türkiye Afrika’da “Büyük” Oynuyor

Afrika, asırlar boyu aynı büyük çatı altında buluştuğumuz kıtalardan biri. Ortası ve güneyi ile irtibatımız sınırlı çerçevede kalmış bile olsa, Kuzeyinde bugün hâlâ Osmanlı konuşuluyor. Libya, Tunus, Cezayir, Mısır, Moritanya, Sudan, Mali gibi ülkelerde, insanların zihinlerindeki imajımız oldukça berrak. Dahası da var. İnanç ve medeniyet bakımından uzak olduğumuz diyarlarda bile; çocukların, kadınların, ihtiyarların ve gençlerin Türkiye denilince gözlerindeki ışıltıyı görebiliyorsunuz. Hiç şüphe yok ki, kendi dertlerimizle uğraştığımız dönemlerde, bırakalım toplumları, devlet sınırlarımız içerisindeki vatandaşlarımızın ekseriyetine bile maalesef dokunamadı. Zira terörle mücadele, ekonomik krizler, sosyal ve siyasal olaylar, darbeler gibi başkalarınca oluşturulan farklı gündemleri vardı. Meseleleri çözüp başını kaldırdığında ise etrafına bakabildi ve gücü nispetinde elinden geleni yaptı. Afrika halkları da Türkiye’nin güler yüzüyle böylelikle tanışmış oldu. Kendisini köle olarak kullanmaktan başka bir amacı olmayan “beyaz adam”ların tamamının aynı olmadığını anladı. Her gülenin yalnızca kaynaklarını sömürüp, kanını dökmeyeceğini gördü. Türkiye TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Vakfı, Kızılay, Türk Hava Yolları, TRT gibi kurumlarıyla; İHH, Beşir Derneği, Hayrat Vakfı, Hüdayi Vakfı ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz sivil toplum kuruluşlarıyla mazlumların yaşadığı her yerde olduğu gibi Afrika’da da ecdadının kurduğu merhamet imparatorluğunun gölgesini hissettiriyor.

Durum, koloni düzeni ile yer kürenin en zengin kaynaklarının bulunduğu bölgeleri hunharca sömüren Batılıların dikkatini çekmiş. Geçtiğimiz günlerde İngiliz Financial Times gazetesinde yayınlanan istihbarat raporu titizliğinde hazırlanmış yazı dizisindeki cümleler, durumu net şekilde gün yüzüne çıkarıyor. “Erdoğan’ın Büyük Oyunu” başlığını taşıyan makale serisinde Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle Türk yetkililerin Afrika ile münasebeti sonlandırdığını, fakat Erdoğan’la beraber yeni bir senaryonun yazıldığının altı çiziliyor. Türkiye’nin “yumuşak güç” unsurlarının çalışmalarıyla; ABD, Fransa, Çin ve Rusya gibi büyük güçlerin etkilerini kırmayı amaçladığı dile getiriliyor. Ne hikmetse, kıtanın neredeyse üçte birini sömüren İngiltere’den hiç bahsedilmeyen yazılarda, Türkiye’nin mevcut ticaret hacmini elli milyar dolara çıkarma hedefi vurgulanarak, bu hususun en çok da Fransa’yı kızdırdığı dile getiriliyor. Rakamlarla istatistiklerin paylaşıldığı şu ifadeler de yazı dizisinin mahiyetini kavrama bakımından mühim:

“Son on beş yılda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kıta ile bağların canlanmasına öncülük etti. Türkiye, 2009 yılından bu yana Afrika’daki büyükelçilik sayısını on ikiden kırk ikiye çıkardı. Erdoğan, yirmiden fazla başkente seyahatler düzenleyerek Afrika’yı sık sık ziyaret ediyor.”

Türk dizilerine karşı gösterilen yoğun ilginin, inşa olunan birlikteliği açığa çıkaran önemli bir parametre olduğuna yapılan atıf bile, Türkiye’nin bölgede emperyalistlere verdiği “rahatsızlığın” boyutuna işaret etmesi yönüyle çarpıcı.

Türkiye, hem kendisinin hem de muhatabının kazanacağı bir yol haritası ortaya koyuyor. Bunu yaparken de kültürel teması önceliyor. Çıkarlarına dokunmanın bedelini ağır ödetmeye yemin etmiş Batı “medeniyeti”, halisâne girişimleri “nüfuz arayışı” olarak okusa da, olan biten Türkiye’nin eski sömürgeci ideallere karşı Afrikalıların yanında saf tutmasından başka bir şey değil. “Yüzümüzün ve gözlerimizin rengi ne olursa olsun, gözyaşlarımızın rengi aynıdır.” diyor mazide kalmış ehl-i ilim bir Afrikalı. Türkiye, Avrupalıların mengenesinde asırlar boyu hayatta kalma savaşı veren kitlelerin gözyaşlarını siliyor. Afrika’da büyük oyun oynandığı doğru. Lakin oyunun kazananı müstemlekeciler değil, mazlumlarla Türkiye olacak. İnşallah.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy