Aramak

Dünya'ya Dair

Dünya hakkında söylenecek en doğru, en hakiki söz nedir? Dünyanın karakterini, gerçekliğini, itibarını belirlemek için kullanılabilecek en doğru sıfat ne olabilir? Biraz Arapça bilenler, dünya kelimesinin kendisinden birçok şeyi kolayca anlarlar. Çünkü dünya Arapça bir kelimedir ve “alçak yer”, “üzerine basılan yer” demektir. Bastığımız yer, yani “ayağımızın altındaki” yer... Dünya kelimesi, Türkçe'ye üzerinde yaşadığımız gezegenin ismi olarak geçmiş. Ama bu isme bir sıfat eklemek gerekmiş. Dünyanın hakikatini, nasıl bir şey olduğunu tam olarak anlatabilmek için; algımızı etkileyecek, unutulmayacak bir sıfat. Evet; Türkçemiz, bir isim olarak Arapça'dan aldığı dünyayı tanımlamak üzere olağanüstü güzellikte ve doğrulukta bir terkip üretmiştir: “Yalan dünya”. Yalan dünya... Bu, dünya hakkında söylenecek en hakiki söz ve en yakışıklı sıfattır. Arapça'da böyle bir ihtiyaç yok. Çünkü alçak yer demeye gelen dünyada, bir alçaklık ya da adilik olduğunu kelimenin kendisi kolayca anlatıyor ve öyle yaklaşılmasını sağlıyor. Türk edebiyatında dünyanın bu karakterini nefes kesen güzellikte anlatan nice örnekler var. Özellikle de şiirde. Mesela Karacoğlan'ın dünya hakkında söylediklerine bir bakalım: Yalanmış, dünyanın ötesi yalan Felektir muradım elimden alan Mısr’a sultan olsam istemem kalan Dost ağlayıp düşmen güldükten kelli. Yalanmış dünyanın ötesi, diyor. Ötesi yok, diyor. Dünyanın sonu yok diyor. Yapılan işlerin hepsi ölüme nisbetle yalana çıkıyor, bunu biliyor. Şunu da biliyor ki, insan en sevdiği şeyi yaparken bile, en çok haz aldığı şeyi, sonra bir tatmine eriyor ya da yorulup vazgeçiyor yapmaktan. “Mısır'a sultan olsam istemem kalan” derken, Karacoğlan bu hakikati dile getiriyor. Değil Mısır'a, dünyaya sultan olsan da yiyeceğin bir lokma, göreceğin ise nasıl geçtiğini anlamadığın bir ömür. Bir de bunun yanına sevdiklerini üzüp, sevmediklerini sevindirip, güldürecek bir talihsizliğe düşmüşsen eğer... Dost'un ağlaması yüzünden, yaptığın tüm işlerin aleyhine dönmesi söz konusuysa, sultanlığın ne önemi var? Şairimiz bunların ardından kendine çıkış yolu olarak ne görüyor buna bakalım: Karacoğlan der ki bu ne hal bilmem Gelmişim dünyaya bir daha gelmem Alem bir yan olsa o yari vermem Yarin gönlü bende olduktan kelli. Anlaşılıyor ki, o hercai gönlüne rağmen Karacoğlan hoşnut değil dünyadan, pek beğenmemiş: “Gelmişim dünyaya bir daha gelmem.” Zaten yalan olduğu zahir olan, başka bir alemin kapısı olmaktan ibaret olan bir dünyaya insan niye gelmek istesin ki? Tabi eğer kapının ötesinde selamete ermişse. Peki burada, bu yalan dünyada kendine neyi iş ediniyor şairimiz? Üçüncü mısra bu soruya cevap veriyor. Bu dünyadaki hakiki yerinin, görevinin “yar”ini korumak olduğunu söylüyor. Yaşama ve savaşma sebebi. Namus diye, din diye, sevgi diye, aşk diye bildiği şey. Tüm bu kavramların müşahhas şekli olan yar... Yaşama sebebi. Ama bir şart koşuyor Karacoğlan. Tüm bunları yapması, alemi diğer yana koyması, koyabilmesi için bir şart... Yarin onun safında, korunmayı isteyerek, onu bir er, bir koruyucu addederek gönlünü ona vermesi şartı... Eğer yarda bu yoksa, yar da yalandır... Bu durumu iyi anlamak için bir başka şairimizi, bir tasavvuf şairini ağırlayalım. Bakalım derviş Yunus ne diyor bu konuda: Yunus emre der, hoca Gerekse var bin hacca Hepisinden iyice Bir gönüle girmektir. Bu mısralardan anlıyoruz ki, yalan dünyada işgal edeceğimiz en kıymetli yer.. elde edeceğimiz tek şey, yalan olmayan tek şey.. pahası yalanla ödenemeyen tek şey.. belki de en hayırlı amel... Sözü Yunus söylesin: “Bir gönüle girmektir.” [box type="shadow"]

Özlenen İncelik

Mehmed Selahaddin amca, hemen her gün tekrarlanan sabah alışverişi için bakkala kadar gider. Alacağı birkaç çeşit kahvaltılık nevaledir. Bu arada Mehmed Selahaddin amcanın hanımı Hatice Sâtıa teyze kahvaltı sofrasını hazırlamakla meşguldür. Dakikalar dakikaları kovalamış, süt fincanda soğumaya yüz tutmuş, ama Mehmed amca bakkaldan henüz dönmemiştir. Sâtıa teyze meraklanmıştır. Çünkü kadim bakkalları evlerinin hemen az ilerisindeki köşe başındadır. “Sohbete mi daldılar acaba?” diye düşünüp dururken, Mehmed amca nihayet elindeki nevalelerle kapıda görünür. Kapı açılır açılmaz, Hatice Sâtıa teyze sorar: - Nerede kaldın bey, meraklandım! Mehmed amca biraz soluklandıktan sonra der ki: - Hanım, duydum ki mahallenin ta uç tarafında yeni bir bakkal daha açılmış. Alışverişi oradan yapayım dedim; haliyle biraz geciktim. Hatice Sâtıa teyze merakını yenemez ve sorar: - Niye? Bizim bakkal efendiyle aranızda bir tatsızlık mı oldu? Yoksa yeni bakkal daha ucuza mı mal satıyormuş? - Hayır hanım, zannettiğin gibi değil, diyen Mehmed amca, yeni bakkaldan alışverişinin sebebini şöyle izah eder: - Bir Allah'ın kulu kimseden vaad almadan, kimseye güvenmeden ‘Tevekkeltü Alellah' demiş, Mevlâ'sına güvenerek gelmiş bizim mahallemize bir bakkal dükkanı açmış. Biz mahalle halkı olarak eğer ‘yeri uzaktır, kimin nesidir, tanımıyoruz' diye ona alışverişe gitmezsek, bu kulun belki tevekkülü zayıflayabilir. Bundan da Allah katında bizler mesul oluruz... İbrahim Refik'in “Edeb Yâ Hû” kitabından kısaltılarak alınmıştır.[/box]
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy