Yüce rabbimiz, insanı en güzel şekilde yarattığını bildiriyor. Bu en güzel şekil, sadece insanın beden özellikleri değil, aynı zamanda sahip olduğu birçok güzel meziyet ve faziletleri de kapsar.
Bu meziyet ve faziletler bütün insanlarda öz olarak bulunur ve ancak mânevî terbiyeyle geliştirilip hayata hâkim kılınabilir. Bilindiği gibi, bu meziyetlerin büyük bölümü diğer insanlarla ilişkiler çerçevesindedir.
Yeryüzünde topluluk olarak yaşayan tek varlık insan değildir. Canlı türlerinin çoğu topluluk olarak yaşar. Fakat bu canlı topluluklarının üyeleri arasındaki irtibat ve bağ onların kendi tercihleri değildir. Yaratılışlarından kaynaklanan bir zorunluluktur. Yaratıcının koyduğu irtibat ve bağı değiştirme, bozma veya reddetme iradesine sahip değillerdir.
Oysa dünyada hürriyet sahibi tek varlık olarak yaratılan insanoğlunun, üyesi bulunduğu toplumla ilgili vazifeleri kendi iradesi altındadır. Yani insan, ailesi, akrabaları ve yaşadığı topluma karşı vazifelerini yapıp yapmama konusunda tercih sahibidir. İşte bu noktada sahip olduğu meziyet ve faziletler devreye girer. Çünkü insan başıboş bırakılmamıştır. Tercihleri, hem dünya hem de âhiret hayatında belirleyici rol oynar.
Yüce Allah, insanın yaratılış mükemmelliğine uygun yaşayabilmesi için takip edeceği yolu bildirmiştir. Seçtiği peygamberler aracılığıyla da bu yolda nasıl yürüneceğini göstermiştir. Artık insanoğlunun önünde iki tercih vardır: Ya rabbinin çizdiği yolda yürüyecek, bu dünyada insan olmanın hazzıyla yaşayıp ebedî âlemde sonsuz nimetlere ulaşacak. Ya da iç âleminde ve toplum hayatında bunalımlarla geçirdiği bir ömrün ardından ebedî mahrumiyetle yüz yüze kalacak. Allah Teâlâ, “Biz insana yolu gösterdik. İster şükreden olsun, ister nankör!” (İnsan 76/3) buyuruyor.
Din-i mübinimiz bu yolu açıklarken, iki hukuka dikkat etmemiz gerektiğini bize öğretmektedir. Bunların birincisi yaratıcımızla olan hukukumuz. Bu hukuk, özetle O’na hiçbir varlığı ortak koşmamak ve emrettiği şekilde kulluk etmektir. İkincisi ise insanlarla olan hukukumuzdur. Rabbimiz, kendisine kullukla ilgili kusurlarımız konusunda merhamet ve şefkatinin çok engin olduğunu bildirmektedir. Ancak kul hakkı söz konusu olduğunda, mağdur affetmedikçe kendisinin de bağışlamayacağı konusunda uyarmaktadır.
O halde inanan bir insan olarak, önce ailemizin ve akrabalarımızın, sonra komşularımızın ve diğer bütün insanların haklarına dikkat etmemiz gerekmektedir. Bu haklara riayet ettiğimiz ölçüde fert ve toplum olarak rabbimizin hoşnutluğunu kazanma ümidimiz olabilir.
Kul haklarından söz ederken, hiç şüphesiz, ilk sırayı anne ve babamız alır. Onlar bizim varlık sebebimizdir ve hem âyet-i kerimelerde hem de hadis-i şeriflerde yorum kabul etmeyecek şekilde haklarına dikkat çekilir. Meselâ yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı emreder. Eğer ikisinden biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de hep tatlı söz söyle!” (İsrâ 17/23)
Allah Resûlü de (s.a.v) bizi şöyle uyarıyor:
“Anne babasının ihtiyarlığını gördüğü halde bunlardan birine veya her ikisine hürmet ve itaatte kusurundan dolayı cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün.” (Tirmizî, Daavât, 101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/254; Hâkim, el-Müstedrek, 1/549)
Bu hadis-i şerifi nakleden Ebû Hüreyre (r.a), Peygamber Efendimiz’in bu sözü üç kez tekrar ettiğini bildiriyor.
Böylesine şiddetli uyarılara rağmen, yazık ki günümüz dünyasında anne babalar sıklıkla ihmal ediliyor ve böylece büyük günaha düşülüyor. İnsanların bir bölümü, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), dinimize aykırı istekleri hariç, anne babaya itaatsizliğin en büyük ikinci günah olduğunu bildirdiğini unutmuş gözüküyor. Anne-babasını incitebilen bir insanın yakınlarıyla, akrabalarıyla, komşularıyla ve diğer bütün insanlarla ne ölçüde sağlıklı ilişkileri olabilir?
Evet, insanlarla aramızdaki hukukun en üst noktasında kendi ebeveynimiz bulunuyor. Sonra derece derece diğer insanlar yer alıyor.
İnsanlar arası münasebetlerimizde gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var: Ailemizde, iş yerimizde, sokağımızda, yüz yüze geldiğimiz insanların kimileri bizim gibi düşünen ve davranan, kimileri de farklı insanlardır. Ancak aynı çevrede bulunduğumuz bütün insanlarla muhatap olmak, onlara iyi niyet beslemek, haklarını gözetmek, seviyelerine ve anlayışlarına göre konuşmak bizim vazifemiz.
Habîb-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.v) ve onun vârisi rabbânî âlimler, insanlarla ilişkilerine son derece dikkat ederek, toplum içinde aşağılanan insanlara bile iyi davranarak, eşsiz bir rehberlik sunuyorlar. Dolayısıyla bizler de, aynı toplum içinde yaşadığımız insanların haklarına dikkat ederek örnek olma vazifemizi yerine getirmek durumundayız.
Bu vazifemizi ifa ederken, elbette iyi kimselerle olduğu gibi, kötü sayılan kimselerle de ilişkilerimiz olacaktır. Hiç kimseyi hor ve hakir görmeden herkesle insanî münasebetlerimizi devam ettirmek esastır. İnsanlarla hoş geçinmenin, yumuşak davranmanın, mütevazi olmanın inancımızın bir gereği olduğunu bilmeliyiz. Bu, güzel ahlâkın en birinci esasıdır ve Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.v) bize böyle öğretmiştir.
Onun şu sözleri nasıl bir mümin olduğumuz konusunda mihenk değil midir:
“Mümin, başkalarıyla iyi geçinen ve kendisiyle de iyi geçinilen kimsedir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfette bulunulmayan kimsede hayır yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/400, 5/335; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, 6/161; Hatîb, Târîhu Bağdâd, 11/376; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 8119; İbn Adî, el-Kâmil, 3/69, Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 687)
Anlaşılıyor ki, İslâm sadece namaz ve oruç gibi belirli ibadetlerden ibaret değildir. Bu ibadetler kulun rabbi ile arasında olan bir durumdur. Kişinin imanının ve ahlâkının kemâlâtı, insanlarla ilişkilerinde ortaya çıkar. Doğruluk ve samimiyetiyle kendini belli eder. “Din muamelâttır” hükmü hangi hakikate işaret ediyor dersiniz?
Hangi hadis kitabına baksak, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) insanlara son derece yumuşak davrandığını, asla kabalaşmadığını, hiç katı kalpli, kırıcı ve ürkütücü olmadığını, hep affettiğini, merhamet ettiğini, korkutmadığını, hep sevdirdiğini görüyoruz. O yüce rehberin ümmeti olarak bizlerin, onun bu davranışlarından alacağımız ders ve ibretler olması gerekmez mi?
Unutulmasın ki, günümüz insanı dinimizin aslını bilmemenin sıkıntısını çekmektedir. Hal ve hareketlerini sevmediğimiz, yaşantılarını kınadığımız, kendilerini reddettiğimiz bu insanlar, hakiki mânada İslâm’dan mahrum kimselerdir. Mahrum olanı mahkûm etmek bize düşmez. Onların şahsiyetlerini hedef almak, kınamak bizim işimiz değildir.
Bizim asıl görevimiz, bilmedikleri hususları onlara öğretmek, sevdirmek, Allah’ı hakkıyla bilen ve tanıyan kişiler olmalarına yardımcı olmaktır. Rabbimizden onların da hayra kavuşmasını niyaz etmektir. Unutmayalım, bizler rahmân olan Allah’ın kulları olarak, ancak merhamet için varız.