Aramak

Harman Yeri

Cümle kapısından girdiğimizde başlayan hayat’ımız, hem sağ yandan hem sol yandan birer kapı ile iki ayrı ahıra açılırdı. Karşıda ise pek de dik olmayan bir merdivenle ikinci kata çıkılırdı ki, bu ikinci kat aynı zamanda yukarı kapıdan girildiğindeki birinci kat oluyordu. Bu merdivenin altında, sağ dipte ise içinde bir horozla birkaç tavuğun bulunduğu kümesimiz vardı. Tavuklar ve horoz, cümle kapısının –dışarıya göre– sağ dibindeki tavuk deliğinden girip çıkarlardı. Sadece onlar mı? Kediler de...

Bu deliğin adı “tovuk” yani tavuk deliği olduğu, kasabamızın bütün eski tip evlerinde böylesi deliklere tovuk deliği adı verildiği halde, kimsenin aklına bunlara “kedi deliği” demek gelmezdi. Üstelik bu deliklerden kedilerin de girip çıkmalarını, onların bu deliklerin kendilerine ait olmadığını bilmemeleriyle açıklayamayacağımıza göre, durumu nalıncı keseri gibi kendilerine doğru yontmalarına mı vermeliyiz?

Bana kalırsa böyle yapmak bile o kibar ve onurlu yaratıklara karşı suizan olur. Çünkü onlar ev ahalisinin toptan “pist!” ünlemleriyle karşılaşsalar o evi, o deliklerden aynı kolaylıkla terk edebilirler. Öyle çağrılmadıkları yere giden yüzsüz ve onursuz hayvanlar değildirler. Belki ta işin başından beri ev sahipleri tarafından kendilerine yemek artıkları yedirilmek üzere gel gel edildiğini bilmektedirler. Tavuklar kadar olmasa bile kendilerinin de hayli geniş bir hoşgörüye ve “kabul-i âmme”ye mazhar olduklarından haberdardırlar. Bir de çocuklarca daha da çok sevildiklerinin farkındadırlar.

Neyse, biz kedilere dair tefelsüfü kesip dedemin odasına doğru yürüyelim.

Alt katın cümle kapısından hayat’a (bütün heceler kısa söylenir) girip, sol dipte kümesin üstünden o oldukça yatık merdivenle yukarı çıkıldığında hemen sol yanda bizim “gillar” dediğimiz, diğer odalara göre loş olmasa da daha az aydınlık olduğu muhakkak olan kiler bulunurdu. İçinde küplerin sıralı olduğu... Bu küpler de zemin üzerinde değil, bir karış kadar yukarıda taşlar üzerinden sabitlenmiş düzgün tahtalar üstünde olurlardı. Araları açılmış iki odanın birleştirilmesiyle oluşan mekânı içeriden çepeçevre kuşatırlardı.

“Bunlar ne küpüydü?” derseniz hatırlayabildiklerimi sayayım: Bulgur küpü, tarhana küpü, pekmez küpü, turşu küpü, kıyma küpü... Boyları farklı olsa da çoğunlukla kapaklı olurlardı ve hepsi de kendi kasabamızda “Kapçılar” lâkaplı sülalenin ürettiği yerli mamullerdi. Çarşının hemen ardındaki, hemen herkesin bildiği yakın geçmişe kadar da gözleriyle gördüğü yerlerinde, şimdi onlar da bir varmış bir yokmuşa döndüler.

Tabii ki dedemin günündeki evimizden bahsediyorum. Bu baba tarafından olan dedem 1950’lerin ortalarında vefat ettiğine göre, 65-70 yıl öncelerinden yani. Üstelik “evimiz” dediğime de bakmayın, o ev de şimdi bizim değil, taksimde Ayşe halama düşmüştü, ondan da kızına. Belki de diyeceksiniz ki “Bunlar nostalji arkadaş, bunları hepimiz biliyoruz, sen de kafana takma. Geçmişe mâzi derler, geç bunları!”

Ben de “Hop dedik, orda bir durun bakalım!” derim. Bunlara nostalji deseler de dâüssıla deseler de mâzi deseler de umurumda değil. Geçemem bunları ben, kolaysa sen geç, diyeceğim ama insafa sığmayacak. İyisi mi sen de geçme!

Bir de “Bunları hepimiz biliyoruz!” demeleri yok mu?! Elbette bileceksiniz. Ben de zaten hepimizin bildiği şeylerden söz ediyorum. Benim işim de kimselerin bilmediği şeylerden söz etmek değil herhalde. Hem kimsenin bilmediğini ben nerden bilecekmişim ki?

