Aramak

Gönlüm Kâbe’yi Özler

Mümin hayatının merkezindedir Kâbe. Bedeniyle, ruhuyla ona yönelir, kalbi onunla atar. Kendisini Rabbi’ne ve O’nun Rasulü’ne en yakın hissettiği yerdir. O yakınlığı bir kez yaşadı mı, artık tekrar tekrar yaşamak ister. Bu yüzden Kâbe’yi hep özler. İnsanın Rabbi’yle olan gönül bağını sağlam tutabilmesi için gayretinin olması gerekir. Bunun için de vesilelere sarılmak icap ediyor. Nitekim günlük hayatımızda ifa ettiğimiz namaz ibadeti, bir ay boyunca tuttuğumuz orucumuz, malî sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz zekât ile sadakalarımız, kalplerimizin Allah ile olan bağını canlı tutmaya yarar. Allah’ın emirlerini yerine getirmek suretiyle O’na olan sadakatimizi ortaya koymuş olur, görevimizi ifa etmiş olmanın verdiği huzurla mutlu oluruz. İbadetlerini yerine getirmeye titizlenen insanların simalarındaki güzelliğin, huzurun temel nedeni budur. Çünkü Rableri’yle barışıktırlar. Bazı ibadetler de vardır ki, mal ve bedenle yapılır. Cihad ve hac gibi. Allah Tealâ durumu yerinde olanların hac görevini ifa etmelerini zorunlu tutmakta ve şöyle buyurmaktadır: “...yoluna gücü yeten her kimsenin o beyti haccetmesi de insanlar üzerine Allah’ın bir hakkıdır...” (Âl-i İmran, 97) Güzel zorluk Hac ibadeti her açıdan fedakârlık gerektiren bir ibadettir. Öncelikle maddî fedakârlık gerektirir. Bunun yanında pek çok zorlukları nedeniyle bedenî olarak da yorucudur. Tüm bunların yanında, işi gücü bir yana bırakarak bir süreliğine dünyadan kopmayı, yurdundan uzaklaşmayı, tanımadığınız milyonlarca insanla bir arada olmayı gerektirir. Neresinden bakılırsa bakılsın zahmetli bir ibadettir. Zorlukları fazla olduğundan dolayı Allah katındaki ecri de çok fazladır. Bundan dolayı Hz. Peygamber s.a.v., “Kabul olmuş haccın karşılığı cennettir.” (Müslim) buyurmuşlardır. Bir keresinde de Nebî s.a.v.’e şöyle bir soru sorulur: “En üstün amel hangisidir?” Cevap verirler: “Allah ve Rasulü’ne iman etmektir.” Tekrar sorulur: “Sonra hangisidir?” Cevap verirler: “Allah yolunda cihad etmektir.” Ardından “Sonra hangisidir?” diye sorulunca şu cevabı verirler: “Makbul olan hacdır.” (Buharî) Hac, Allah’a kulluğa koşmaktır. Binlerce kilometreyi sadece Allah’a ibadet etmek için katetmektir. Düşünün, İstanbul-Mekke arası uçakla 2.400 kilometredir. İnsan sırf Rabbi’ne kulluk etmek için bu kadar mesafeyi aşar. Ahiretin provası olan ihramını giyerek evinden ve ailesinden uzaklaşıp hac ibadetine koşar. Bu yüzden de Kâbe’nin etrafında tavaf ederken ağzıdan şu kelimeler dökülür: “Lebbeyk! Allahümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete ve leke’l-mülk. Lâ şerîke lek.” Yani “Buyur Allahım buyur! Emrindeyim buyur! Buyur Allahım! Senin hiçbir ortağın yoktur. Buyur Allahım! Şüphesiz hamd sana mahsustur. Nimet de senindir, mülk de senin. Senin hiçbir ortağın yoktur.” der. Dünyaya uzak Allah’a yakın Haccın en güzel yanı, insana Allah’a kulluk dışında hiçbir şeyi hatırlatmamasıdır. Yanınızda ne gazete vardır ne de televizyon. Dünyadan tamamen sıyrılırsınız. Öyle bir atmosferde olursunuz ki, ibadetten başka bir şey düşünmeniz asla mümkün değildir. Çünkü etrafınızdaki herkesin orada bulunma nedeni tektir. O da ibadet etmek. Herkes ibadet için bir koşturma içindedir. Gördüğünüz insanlar ya ibadete koşmaktadır ya da dinlenmek için ibadetten dönmektedir. Zamanlarını boşa geçiren, birbiriyle dedikodu eden ve