Aramak

Hayat Dengemiz - En Tehlikeli Bid‘at, İslâm Dışı Hayattır

Fahr-i Âlem Efen­di­miz (s.a.v) be­kâ yur­du­na göç­me­den bir­kaç ay ön­ce, bir cu­ma gü­nü Ce­nâb-ı Mev­lâ şöy­le fer­man bu­yu­ru­yor­du: “Bu­gün di­ni­ni­zi ke­ma­le er­dir­dim, üze­ri­niz­de­ki ni­me­ti­mi ta­mam­la­dım ve si­ze din ola­rak İs­lâm’ı seç­tim.” (Mâ­ide 5/3) Bu âyet-i ce­li­li­nin ifa­de bu­yur­du­ğu üze­re din-i mü­bin-i İs­lâm ke­ma­le er­miş, mü­min­ler için ni­met ta­mam­lan­mış ve ha­yat tar­zı ola­rak da İs­lâm se­çil­miş­tir. Bu du­rum­da her kim Al­lah’ın kâ­mil ni­za­mı ve ebe­dî di­ni olan İs­lâm’dan baş­ka yol arar­sa, mu­hak­kak ki doğ­ru yol­dan ay­rı dü­şer, hüs­ra­na uğ­rar. Âlem­le­rin rab­bi­nin be­ya­nı ile, in­san­lık için ar­tık İs­lâm’dan baş­ka hu­zur ve mut­lu­luk kay­na­ğı bir ha­yat tar­zı ve doğ­ru bir yol yok­tur. Onun dı­şın­da hep­si bâ­tıl ve çık­maz­dır. Esa­sen in­san­lı­ğın bun­ca tec­rü­be­si de bu du­ru­mu is­pat ve te­yit eder. Ce­nâb-ı Hak âyet-i ce­li­le­de şöy­le bu­yu­ru­yor: “Kim İs­lâm’dan baş­ka bir din arar­sa, bil­sin ki bu din as­la ken­di­sin­den ka­bul olun­ma­ya­cak ve o âhi­ret­te zi­ya­na uğ­ra­yan­lar­dan ola­cak­tır.” (Âl-i İm­rân 3/85) Evet, in­san­lı­ğı di­ril­te­cek, ha­yat ve­re­cek, has­ta­lık­la­rın­dan şi­fa­ya er­di­re­cek ne­fes, an­cak İs­lâm’ın ne­fe­si­dir. Dış gö­rü­nü­şü ne olur­sa ol­sun, İs­lâm’dan uzak ya­şa­yan top­lum­lar­da­ki in­sa­nın yü­rek­ler acı­sı du­ru­mu, her iman ve vic­dan sa­hi­bi için bir ıs­tı­rap kay­na­ğı­dır. Zi­ra Al­lah’ın va­adi hak­tır ve ke­sin­dir. On­la­rın tut­tuk­la­rı yol­lar, ne in­san­lı­ğa ve dün­ya­ya hu­zur ve­re­bil­di, ne de ken­di­le­ri için kur­tu­luş se­be­bi ola­bi­le­cek­tir. O top­lum­lar­da­ki in­saf sa­hip­le­ri de ar­tık bu ha­ki­ka­ti ka­bul ve iti­raf et­mek­te­dir­ler. Esa­sen dün­ya­da ve âhi­ret­te kur­tu­luş, sa­adet ara­yan­lar, Al­lah’ın ki­ta­bı­na ve Fahr-i Âlem’in (s.a.v) sün­ne­ti­ne sa­rıl­ma­lı­dır. Bu­nun dı­şın­da kur­tu­luş ve mut­lu­luk ara­yan­lar yol­la­rı­nı şa­şır­mış­lar­dır; töv­be edip yüz­le­ri­ni Hak­k’a dön­dür­me­dik­çe on­lar için kur­tu­luş yok­tur. Di­ğer ta­raf­tan, Al­lah’ın in­san­lık için seç­ti­ği ye­gâ­ne ha­yat ni­za­mı olan İs­lâm’ı ha­yat­tan kov­mak ne bü­yük bir yan­lış­sa, biz­zat yü­ce Al­lah’ın ta­mam­la­yıp ke­ma­le er­dir­dir­di­ği bu ter­te­miz di­ni ilâ­ve ve ek­silt­me­ler­le bu­lan­dır­mak da ay­nı de­re­ce­de yan­lış ve bâ­tıl­dır. Tek mü­kem­mel ha­yat ni­za­mı olan İs­lâm’ın bü­tün hü­küm­le­ri­nin çı­ka­rıl­dı­ğı iki kay­nak ve da­ya­nak var­dır: Bi­rin­ci­si Al­lah’ın ki­ta­bı Kur’ân-ı Azî­müş­şan, ikin­ci­si de Ha­bîb-i Edib’in (s.a.v) sün­net-i se­niy­ye­si­dir. Ehl-i sün­net da­ire­sin­de­ki ic­ma ve kı­yas gi­bi di­ğer bü­tün ic­ti­had yol­la­rı mut­la­ka bu iki kay­na­ğa da­ya­nır. Al­lah’ın ki­ta­bı ve Re­sû­lü’nün sün­ne­ti dı­şın­da baş­ka her­han­gi bir kay­nak ara­mak ise an­cak ce­ha­let­tir. Ha­bîb-i Kib­ri­yâ Efen­di­miz (s.a.v) bir ha­dis-i şe­rif­le­rin­de bu­yu­rur­lar ki: Sö­zün ha­yır­lı­sı Al­lah’ın ki­ta­bı Kur’an­’dır. Yol­la­rın en ha­yır­lı­sı O’nun Re­sû­lü’nün yo­lu­dur. İş­le­rin en kö­tü­sü ise, din­de ol­ma­dı­ğı hal­de son­ra­dan or­ta­ya çı­ka­rı­lıp, din­den­miş gi­bi gös­te­ril­me­ye ça­lı­şı­lan şey­ler­dir. Din­de ol­ma­dı­ğı hal­de di­ne so­kul­mak is­te­nen her bid‘at sa­pık­lık­tır.” (Müs­lim, Cu­m‘a, 43, 45; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 3/371; Ne­sâî, es-Sü­ne­nü’l-Küb­râ, nr. 5892; Bey­ha­kî, es-Sü­ne­nü’l-Küb­râ, 3/214; Ebû Nu­aym, Hil­ye­tü’l-Ev­li­yâ, 3/189) Bid‘at mâ­na iti­ba­riy­le, “din­de ol­du­ğu hal­de çı­ka­rı­lıp atı­lan ve­ya din­de ol­ma­dı­ğı hal­de ih­das edi­len her tür­lü un­sur”un adı­dır ve her iki­si de yan­lış­tır, red­de­dil­miş­tir. Ki­tab-ı Mü­bî­ni­miz’in ve sün­net-i se­niy­ye­nin onay­la­ma­dı­ğı; di­ni­mi­zin he­def ve ga­ye­si­ne ay­kı­rı her tür­lü iti­kad, amel, örf ve âdet ha­li­ne ge­ti­ri­len her şey bu kap­sam­da­dır ki, bun­lar da red­de­dil­miş­tir. Âlim­le­ri­miz bun­la­rı “bid‘at-ı sey­yie” ola­rak tas­nif eder­ler. Ki­tab-ı Mü­bî­ni­miz’in ve sün­net-i se­niy­ye­nin tas­di­ki­ni ala­bi­len; di­ni­mi­zin he­def ve ga­ye­si­ne ay­kı­rı ol­ma­yan ye­ni­lik­ler ise “bid‘at-ı ha­se­ne” ola­rak de­ğer­len­di­ri­lir. Bu­na gö­re her kim İs­lâm’da ol­ma­yan bir şe­ye di­nin bir un­su­ru gi­bi iti­bar eder ve­ya İs­lâm’ın hü­küm­le­ri­ne ay­kı­rı bir şe­yi iş­ler­se, şüp­he­siz o da Al­lah in­din­de red­do­lun­muş­tur. Ya­ni bâ­tıl­dır ve iti­bar edil­me­ye­cek­tir. Tek­rar ha­tır­la­ta­lım: Di­ni­miz İs­lâm, Ce­nâb-ı Hakk’ın ke­ma­le er­dir­di­ği­ni ilân ede­rek or­ta­ya koy­du­ğu ve Pey­gam­be­ri­miz (s.a.v) va­sı­ta­sıy­la teb­liğ et­ti­ği en son din­dir, en mü­kem­mel ha­yat ni­za­mı­dır. Hiç kim­se on­da ne ar­tır­ma, ne de ek­silt­me ya­pa­bi­lir. Din­de ol­ma­yan hu­sus­la­rın di­ne so­kul­ma­sı­na ve­si­le olan ki­şi­le­re, İs­lâm’ın li­sa­nıy­la bid‘at­çı de­nir. Ha­bîb-i Edib (s.a.v) bu gi­bi bid‘at­çı­la­ra, gü­nü­müz ta­bi­riy­le re­form­cu­la­ra, bun­dan 1400 kü­sur yıl ön­ce Al­lah’ın, me­lek­le­rin ve bü­tün in­san­la­rın lâ­ne­ti­ni yağ­dır­mış­tır. O şöy­le bu­yu­rur: “Al­lah Te­âlâ (di­ne ek­le­me ya­pan ve­ya ek­sil­ten) bid‘at sa­hi­bi­nin ne oru­cu­nu, ne na­ma­zı­nı, ne sa­da­ka­sı­nı, ne de hac­cı­nı ka­bul eder. Um­re­si­ni, ci­ha­dı­nı, far­zı­nı ve na­fi­le­si­ni de ka­bul et­mez. O kim­se ha­mur­dan kı­lın çık­tı­ğı gi­bi İs­lâm’dan çı­kar.” (İbn Mâ­ce, Mu­kad­di­me, 7; Mün­zi­rî, et-Ter­gîb ve’t-Ter­hîb, nr. 85) Al­lah’ın Ha­bî­bi’nin (s.a.v) da­va ar­ka­daş­la­rı as­hâb-ı ki­râ­mın, ima­nın mu­ha­fa­za­sı ve kal­bin sa­lâ­hı için üze­rin­de has­sa­si­yet­le dur­duk­la­rı me­se­le­le­rin ba­şın­da bid‘at ve ni­fak­tan ka­çın­ma ge­lir. Sa­hâ­be-i ki­râm ve on­la­rı ta­kip eden tâ­bi­în nes­li, iman­la bir­lik­te bir mü­min­de ya­şa­ya­bi­len bid‘at ve ni­fa­kı bü­yük bir ti­tiz­lik­le ta­rif et­miş ve açık­la­mış­lar­dır. Ken­di­le­ri de yır­tı­cı bir hay­van­dan ka­çar gi­bi bun­lar­dan kaç­mış­lar, uzak dur­muş­lar­dır. Çün­kü mü­mi­nin en bü­yük kor­ku­su son ne­fes­te su-i hâ­ti­me­dir (kö­tü âkı­bet). As­hâb-ı ki­râm ve tâ­bi­în, kö­tü âkı­be­tin ha­ya­tı­mız­da­ki se­bep­le­ri­nin ba­şın­da bid‘at ve ni­fak ile her tür­lü ki­bir, gu­rur ve ken­di nef­si­ni be­ğen­me has­ta­lık­la­rı ol­du­ğu­nu tes­bit et­miş­ler­dir. Mâ­ne­vi­ya­tı böy­le­si­ne ke­mi­rip pe­ri­şan eden ve ki­şi­nin şa­kî ol­ma­sı­na se­bep olan bu ma­ra­zî hâl­ler, Al­lah’ın ki­ta­bın­da ve sün­net-i Re­sûl’de şid­det­le red­de­dil­miş, mü­min­ler uya­rıl­mış­tır. Bu­gün ıs­tı­rap­la­rı­mı­zın en önem­li se­bep­le­rin­den bi­ri, dün­ya­da hu­zu­ru­mu­zu, âhi­ret­te de ebe­dî sa­ade­ti­mi­zi te­min ede­cek ha­ki­ki ha­yat ni­za­mı­mı­zın ba­zı un­sur­la­rı­nı ha­ya­tı­mız­dan ek­sil­te­rek, on­da ol­ma­yan ba­zı un­sur­la­rı da da­hil­miş gi­bi gö­re­rek ha­re­ket et­mek­tir. Do­la­yı­sıy­la ga­fil kalp­ler ve şu­ur­suz ta­vır­lar­la bir­çok mâ­ne­vî has­ta­lık­la­ra mâ­ruz ka­lın­mış­tır. Ça­re­ye ge­lin­ce, ilk ted­bir mâ­ne­vî has­ta­lık­la­rı te­da­vi ede­cek kalp ta­bi­bi kâ­mil reh­ber­le­ri ara­yıp bul­mak ve on­la­rın tav­si­ye et­tik­le­ri mâ­ne­vî re­çe­te­yi uy­gu­la­mak­tır. İş­te bu kâ­mil reh­ber­le­rin mâ­ne­vî ter­bi­ye­si ve ör­nek­li­ği ile saf ve ber­rak di­ni­mi­zi an­la­mak ve ya­şa­mak da­ha ko­lay ola­bi­lir.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy