Cenâb-ı Mevlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde tefekkürü ve düşünmeyi emrediyor. Kur’an’da varlıklar üzerinde düşünüp ibret alanlar şöyle övülür:
“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Rabbimiz sen boşuna yaratmadın’ derler...” (Âl-i İmrân 3/191)
Yüce Allah’ın böylesine övgüyle bahsettiği tefekkür için âlimlerimiz de, “Bir saat tefekkür, bir gecelik ibadetten hayırlıdır” diyorlar. Ayrıca, “Tefekkür kişinin aynasıdır, iyilik ve kötülüklerini kişiye gösterir” sözü de, tefekkürün olgunluk ve kemali elde etme yolundaki vazgeçilmezliğine işaret etmektedir.
Rivayete göre Lokman Hekim yalnız başına oturur, uzun uzun düşünür, tefekkür ederdi. Niye böyle yaptığı sorulunca, “Yalnızlık düşünce için daha uygundur. Düşünce ve tefekkür insanı cennet yoluna ulaştırır” derdi.
Bişr el-Hâfî (k.s) aynı mânaya şöyle işaret eder: “Eğer insanlar Allah’ın azametini yeterince düşünüp tefekkür etselerdi, O’na asla isyan etmezlerdi.”
Tefekkürün sonuçta vereceği meyve ilim, hal ve amellerdir. Çünkü tefekkür kalpte ilim doğurur. Kalpte ilim meydana gelince, kalbin hali değişir. Kalbin hali değişince de, âzaların amelleri değişir. Yani amel hale, hal ilme, ilim de tefekküre bağlıdır. Bu demektir ki bütün iyiliklerin başı ve başlangıcı tefekkürdür.
Allah için tefekkür, zikirden hayırlıdır. Zira kalbin O’nun tecellilerini tefekkür etmesi zikirdir. Kalbin zikri, âzaların amelinden hayırlıdır. Amelin şerefi de zikir sayesindedir. Tefekkür, zikrin de üstünde olduğuna göre, anlaşılıyor ki bütün amellerden hayırlıdır.
Sevilmeyen şeylerden sevilen şeylere, dünya hırs ve düşkünlüğünden zühd ve kanaate insanı iten kuvvet tefekkürdür. Müşahede ve takvâyı ihdas eden kuvvet de zikirdir. Anlaşılıyor ki, kemâlâtı elde etme yolunda ne tefekkürden vazgeçmek mümkün, ne de zikirden...
Mânevî olgunlaşmanın vazgeçilmez bir unsuru olan tefekkür neler üzerine yapılmalı? Allah Teâlâ’nın zâtının dışında her şey tefekküre konu olabilir.
Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarından başka her ne varsa, hepsi O’nun fiili ve yarattığıdır. Bu varlıkların bir kısmının aslını bilemeyiz ve onlar üzerinde tefekkür mümkün değildir. Bir kısım varlıkların da aslını ve genel durumunu biliriz, fakat ayrıntılarını bilemeyiz. Bu varlıkların tafsilâtları üzerinde tefekkür mümkündür. Fakat melek, cin, arş, kürsî, şeytan gibi gözümüzle görüp anlayamadıklarımız üzerinde tefekkür çok zordur. Dolayısıyla, insanın gözüyle görüp anlayabileceği varlıklar üzerinde düşünmesi en uygunudur.
Kâinatta, yer ve göklerde, görülmeyen, canlı-cansız her varlığın var oluşunda ve hareketinde, Cenâb-ı Rabbü’l-âlemin’in sayısız tecellisi ve hikmeti vardır. Bütün varlıklar, O’nun birliğine, sonsuz kudretine işaret eden açık delillerdir. Kur’ân-ı Kerîm, işte bu işaret ve deliller üzerinde tefekkürü teşvik eder:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır.” (Âl-i İmrân 3/190)
“Buyruğu ile göğün ve yerin ayakta durması, O’nun varlığının alâmetlerindendir.” (Rûm 30/25)
Cenâb-ı Hakk’ın kudretine ve büyüklüğüne işaret eden en açık âyetlerden biri de, insanın bizzat kendisidir. İnsan, bütün ömrü boyunca kendi hayret verici hallerini düşünse, belki hârikulâde varlığının pek azını anlayabilir. Oysa bundan tamamen gafildir. Kendinden gafil ve cahil olan insan, bu haliyle başkasını anlamaya nasıl heves edebilir? Halbuki Hak Teâlâ, kişinin kendisi üzerinde tefekkürünü emreder ve, “Kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır, göremezsiniz” (Zâriyât 51/21) buyurur.
Kişi, insanın iç ve dış görünüşüne, bedenine ve sıfatlarına bir baksa, akıllara durgunluk verecek şeyler görür. Bütün bunlar Allah Teâlâ’nın bir damla sudaki ve hatta bir tek hücredeki sanatıdır.
Ya gökler ve yıldızlardaki sanatına, onların yapılış, şekil, miktar hepsinin yerli yerinde olmasına bir baksa, O’nun sanatına daha çok şaşıracaktır. Göklerin esrarından bir tek zerrenin, O’nun hikmetinin dışında olduğu sanılmamalıdır.
Oysa ne hayret vericidir ki, güzel bir yazıyı görüp onu yazana hayran olan insan, hem kendi üzerinde hem de bütün bir kâinatta akıllara durgunluk veren bunca hârikulâdelikleri görüp bildiği halde, bunların yaratıcısının kudret ve yüceliğini düşünmez. O’nun azamet ve celâli karşısında hayret ve dehşet içinde kalmaz!
Bu haliyle insanoğlu tıpkı bir hükümdarın muhteşem sarayının altında yuva yapan karınca gibidir. O karınca saray sahibi ile karşılaşıp konuşmaya muktedir olsa, ancak kendi yuvasından, yiyecek ve içeceğinden bahsedebilir. O büyük ve görkemli saraydan haberi bile olmaz.
Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini biraz olsun anlayabilmemiz için, O bize bir kâinat dolusu delil ve imkân bahşetmiş bulunmaktadır. Bunları değerlendirmeyip O’nun muhabbetine ulaşmamak bir tür nankörlük sayılmaz mı?
Burada bir ölçüye de dikkat etmek gerekir: Allah’ı mârifet hususunda âlimler ve velîlerin bildiğine nisbetle, bizim bildiklerimiz az. Bütün peygamberlerin bildikleri de, mukarreb meleklerin bildiklerine nisbetle az. Bu melekler de dahil, bu mahlûkatın bildikleri ise, Allah’ın ilmine nisbetle, ilim denmeyecek kadar az. Bunlara ilimden ziyade dehşet, hayret, kusur ve acziyet denir.
Kullarına bildirdiğini bildirdikten sonra, “Size az bir ilim verilmiştir” (İsrâ 17/85) buyuran Cenâb-ı Mevlâ’nın karşısında kul olduğunu unutup kibirlenmek yerine, secdeye kapanmamak mümkün mü?
İnsanın kendisiyle, kâinatla ve yaratıcısıyla irtibatını zayıflatan bugünkü hayata rağmen, mümin tefekkür etmekle mükelleftir. Ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, bütün bilimsel buluşlar da akıllı insanı tefekküre çağırmıyor mu?
Allah Teâlâ yerlerde ve göklerdeki varlıkları düşünerek ibret alan kullarını sever...