mâlâyani ile vakit öldüren insan sayısı çok azdır. Durum böyle olunca da ibadetten başka bir şeye zaman ayırmaya vaktiniz olmaz. Aklınız başka şeylere kayıp gitmez. Burada sadece boş vakitlerinizde akrabanız ve tanıdıklarınızla telefon görüşmesi yaparsınız. Bunlarda da yaşadığınız derin coşkuyu ve manevi hazzı sizinle beraber gelemeyenlere aktarırsınız. Telefon görüşmeleri bile ibadetin bir parçası olur. Telefon hattının diğer ucundan konuşanlar sizinle beraber orada olamadıkları için son derece üzülürler. Uzaktan da olsa onların Allah’a ve ibadete olan sevgilerinin artmasına aracı olursunuz. Bu yüzden açtığınız telefonu bile bir başkadır haccın. Sanki Sahabiler gibi Hacda Rasulullah s.a.v. her an aklınızdadır. Kâbe’nin etrafında, Safa ile Merve arasında, Hira’da, Sevr’de, Arafat’ta ve Mina’da, velhasıl her yerde... Ayağınızın en az bir kere olsun, Allah Rasulü’nün bastığı bir yere temas edeceğini bilmek insanın kalbini hoplatır. O’nun hayatını okuyup öğrenerek, hacdaki uygulamalarını belleyerek hacca gidenler bu açıdan çok şanslıdırlar. Sanki Rasulullah s.a.v. yanlarındaymış gibi haccederler. Onun nerede ne yaptığını bildiklerinden bir başka heyecan duyarlar. Allah Rasulü oradaymış, onlar da onun sahabileriymiş gibi hissederler. Hira’da veya Sevr’de mağarada oturduklarında, Rabbimiz’in Son Elçisi’nin oracıkta oturmuş olduğunu düşünerek gözyaşlarına boğulurlar. Rablerinin kendilerine böyle bir nimeti ihsan etmesi nedeniyle şükrü ifade edecek kelime bulamazlar ve en iyi münacat yolu olarak gözyaşlarına sarılırlar. Pek çok hikmeti barındıran haccın en güzel yanlarından birisi, dünyanın farklı bölgelerinden gelen müslümanları buluşturmasıdır. Mümin kardeşleriyle bir araya gelen kimsenin uzaktan sevdiği kardeşlerine karşı hissettiği duygu derin bir muhabbete dönüşür. Hele de yeryüzünün dört bir tarafında sıkıntılar içinde yaşayan mümin kardeşlerini gördüğünde sevgisi iyice katmerleşir. Kâbe’nin etrafında namaza durduğunuzda, farklı ten rengine sahip bu insanlarla bir arada saf durursunuz. Ne dillerini ne de memleketlerini bilirsiniz. Ve bu güzel insanlarla hacdan sonra bir daha karşılaşmazsınız. İçiniz onlara karşı öyle bir ısınır ki, birbirinizin yüzüne baktığınızda, uzun zamandır tanışan ve yeniden karşılaşan iki insan gibi karşılıklı tebessüm edersiniz. Gözlerinizle çok şeyler söylersiniz. Bu bakışmaların kalbinizde biriktirdiği sevgi o kadar çoğalır ki, haccı bitirip o güzelim topraklardan ayrılırken gözlerinizden dökülen yaşların bir nedeni de ayrıldığınız kardeşleriniz olur. Onları bir daha göremeyecek olmanıza yanarsınız. Zira simsiyah derili, çekik gözlü, buğday tenli, güçlü veya çelimsiz kardeşlerim arasında Rabbime yönelmek bir daha nasip olabilecek mi diye içinizi bir özlem kaplar. Bu, ayrılmadan yaşanan bir hasrettir. Nefse fırsat vermeden Hac insana belki de en çok sabretmeyi öğretir. Evde ailenizin her türlü sıkıntısına ve hatasına katlanırsınız. Çocuğunuz bir yanlış yaptığında bu durum sizin için fazla bir sorun olmaz. Çünkü yuvanızdaki her bir ferdi yaptıklarına tahammül edecek kadar çok seversiniz. Belki kızarsınız, ancak yine de bir arada yaşamak en büyük mutluluklarınızdan birisidir. Hacda ise durum bambaşkadır. Kendi ülkenizden insanlarla da olsa sonuçta tanımadığınız ve huyunu suyunu bilmediğiniz kişilerle aynı odaları paylaşmak durumunda kalırsınız. Herkesin yetişme tarzı farklı olduğundan, size çok ters gelen davranışlara ve alışkanlıklara tahammül etmek zorunda kalırsınız. Başka coğrafyalardan gelen insanlara gelince, sizi adeta sabır küpü yaparlar. Yemeleri içmeleri, alışkanlıkları, hareketleri bambaşkadır. Böylece diğerleriyle paylaşmayı, bir arada yaşamayı öğrenirsiniz. “Buraya ibadet etmeye geldim, kavga etmeye değil” diyerek, sizlere yapılan haksızlıklara katlanırsınız. Bütün bunların hacda kazanacağınız ahiret sermayenizin artmasına vesile olmasını niyaz ederek sabır çekersiniz. Hac dönüşü aklınızda kalan cümlelerden birisi de oradaki görevlilerin sık sık tekrarladığı “hacî ya sabır!” ifadesi olacaktır. Hacdan döndüğünüzde, hac öncesi hayatınızın adeta sıkıştırılmış bir özetini birkaç haftada yaşamış olduğunuzu görürsünüz. Gerçekten de bir insanın tüm ömrü boyunca yaşayabileceklerinin özeti o kısacık süre içerisinde yaşanmıştır. Yemeklerden otobüslere, Arafat’tan Mina’daki çadırlarda konaklamaya, şeytan taşlamadan Hira’ya, otel odasında yaşananlardan sokakta yürümelere varıncaya kadar günün yirmi dört saati dopdolu geçer. Velhasıl bir insan, tüm yaşamı boyunca karşılaşabileceği her şeyle bir kereliğine de olsa bu kısa zaman süresince karşılaşır. Haccın bir bereketi de işte budur. Dikkat ederseniz, hacdan dönenlerimiz saatlerce Mekke’den ve Medine’den bahsederler. Anlatacakları bir türlü bitmez. Benim tercihim, hac hatıralarını hiç yurt dışına çıkmamış saf Anadolu insanlarından dinlemektir. Onların kalpleri heyecan yüklüdür, gözleri her zaman yaşlıdır ve yaptıkları ibadetten alınabilecek en büyük hazzı almışlardır. İçine hiçbir riyayı karıştırmadan yaptıkları hac ibadetinin manevi yansımasını anlattıklarında bulabilirsiniz. Onun adı artık ‘Hacı’ Günün yirmi dört saatini tamamen ibadetle geçirmiş ve dünyadan kopmuş olan insanların yüzlerindeki manevi temizlenmeyi hepimiz fark ederiz. Yaşadıklarıyla birlikte nurlanmışlardır. Zira hacda kulluk kolaydır. Ama asıl olan bu hali devam ettirebilmektir. Hayata yeniden başlayabilmektir. Önceki yanlışlara dönmemektir. Hal ve hareketlere çeki düzen vermek, güzel kelimelerle konuşmak, ibadetlere titizlenmektir. Ayrıca herkesin kendisine artık “hacı” gözüyle baktığını bilmek ve buna göre davranmak gerekir. Hepimizin bildiği üzere, insanlarımız hacca gitmiş insanlardan daha farklı bir yaşam beklerler. Artık onun örnek bir insan olmasını isterler. Bu yüzden, hem Rabbimizi memnun etmek, hem de insanların beklentilerini boşa çıkarmayarak çevremize güzel bir örneklik sergileyerek tüm yaşantımıza çeki düzen vermemiz icap eder. Bunu yapalım ki hacda kazandıklarımızı heba etmeyelim. Allah Rasulü s.a.v.’in haber verdiği müjdeyi hac sonrasında heder etmeyelim: “Kötü söz söylemeden ve büyük günah işlemeden hacceden kimse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahsız olarak (evine) döner.” (Buharî) İmkanı olanlar için zikredilmesi gereken bir iş daha bulunmaktadır: Hac vazifesini ifa ettikten sonra fırsat ve imkan buldukça umreye gitmek güzel olur. Çünkü hacda olduğu gibi umre ibadeti de insanın kulluk bilincini pekiştirir, kutsal toprakların manevi iklimi mümini istikamet üzere tutar. Hepimizin evinin bir köşesinde mutlaka bir Kâbe fotoğrafı vardır. Rabbim orayla olan gönül bağımızı sağlam tutsun. İbadetlerimizde bedenimizle döndüğümüz Kâbe’ye ruhumuzla da dönmeyi nasip etsin.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy