Aramak

Hayat Dengemiz - Bir Seferdeyiz; Ya Ebedî Saadete, Ya da Ebedî Felâkete

Ce­nâb-ı Mev­lâ’nın en mü­kem­mel sû­ret­te ya­rat­mış ol­du­ğu in­sa­noğ­lu­nun var o­luş ga­ye­si, nef­si­ni ta­nı­ya­rak yü­ce ya­ra­tı­cı­sı­nı bil­mek ve O’na ya­kın­lı­ğı el­de et­mek­tir. Bu da, iki ci­han ser­ve­ri Efen­di­miz’in (s.a.v) ha­ber ver­di­ği üze­re, “bü­yük ci­had” de­ni­len ne­fis­le mü­ca­de­le ve mü­şa­he­de­yi ba­şar­mak­la müm­kün­dür. Hiç şüp­he yok, ne­fis­le mü­ca­de­le, ki­şi­nin ken­di­si­ni cid­di bir kont­rol al­tın­da tut­ma­sı, mu­ha­se­be ve mu­ra­ka­be­yi ha­yat tar­zı ha­li­ne ge­tir­me­si de­mek­tir. Ne­fis­le mü­ca­de­le di­yo­ruz; çün­kü in­san, bü­tün zıt sı­fat­la­rı ken­din­de top­la­mış­tır ve cid­di bir im­ti­han ge­çir­mek­te­dir. İn­sa­noğ­lu­nun ebe­dî ha­ya­tı­nı be­lir­le­ye­cek olan bu cid­di im­ti­han, rab­bi­nin tür­lü hik­met­li ve es­rar­lı iş­le­ri­ni ib­ret na­za­rıy­la te­fek­kür et­me­yi mec­bu­ri ve za­ru­ri kı­lar. İn­sa­noğ­lu me­le­kût âle­mi ile şe­hâ­det âle­mi ara­sın­da bir köp­rü me­sa­be­sin­de­dir. Ya­ni hem mad­de âle­miy­le hem de mâ­na âle­miy­le ir­ti­bat­lı­dır. Böy­le iki yön­lü ya­ra­tıl­ma­sı­nın mak­sa­dı ve hik­me­ti, in­sa­nın et ve ke­mik­ten oluş­muş be­den ül­ke­sin­den lâ­hû­tî ik­li­me, ebe­dî mut­lu­luk ve sa­fa âle­mi­ne yük­sel­me­si­ni müm­kün kıl­mak­tır. Be­den ül­ke­si­nin sa­ra­yı hük­mün­de olan in­sa­nî kalp, ma­hi­ye­ti iti­ba­riy­le âlem-i me­le­kût­tan­dır. Bu yüz­den ka­lı­bı kü­çük olan kal­bin, mâ­na­da­ki en­gin­lik ve ge­niş­li­ği­ne bir sı­nır çi­zi­le­me­mek­te­dir. Âde­ta bü­tün âlem­ler, kâ­inat, in­san­da­ki kalp ok­ya­nu­su­nun de­rin­lik­le­ri­ne giz­len­miş­tir. İş­te bu şe­ref­li va­sıf­la­rı ve yü­ce­li­ği se­be­biy­le kalp Rab­bü’l-âle­min’in te­cel­li­gâ­hı ol­muş­tur. İn­san da kâ­ina­tın öze­ti ve ya­ra­tıl­mış­la­rın en şe­ref­li­si olu­şuy­la te­ma­yüz et­miş ve bü­tün mev­cu­da­tın üs­tün­de bir ma­kam ka­zan­mış­tır. İn­sa­noğ­lu ya­ra­tı­lış ga­ye­si­ne mu­ta­bık ve­ya mu­ha­lif ola­rak müs­bet yön­de yük­sel­mek­te ve­ya men­fi yön­de al­çal­mak­ta­dır. Baş­ka bir ifa­dey­le in­san, “es­fel-i sâ­fi­lîn” ile “alâ-yi il­liy­yîn” ara­sın­da­ki bü­yük me­sa­fe­de ha­re­ket ha­lin­de­dir ve bir yer iş­gal et­mek­te­dir. İn­sa­nın bu iki uç ara­sın­da­ki ye­ri, ya­ra­tı­lış ga­ye­si ve hik­me­ti­ne gö­re bir ter­cih ya­pıp yap­ma­ma­sı­na bağ­lı­dır. İn­sa­nın ya­pa­ca­ğı bu bü­yük ter­cih se­be­biy­le­dir ki, o ne me­lek­tir, ne de hay­van­dır. İn­san, hem me­le­kî ve hem de hay­va­nî sı­fat­la­rı ben­li­ğin­de ta­şır. Bu sı­fat­la­rın­dan han­gi­si­ni kuv­vet­len­di­ri­ci ve­si­le­le­re ya­pı­şır­sa, o ya­nı ve o ben­li­ği ge­li­şir. Böy­le­ce in­san, ebe­dî fe­lâ­ket ile ebe­dî sa­adet ara­sın­da ge­zi­nir du­rur. İman ile in­kâr ara­sın­da sa­yı­sız ko­nak­lar­da mev­ki ve mer­te­be sa­hi­bi olur. İn­san men­fi yön­de son­suz ile müs­bet yön­de son­suz ara­sın­da mâ­nen bir sey­rü­se­fer­de­dir. Bu iki son­suz ara­sın­da iman, sı­fır nok­ta­sın­dan müs­bet son­su­za doğ­ru in­sa­nı der­hal mi‘­ra­ca baş­la­tır. Küf­rü ter­cih ise in­sa­nı men­fi son­su­za doğ­ru ebe­dî fe­lâ­ket va­di­si­ne iter. Sı­fır nok­ta­sın­dan müs­bet son­suz is­ti­ka­me­tin­de alı­nan mâ­ne­vî me­sa­fe, ima­nın ke­ma­li ve amel ba­kı­mın­dan kuv­vet­li­li­ği nis­be­tin­de­dir ve bu­na nis­bet­le cen­net-i âlâ da de­re­ce­si­ne gö­re bir mer­te­be­dir. Sı­fır nok­ta­sın­dan men­fi son­su­za doğ­ru ya­ra­tı­lış hik­me­ti­ne ters yön­de gi­diş ise, an­cak ha­ki­kat­le­re kar­şı inat­çı­lı­ğın ifa­de­si­dir. Küf­rün şid­de­ti ve mâ­ne­vî ben­li­ği tah­ri­ba­tı nis­be­tin­de, in­san ebe­dî fe­lâ­ket yur­du olan ce­hen­nem­de hak et­ti­ği de­re­ce­ye iner. İn­sa­noğ­lu iş­te böy­le­si­ne iki yön­lü bir ya­pı­ya sa­hip­tir. Unu­tul­ma­ma­lı­dır ki, her in­sa­nın rab­bi­nin uza­ğı­na ya da ya­kı­nı­na gö­tü­ren bir yol­cu­lu­ğu mut­la­ka var­dır. Bu yol­cu­luk ise, in­san ya­şa­dık­ça de­vam eder, gi­der. Mü­kel­lef kı­lın­mış var­lık­lar olan in­san ve cin­le­rin dı­şın­da, bü­tün mah­lû­kat, ter­cih hak­kı ol­mak­sı­zın rab­bi­ne ita­at eder ve is­ter is­te­mez O’nun adı­na iş gö­rür. Bu ha­liy­le bü­tün âlem O’nun bü­yük kud­re­ti­nin şa­hi­di, sa­na­tı ve iti­raz­sız ku­lu­dur. Her zer­re­siy­le bü­tün mev­cu­dat ken­di hal li­sa­nıy­la O’na işa­ret eder, O’ndan bah­se­der. Eş­ref-i mah­lû­kat olan in­sa­nın rab­bi­ni an­ma­sı, ha­tır­la­ma­sı, O’nu şa­nı­na ya­ra­şır ma­hi­yet­te yâd et­me­si ise, ken­di ar­zu ve ira­de­si­ne bı­ra­kıl­mış­tır. İn­sa­nın ira­de­siy­le rab­bi­ni zik­ri, mah­lû­ka­tın hal di­liy­le yap­tı­ğı zik­re, ce­ma­atin tes­bi­hi­ne şu­ur­lu bir iş­ti­rak­tir. Bu du­rum var o­luş ga­ye­si­nin kalp­ler­de­ki te­cel­li­si, dil­ler­de­ki te­ren­nü­mü­dür. Bu hal, bü­tün ilim­le­rin ne­ti­ce­si­nin, kal­bî bir haz, bir fe­yiz ve bir mâ­na ola­rak, ke­li­me-i tev­hid gi­bi bü­tün ha­ki­kat­le­ri tem­sil eden bir for­mül ha­lin­de dil­den dö­kül­me­si­dir. Bu ses ebe­dî sa­ade­ti müj­de­ler. Bu ses ve ta­şı­dı­ğı mâ­na, iki ci­han sa­ade­ti­nin te­mi­na­tı­dır. Bu mü­ba­rek te­laf­fuz ve te­ren­nüm, da­ha dün­ya ha­ya­tın­da iken ebe­dî cen­net ha­ya­tı­nın kü­çük bir nu­mu­ne­si olan mâ­ri­fe­tul­lah ve mu­hab­be­tul­lah der­ya­sı­na da­la­rak, do­ya do­ya, ka­na ka­na iç­mek­tir. İş­te bu kur­tu­luş ve­si­le­si, mâ­na ha­ya­tı­nın çeş­me­si, Kur’ân-ı Ha­kîm’in sır­rı, kul­lu­ğun alâ­met-i fâ­ri­ka­sı, ebe­dî sa­ade­tin müj­de­ci­si zik­rul­lah­tır. Ya­ni Al­lah’ı an­mak, ha­tır­la­mak, O’nu yâd et­mek­tir. O’nun nok­san sı­fat­lar­dan mü­nez­zeh, ke­mal sı­fat­lar­la mut­ta­sıf ol­du­ğu­nu ik­rar ve te­yit et­mek­tir. Ya­ni zik­rul­lah, kul­lu­ğun öze­ti, iba­det­le­rin ru­hu ve mih­ve­ri, sa­ade­tin şif­re­si ve mü­min­le­rin en şe­ref­li ni­şa­nı­dır. Zik­rul­lah, her şey­den ama her şey­den bü­yük­tür; hat­ta için­de zik­ri ih­ti­va et­me­yen her iba­det­ten de... Çün­kü zik­rul­lah en gü­zel isim­le­rin sa­hi­bi yü­ce mev­lâ­yı an­mak­tır. Hak­ka vus­lat yo­lun­da ne­fis ve şey­tan­la mü­ca­he­de ve mü­ca­de­le­de en mü­es­sir, en et­ki­li si­lâh zik­rul­lah­tır. Zik­rul­lah mâ­ri­fet ve mu­hab­be­tin se­be­bi­dir ve ima­nı güç­len­di­rir. Ne­ti­ce­de de mü­min­le­ri cen­net ve ce­mâ­le va­sıl ey­ler. Zi­kir, tev­hi­de ka­dar bü­tün ma­kam­la­rı mey­ve­len­di­rir. Baş­ka hiç­bir va­sı­ta ile ula­şı­la­ma­yan ma­kam­la­ra ulaş­tı­rır. Bü­tün kâ­inat, ce­re­yan eden ha­yat ca­zi­be­siy­le, hep ay­nı ga­ye­ye doğ­ru bir koş­tur­ma için­de­dir. Mut­lak kud­re­te, Hakk’a vus­la­ta, ahad olan yü­ce Al­lah’a doğ­ru ko­şuş için­de­dir. Bü­tün var­lık­lar ser­mest hal­de dön­me­de­dir. Ve in­sa­noğ­lu­nu ken­di fıt­ra­tı ça­ğı­rıp dur­ma­da, O’nun vus­la­tı­na da­vet et­me­de­dir. Ko­pup gel­di­ği ebed ve ezel sır­rı, için­de ya­nıp dur­ma­da­dır. Koş­mak, rah­met der­ya­sı­nın mu­hab­be­tiy­le ay­nı he­de­fe koş­mak... İş­te fıt­ra­ta dö­nüş bu­dur.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy