Aramak

Fahriye Teyze

Huzur evleri, huzura kavuşmaktan ziyade kavuşmayı bekleyenlerin mekânı. Oğlunu, kızını, torununu, bayramı, hafta sonunu, yaş gününü ve ölümü bekleyen ihtiyarlar... İşte böyle bir mekânda tanıştım Fahriye teyzeyle. Huzurevinin huzursuzluk veren sakinliğini biraz hareketlendiren, etrafına neşe saçan bir teyze. Yaşadıklarına razı olmuş ve hayata asla küsmemiş gibi. Fahriye teyzeyle ebru yaptığı teknenin başında sohbet ediyoruz. Seksenini aşmış yaşıyla hâlâ özenle fırçasını temizliyor, boya kabına daldırıyor ve derin bir nefes aldıktan sonra içinden bir şeyler mırıldanarak boya damlalarını ebru teknesine serpiştiriyor. Derken tekne yüzeyinde beliren renk cümbüşünü özenle kağıt üzerine geçiriyor.

  • Bu battal ebru evladım. En eski ebru budur. Ebru yapanın ustalığı battal ebrudan belli olur. Merhum ebru üstadı Mustafa Düzgünman “Battal Ebru ebrunun ilk mektebidir” dermiş. Kolay gibi gözüküyor ama bütün incelikler bu basitliğin içinde. Çok şeyler söyler bu ebru bakmasını bilene.

Sanatkârlığın ötesinde bilgece sözler. Konuşturmak istiyorum:

  • Nasıl merak sardınız teyzeciğim? Maşallah bu yaşta bu sanatı icra etmek kolay olmamalı.

Sözüm Fahriye teyzeye biraz dokunmuş olacak ki derhal tepki veriyor. Ama sakince:

  • Seversen her şey kolaydır evladım yeter ki gerçekten sev!
  • Sizin hikâyeniz nedir, diye soruyorum belli belirsiz. Belli ki konuşmayı da seviyor. Anlatmaya başlıyor:
  • Ben öğretmen emeklisiyim evladım. Aslında genç yaşta emekli olmuştum. Kocam Ömer efendi de benim gibi öğretmendi ama genç yaşta vefat etti. Çocuklarım da kendilerini idare edecek yaşa gelmişlerdi. Bir meşguliyet arıyordum yalnızlığıma dost olacak. Derken bir gün geleneksel sanatlar sergisini geziyordum; hat, tezhip, ebru eserlerinden oluşan. Bir kenarda da sanatçılar gelen ziyaretçilere sanatlarını anlatıyor, uygulayıp gösteriyorlardı. Ebru teknesinin başında da bir hanım sanatçı ebru yapıyordu, çok ilgimi çekmişti. Uzun uzun seyrettim. Öylesine dalmışım ki hanım sanatçının, “Siz de denemek ister misiniz?” sorusuyla irkildim. Heyecanla teknenin başına geçtim. İlk defa böyle yeni bir şey deniyordum, hiç bilmediğim bir şey. Ama korkmadım çünkü işin üstadı yanımdaydı ve teşvik eden oydu. Elbette acemiliğimi hoş görecekti. İşte böyle evladım, benim ebru maceram böylece başladı, neredeyse yirmi yılı aşkındır ebru yapıyorum.
  • Bayağı olmuş Fahriye teyze, artık siz de bir ebru sanatçısınız desenize.
  • Öyle bir niyetim olmadı evladım, ama hocam hanımefendi gelenekten geldiği için bizi de o şekilde yetiştirdi ve bana icazet vermek istedi. Ama ben istemedim. “Bu yaştan sonra atölye açıp talebe yetiştirecek değilim.” dedim.
  • İcazet derken? Gerçekten de bu şekilde mi usta olunuyor ebruda?
  • E evladım, artık yeni kuşak bilmiyor bu icazet işlerini. Gelenek kalmayınca icazet de kalmadı, ne yaparsın. Şimdilerin diploması aslında ama ondan çok farklı.
  • İlginç bir şey söyledin Fahriye teyze, üstelik bir öğretmen olarak. Nasıl bir fark var icazetle diploma arasında.
  • Evladım, aslında ben de merak etmiştim senin gibi, hocam icazet vereceğim deyince. Yaşım gereği aşinaydım icazet kelimesine. Medresede hocalar icazet verirlerdi talebelerine. Tasavvufta mürşidler müritlerine icazet verirlerdi irşad için. Ya da meslek ve sanat erbabı çıraklarına verirlerdi. Ama biliyor musun, fark icazet kelimesinin anlamında aslında. “Su akıtmak, helâl kılmak, izin vermek” gibi anlamları varmış. Üstadın ilmini, ahlâkını, yolun inceliklerini talebesinin zihnine, gönlüne birebir akıtması... En önemlisi de üstad öğrettiği ilim veya sanatı kimden ve hangi yolla aldığını silsilesiyle yazar ve verdiği icazetle talebenin hangi ehliyeti kazandığını, neler yapabileceğini anlatır. Diploma ise sadece talebenin yeterliğini gösterir, hangi üstattan veya öğretmenden ilim aldığının önemi yoktur.

Şaşkınlıkla dinliyorum Fahriye teyzeyi. İcazetle, diploma arasındaki farkı kim böyle anlatabilir? Teyze devam ediyor:

  • Günümüzde belki icazet geleneğini sürdürmek zor. Ama hiç değilse üstadlara, öğretmenlere hürmet etmek gerekmez mi evladım? Ah evladım, eskiden böyle miydi? Bizim zamanımızda çocuklar öğretmene, ustaya “eti senin kemiği benim” diye teslim edilirdi. Öğretmen de usta da çocuğu emanet bilir, öyle yetiştirirdi.

Fahriye teyzeyi dinlerken nasıl bir öğretmen olduğunu merak ediyorum. Derken, ebru teknesini kapatıp koltuğuna oturuyor elinde tesbihi ile.

  • Fahriye teyze yoruldunuz ama sizinle sohbeti sürdürmek istiyorum müsaade ederseniz, diyorum. Nasıl karar verdiniz öğretmen olmaya?

Tebessümle önüne bakıyor, sanki cevap vermekte kararsız. Sonra derin bir iç çekerek söze başlıyor:

  • Ben mi nasıl karar verdim? Kimse bana sormadı ki evladım. Ben on bir yaşlarındaydım. Bir gün muhtar evimize geldi. Rahmetli babama, “Mahmut efendi, köy enstitülerine kız talebe alacaklarmış ama kimse kızını göndermiyor diye kaymakam bey çok kızıyor. Bize de görev verdi, kız nüfusu çok ailelerden en az bir kızı enstitüye kaydettireceksiniz diye. Senin de üç kızın var, vallahi sen birisini seç artık.” demişti. Demişti demesine ama babam rahmetli derin derin düşünerek; “Hele şimdi sen git muhtar, yarın ben sana söylerim cevabımı.” dedi. Muhtar söylene söylene çıktı gitti, ama bizim ev de cenaze evine dönmüştü. Babam biz üç kızına bakıyor, annem rahmetli endişe ile bir babama bir bize bakıyordu. Bizler kurbanlık koyun gibi bekliyorduk. Kaderin oku bana isabet etmişti evladım, babam beni seçmişti. Hiçbir zaman niye beni seçti, babama sormadım. Ama hep merak ettim.
  • Eee, öğrendin mi peki Teyzeciğim?
  • Ah anneciğim! Yalvarırcasına ama edeple dedi ki: “Mahmut efendi, emin misin kızı göndermeye? O mektepte çocuklar komonist oluyormuş derler ya! Sen bilirsin ama.” Babam gayet kararlı: “Olur mu canım! Benim Fahriyem çok akıllı, olmaz komonist momonist! Zaten okul bizim kasabaya yakın, gider ziyaret ederiz kızımızı.” demişti ama ben hiçbir şey anlamamıştım. Derken, babam beni kaydettirdi okula. Evden ayrılma zamanım gelmişti. Rahmetli annem eşyalarımı hazırlamıştı. Son olarak küçük bir bohçayı öptü bana uzattı. “Ah kızım bunu hiç yanından ayırma olur mu? Bir de bana söz ver, komonist olmayacaksın tamam mı!” diyor, sessiz sessiz ağlıyordu. Annem bana Kuran-ı Kerim vermişti. Küçük, deri kaplı, anneme babasının hatırası. Şimdi kızına vermişti, Allah’ı unutmasın diye...

Fahriye teyzenin hikâyesi gittikçe ilgi çekici ama bir o kadar hüzünlü hale geliyordu. Soran gözlerle baktım, bir şey demedim, o anlattı:

  • Derken okul günleri başladı. Biz bir avuç kız, geceleri yatakhanede kâh ağlayarak kâh birbirimizi teselli ederek günlerimizi geçiriyorduk. Ben yine şanslıydım, babam rahmetli haftada bir gün ziyaretime geliyordu. Bir geldiğinde, Ahmet Hamdi Akseki’nin Yavrularımıza Din Dersleri kitabını getirmişti. “Aman kızım bu kitabı okumayı ihmal etmeyesin, arkadaşlarınla akşam bir sayfa da olsa okuyun olur mu.” demişti. Allah’tan kız arkadaşlarım uyumlu çocuklardı. Zaman zaman onlara Kuran-ı Kerim ve babamın getirdiği kitabı okuyordum. Hatta bazı vakitleri kaçırsak da bazılarımız namaz bile kılıyordu.

Ben Fahriye teyzeyi soluksuz dinlerken birden konuşmasını kesti, gözlerini yumdu, elindeki tesbihini çekmeye başladı.

Hayli zaman sonra gözünü açtı, tebessüm ederek:

  • Çok konuştum evladım, dilin de zekâtını vermek gerekir. Allah’ı anarak, salâvat getirerek, öyle değil mi? Bakıyorum sen hâlâ beni bekliyorsun evladım!
  • Evet, Fahriye teyze hem de heyecanla bekliyorum. Biliyorum yoruldun ama biz gençlere yol yordam gösterecek çok şeyler yaşadığın belli teyzeciğim.
  • Aman evladım, anlatmakla biter mi hayat hikâyesi!

Bir an duruyor. Gülerek devam ediyor:

  • Her neyse. Biz bir avuç kız komünist olmadan okulu bitirmiştik. Aslında o zaman ne demek olduğunu bilmesek de bizi kendimizden koparacak, çıkılmaz dehlizlere sokacak karabasan olarak hissetmiştim komünizmi. Belki bu derece korkmak bugün için manasız ama o günün şartlarında korkumuz bizi korumuştu. Bir de rahmetli anneciğimin dua yerine geçen gözyaşları...
  • Sonra öğretmen çıktınız...
  • Mezun olduk. Her birimiz bir köye öğretmen olarak dağılmıştık. Aslında ne kadar gençtik, öğretmen olduğumuzda. Ama o genç omuzlarımıza yüklenmiş ağır bir yük vardı. Bir anda olgunlaşmıştık. Düşünsene evladım, köyde bir öğretmenin bir de köy muhtarının sözü dinleniyordu.
  • Mezun olunca hemen mi evlendiniz Teyzeciğim?
  • Bir gün rahmetli kocam Ömer efendi ailesiyle birlikte istemeye geldi. Aynı okuldan mezun olmuştuk. O zamanlar modaydı; öğretmen öğretmenle evlenirdi. Derken üç evladımız oldu, biri kız, iki oğlan. Ama ben annem gibi ağlayamamıştım onları üniversiteye gönderirken.

Sözün burasında bir anda Fahriye teyzenin gözünde yaşlar beliriverdi, ağlıyordu. Sessiz sessiz bir hayli ağladı o güleç nur yüzlü Fahriye teyze.

  • Ya evladım, biz zamanın büyüsüne kapıldık. Evlatlarımızı en iyi okullarda okutalım derdinden ahiret hayatlarını unuttuk. Elimizden kayıp gittiler.
  • Hayırdır, ne oldu Fahriye teyze, sağ salimlerdir inşallah?
  • Sağlar evladım, sağlar. Ama ne fayda! Sadece kendileri için yaşıyorlar. Ne anne ne baba bildikleri oldu. Üstüne üstelik öyle eşler seçtiler ki evlere şenlik! Bir yerde okumuştum, “evlilik ahiret işidir, dünya işi değil” derlermiş büyükler. Bir de şöyle denilmiş: Hayatta yapılan hatalar beyaz kağıda kurşun kalemle yazılan yazı gibidir. Lastik silgi ile silersin, bir daha yazarsın. Belki bunu yüz defa yaparsın. Sadece kağıdı da delmemek gerekir. Ama iki husus var ki orada yapılan hatalar kurşun kaleme benzemez, çini mürekkep ile yazılmış gibidir. Silmekle baş edemesin, silinmez. Kâğıdı yakmak gerekir. Hangi iki şey bu; iş ve eş seçimi. Allah korusun, sonu ahiret ateşi ile biter.

Teyzemiz kendi yaşadıklarından hareketle sarsıcı şeyler söylüyordu. O neşeli, yaşamaktan haz duyan çehresi gitmiş, belirgin bir hüzün çökmüştü. Yüzüne ve odaya. Devam etti:

  • Rahmetli kocam evlatlarının üzüntüsüyle gitti, ben de kaldım tek başıma evladım. Ne kızımdan ne oğullarımda hayır gördüm. Hoş, ikisi yurtdışında zaten. Allah bana güç verdi, okul yıllarımı hatırladım, bir de rahmetli annemi. Nasıl mücadele etmiştim yılmadan, şimdi de yılmayacaktım. Rabbime güvenerek yaşayacaktık, onu anarak. Ama evlat yarası hiç iyileşmiyor.

Yeniden gözlerini yumuyor Fahriye teyze. Ellindeki tesbihini çekmeye başlıyor. Artık çok yorulduğu belli. Ben gitmekle kalmak arasında kararsızken bir anda gözünü açıyor:

  • Bari sen anlattıklarımdan ders al oğlum. Belki senin yaptığın iyi işlerle Rabbim beni affeder. Hadi yolun açık olsun.

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ebru ile başlamıştık. Belli ki ebru teknesindeki renk cümbüşünün saklayamadığı hüzünler var altta. Cümlelerim boğazıma düğümlenerek veda ediyorum:

  • Allah’a emanet ol Fahriye teyze, Allah senden razı olsun. Bize de dua et. Hayatımın en güzel dersini alarak senden ayrılıyorum.

Fahriye teyzeyi bir daha ziyaret etmeye cesaret edebilir miyim karasızlığı ile çıkıyorum kapıdan.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy