İnsanın asli yaratılışının hızla bozulmaya uğradığı günümüzde hemen her şey insanın tabiatına aykırı gelişiyor. Kontrolden çıkmış devasa yapılar, teknolojik aygıtlar gün geçtikçe mekanikleşen bir dünya sunuyor. Öte yandan modern eğlence ve tüketim kültürü de, insandaki her tür şehevî ve hayvanî güdüleri körüklemek suretiyle, insanın fıtratına aykırı bir hayat ve düşünce biçimi üretiyor. “İnsan nedir?” sorusu doğru bir şekilde cevaplanmadığı sürece de Avrupa ve Amerika gibi ileri sanayi ülkelerinde yaşanan ve diğer ülkelere de bulaşan ahlâkî ve insanî çöküntü duracak gibi değil.
Hz. Peygamber A.S. Efendimiz’in bir hadisine göre “her insan İslâm fıtratı üzere doğar”. Yani her insanın, doğumundan itibaren sahip olduğu öz ve melekeyi koruyarak yaşaması, yani İslâm üzere olması, kendi tabiatına en uygun, en uyumlu olması anlamına gelir. Bu manada dinin bütün emir ve yasakları, insanın bu yaratılışını korumaya ve geliştirmeye yöneliktir.
İslâm, insana iyi ve saf bir varlık olarak bakar. Kur’an’ın pek çok yerinde ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hak insana hem çirkin hasletleri, hem de ahlâkî özellikleri öğretmiştir. Şeytanın ve nefsin çirkin telkinlerine uymadığı müddetçe insan doğal halde yaşar ve bu doğal hal, çatışma, öldürme, benlik gibi güdülerin değil; bilakis Allah’a teslimiyet duygusunun hakim olduğu erdemli bir haldir. Bu yüzden fıtrat üzere, yani doğal hal içerisinde yaşayan çocuklar masumdurlar; günah işleyemezler. Burada Hz. İsa A.S.’a atfedilen bir sözü de hatırlayabiliriz: “Çocuklar gibi olmadıkça cennete giremezsiniz.”
Fıtratı Tersyüz Eden Hayat
İnsanın yaratılışındaki asalet ve saflığı bozan modern maddeci yaşam biçimi, güzel ahlâka karşı çirkin işleri kutsallaştırıyor ve böylece değerler dünyamızda ciddi bir sapmaya yol açıyor. Modern eğlence ve tüketim kültürü, insanı bir “arzu ve şehvet makinası” olarak görüyor. Bunu, akıl ve ahlâk dışı bir sapma olarak belirleyip sorgulamak yerine, normal, sanki insana uygun bir gerçekmiş gibi kabul ediyor. Muazzam büyüklükteki ve artık bütün dünyayı etkisi altına alan tüketim ve eğlence araçlarının, mana derinliğinden yoksun, yüceleri idrak edemeyen bir insan modeli üretmesi gün geçtikçe meşru bir hale geliyor. Bunun neticesinde dinlerin irşad ettiği geleneksel toplumlarda normal olan şeyler, artık anormal, çağdışı görülüyor.
İnsanı tek boyutlu bir makinaya indirgeyen modern tüketim kültürü, insanın fıtratına aykırı bir model ürettiği için, doyumsuzluk, modern birey ve toplumların doğal hali oldu. Bunun en somut ve trajik biçimlerini Amerika’da görüyoruz. Dünyanın en zengin ve güçlü ülkesi olan Amerika, henüz modern çağın tam anlamıyla bozamadığı ülkelerdeki sosyal dayanışma ve ahlâkî bilincin onda birini dahi temin edemiyor. Her yıl, Amerikan ailesinin çöküşünden uyuşturucu bağımlılığına, çok genç yaşlarda bile evlilik dışı hamilelikten aile içi şiddet olaylarına kadar pek çok konuyu araştırmak ve çözüm üretmek için milyarlarca dolar harcanıyor, her tür bilimsel imkan seferber ediliyor. Fakat mevcut bozulmanın aşılması yönünde tek bir somut adım atılamıyor. Küçük yaşlarda ve ailede başlayan doyumsuzluk hissi, daha fazla kazanç, daha iyi araba, daha büyük ev, daha çok haz, vs. şeklinde bir kısır döngüye dönüşüyor ve hiç bir zaman tatmin edilemeyen ve huzur bulamayan bireylerin doğmasına yol açıyor. İnsanın fıtratındaki şükran duygusu köreltildiğinde ve hatta ilerleme, kalkınma yahut ekonomik rekabet adına aşağılandığında, insanın önce Rabbi’ne daha sonra ailesine ve çevresine karşı nankör olması kaçınılmaz oluyor.
Gökdelenlerin ve çelik yığını binaların kuşattığı büyük Amerikan şehirlerinde, insanın yaratılışına aykırı yaşam biçimini apaçık görmek mümkün. Kimliği ve tarihi olmayan bu şehirlere girdiğinizde, şehir sizi aşağılar. Binaların ölçüsüz yüksekliği ve büyüklüğü insana adeta hükmeder. New York gibi yerlerde gökyüzünü görmek için şehir dışına çıkmak zorundasınız. Her gün yüzbinlerce insanın kullandığı metro, durak, işyeri, iş hanı gibi ortak mekânlar, aslında her biri kendi dünyasında yaşayan yalnızlaşmış bireylerin işgal ettiği yapılardan ibaret. Buralarda İslâm şehirlerinin kimliğini, dokusunu, sıcaklığını ve fıtrî asaletini bulmak mümkün değil. Modern yaşam biçiminin en ciddi çelişkilerinden biri tam da bu noktada gün yüzüne çıkar: İnsanın aslî yaratılışından uzaklaştıkça, insana hükmeden ve hatta zulmeden ortamlar yapılıyor. Güneşi, toprağı, kuşları, yağmurun ardından toprağın kokusunu, sonbaharda dökülen yaprakları, sabah güneşinin sıcaklığını hissetmeden yetişen nesillerin, fıtrattan gelen ruh inceliğini uzun süre muhafaza etmesi nerdeyse imkansız derecede zorlaşıyor.
Psikologlar Çaresiz
Fıtrata muhalif hayat biçiminin modern birey ve toplum üzerindeki psikolojik etkisi çok ağır. Psikologların, modern dünyanın din adamları ve kurtarıcıları haline gelmesi bir tesadüf değil. Gündelik hayatın manevi derinlikten gittikçe uzaklaştığı bu dönemde, insanların bir nebze de olsa psikolojik rahatlık arzusuyla psikologlara, new-age adı verilen ve ilkeden yoksun melez din hareketlerine, yahut “kendini geliştir” kitaplarına başvurması, fıtrata muhalif gidişin kaçınılmaz neticeleri. Bununla birlikte modern psikolojinin, fıtrat, ruh ve nefs kavramlarını kavrayamaması, insanı şehevî ve hayvanî olandan ibaret görmesi çöküşü hızlandırıyor. Modern Batı düşüncesi ve hayat tarzı, kutsal değerlerden kopmak suretiyle, tekdüze ve ürküten bir insan tipine sebep oluyor.
Aslî ve asil fıtratından uzaklaştırılan insan, çareyi modern eğlence ve tüketim kültürünün sahte tatmin araçlarında aramak zorunda kalıyor.
Oysa, başımızı birazcık da olsa maneviyat aleminin zirvelerine çevirebilsek, gerçek huzurun nereden geldiğini de anlayacağız. Özellikle içinde bulunduğumuz kutlu Ramazan ayında fıtratımızdaki iyi ve yüce olan karakteri, bireysel ve toplumsal yaşantımızın direği haline getirmek durumundayız.
İnsanın maneviyat dünyasının bunca kirletildiği bir dönemde, fıtrata dönüş sadece müslümanlar için değil, bütün insanlık için bir umut kaynağıdır.