  • Nerde kalmıştık?
  • Birinci katta.

Orada “gillar” dediğimiz kilerden başka, dedemin odası ile bizim ikinci hecesini uzatarak telaffuz ettiğimiz ekmek evinden bozma “ekmêvi” dediğimiz mutfak, hemen karşısında ibrik ve leğenin bulunduğu bir abdestlik ve ikisi arasında da Civilgil’e bakan yukarı kapı...

Dedemin odası dediğim oda gerçekten dedemin odasıydı. Dedem bütün ömrünü orada geçirmişti, demiyorum ama hele mevsim kışsa, odun sobasının hemen arkasındaki yatağında uzanmış olur, “Anay anay!” diye inleyerek romatizmalı dizlerini –şimdi daha iyi anlıyorum– orada ovuştururdu.

Burası hem evin en sıcak hem de yukarı kapıya en yakın yeri olduğundan en kolay girilip çıkılan düz ayak odasıydı. Belki de dedem bu yüzden bu odayı böylesine ısrarla tercih ediyordu. Ben daha ötesini nerden bileyim, hafızamdaki dedemle ilgili tablolar onun son on-on iki yılına, yani hasta ve ihtiyar hallerine aittir.

Nerde kalmıştık? Evet, bu oda gerçekten de evin en sıcak odasıydı. Bunu dedemin evini içerden tanıyan herkes bilir. Çünkü bu oda –dizmeyi, alt üst aralıkları yani mabeynleri saymazsak– beş altı kadar odası olan koskoca evin şüphesiz en sıcak odasıydı. Bunu laf kıtlığında asma budamak için söylemiyorum. Haydi evimizin bir sırrını ifşa edeyim: Evet! Çünkü bu oda sıcaklığını sadece sobasına değil, hemen altındaki inekli eşekli ahıra da borçlu bulunuyordu.

İşte burada, hafızamın sisleri arasında dedem ayaklarını hem soba tarafına hem aynı istikametteki oda giriş kapısına doğru uzatmış yatarken, sol arka yanındakinden başka sobanın ilerisinde ayrı bir dolap daha bulunurdu. Üstelik onunla köşeleşen davlumbaz dediğimiz alt alta birkaç dar gözü bulunan ayrı bir küçüğüyle birlikte. Davlumbazın gözlerine ne mi konurdu?

Hayal meyal hatırladığım birkaç ufak tefekten biri elbise fırçası, diğeri küçük, parlak sarı renkli silindirik kahve değirmeni... Hele o, hele o! Bu el değirmeninin hep orada durduğunu dünmüş gibi hatırlıyorum. Ne hatırlaması! İşte sapsarı parlıyor, görüyorum! Davlumbazın sağında bazan “yüklük” bazen “musandıra” dediğimiz, çift tahta kapılı bölüme gündüzleri yatak ve yorganlar düzenlice dürülüp istiflenir, üstleri de itina ile örtülürdü. Davlumbazla yüklük arasında da dar, küçük bir kapı kanadıyla açılan –asrî gideceksek– banyo, daha doğrusu çimme yeri, en doğrusu gusulhane vardı.

  • Sonra?
  • Ne sonrası? Sonrasından kime ne!

Bir Deyim

Günahı sevâbı bilmek

Günah, Türkçe’ye Farsça’dan sevap, Arapça’dan gelip girmiş. Günah, Farsça’da “suç” demekmiş. Sevap da Arapça’da dinin ödüllendireceği iyi, güzel, makbul, doğru davranış ve sözler anlamındaymış.

İkisi de Türkçe “bilmek” fiilimsisinde “imâme” misali birleşince, ikisi birden dinin yasakladığı ve makbul saydığı eylem veya sözler anlamına gelir olmuş. Üstelik bu manada da hem kullanılagelmiş hem kullanılagitmekte.

Günah, bugün Türkçe’de suç demeye gelmez. Suç, bugün kanunun yasakladığıdır. Dinin yasakladığına ise günah denir. Kanunun yasakladığı suçtur ama bu suç her zaman günah demeye gelmez, hatta bazan sevap bile olabilir. Suç işleyen, kanunun takibatına uğrayıp bu dünyada cezasını görse de, günah işleyen bu dünyada cezasını çekmese bile öbür dünyada çekecektir. Durumuna göre affa uğraması da mümkündür. Hatta günahlarının sevaba tebdil edilmesi bile... Ama dinin günah saydığını sevap sayacak bir merci yoktur.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy