Aramak

Hayat Dengemiz- Hizmet Erlerinin Tatlı Çilesi

De­ğer­li kar­deş­le­rim, Gö­nül­ler bir olun­ca, ci­sim­ler de bir ara­ya ge­lin­ce bir­çok gü­zel­lik or­ta­ya çı­kı­yor. Al­lah he­pi­niz­den ra­zı ol­sun. Bi­zi bir ara­ya ge­ti­ren de­ği­şik ve­si­le­ler var. En bü­yük ve­si­le ise yü­ce Al­lah’ın rı­zâ­sı­dır. İn­şal­lah he­pi­miz onun rı­zâ­sı­na mah­zar ol­mak için bu­ra­ya gel­miş bu­lun­mak­ta­yız. Onun rı­zâ­sı­nı ka­zan­mak için bu ker­va­nın içer­sin­de yü­rü­yo­ruz. Bu ker­van­ın va­raca­ğı yer­de­ki hiz­met­le­ri­ yap­ma­ya ha­zır ol­du­ğu­mu­zu ifa­de et­mek için bir ara­da­yız. Bu za­ma­na ka­dar hiz­met adı­na her ne ya­pıl­mış­sa hep be­ra­ber yap­tık. Önem­li olan, bu hiz­me­tin bir par­ça­sı ol­mak­tır. Hiz­me­ti bir vü­cut gi­bi dü­şü­nün, o vü­cut­ta bir âza ol­mak önem­li­dir; baş, ayak, tır­nak ol­mak far­ket­mez. Ama ben ina­nı­yo­rum ki her bi­ri­miz o vü­cu­dun bir âza­sı­yız, bir par­ça­sı­yız. Bu da ay­rı­ca bi­ze mut­lu­luk ve­ri­yor; çün­kü he­pi­miz bü­yük­le­ri­mi­zin him­me­tiy­le bu hiz­met­le­re ka­tıl­dık, onun için bu­ra­da­yız. An­cak yap­tık­la­rı­mız­la as­la ye­tin­me­me­li­yiz. Yap­tık­la­rı­mı­zın ye­ter­li ol­ma­dı­ğı­nı te­le­viz­yon­lar­dan dün­ya­yı, Tür­ki­ye’yi iz­le­di­ği­niz­de de, gö­rü­yor­su­nuz. Biz­zat gö­zü­nüz­le şeh­ri­ni­zi, ma­hal­le­ni­zi gö­rü­yor­su­nuz, ama her gün gör­dü­ğü­nüz bir yer var­dır, ken­di evi­miz, ai­le­miz, ço­luk ço­cu­ğu­muz. On­la­ra kar­şı olan so­rum­lu­lu­ğu­muz da­ha faz­la gay­ret gös­ter­me­mi­zi ge­rek­ti­ri­yor. Bü­tün bun­la­rın ya­nın­da bir de bir sa­ni­ye ol­sun biz­den ay­rıl­ma­yan kal­bi­miz, gön­lü­müz var. Bun­la­rı dü­şü­nür, tah­lil eder­sek, he­pi­mi­zin ne ka­dar hiz­me­te ih­ti­yacı ol­du­ğu­nun far­kı­na da­ha iyi va­ra­bi­li­riz. Eğer bu sâ­dât­la­rın him­met ve be­re­ke­ti ol­ma­say­dı, çev­re­miz­de gör­dü­ğü­müz pek çok ör­nek gi­bi yap­tı­ğı­mız amel­le­rin hep­si -ne­uzü­bil­lah- bo­şa gi­der­di. Bu ko­nu­da biz­le­re zâ­hi­ren ba­zı so­rum­lu­luk­lar dü­şü­yor. Ön­ce ni­ye­ti­niz Al­lah rı­zâ­sı için ol­sun. Âyet ve ha­dis­le­rin uyar­dı­ğı gi­bi her za­man te­fek­kür eh­li olun. İba­det­le­rin en bü­yü­ğü te­fek­kür­dür. Bun­la­rı bi­ze tav­si­ye edi­yor­lar, bi­ze ilâç ola­rak ver­miş­ler. Müm­kün mer­te­be de bu ilâç­la­rı kul­lan­ma­ya de­vam ede­lim. Çün­kü şu an­da al­dı­ğı­mız ne­fe­sin ikin­ci ne­fe­si­ni alıp al­ma­ya­ca­ğı­mı­zı sa­de­ce Rab­bü’l-âle­min bi­li­yor. An­cak hu­zur­lu bir şe­kil­de son ne­fe­si­mi­zi ve­re­bil­mek için ni­ye­ti­miz Al­lah rı­zâ­sı için ol­ma­lı­dır. Ar­ka­mız­da bı­ra­ka­ca­ğı­mız mi­ras, öy­le bir mi­ras ol­sun ki sa­de­ce ev­lâ­dı­mız de­ğil, bü­tün kar­deş­le­ri­miz, bü­tün müs­lü­man­lar on­dan ya­rar­lan­sın­lar. Bu mi­ras yü­ce Al­lah için, Al­lah’ın di­ni için, cen­net ah­lâ­kı olan sün­net-i se­niy­ye­nin ya­yıl­ma­sı için bü­yük sâ­dât­la­rın fey­zi için­de ve kont­ro­lü al­tın­da ya­pı­lan bu hiz­met­ler­dir. Biz bu hiz­met­le­ri dev­le­ti­mi­zin, mil­le­ti­mi­zin bir­lik ve be­ra­ber­li­ği için ya­pı­yo­ruz. Ai­le­le­ri­mi­zin sağ­lam te­mel üze­rin­de ya­ni Kur’an ve Sün­ne­t’e uy­gun bir şe­kil­de ya­şa­ma­sı için ça­lı­şı­yo­ruz. Bu bü­yük­le­rin adı­nı nef­si ve dün­ya men­fa­ati için kul­la­nan­la­ra fır­sat ver­me­ye­ce­ğiz. Sâ­dât­lar, in­san­la­rın di­ni­ni ve âhi­re­ti­ni ma­mur et­mek için var­dır. On­lar, rah­met pey­gam­be­ri Hz. Mu­ham­med’in vâ­ris­le­ri­dir, var­lık­la­rı bü­tün âle­me rah­met­tir. An­cak on­la­rı Al­lah için sev­me­li, Al­lah yo­lun­da reh­ber et­me­li, ken­di­le­rin­den ger­çek in­san­lı­ğı ve ha­ki­ki Müs­lü­man­lı­ğı öğ­ren­me­li­dir. Hiz­me­tin he­de­fi bu iken, ba­zı­la­rı, bu­nu baş­ka ta­ra­fa kay­dır­mak is­te­mek­te ve bü­yük­le­rin adı­nı, ha­tı­rı­nı kö­tü­ye kul­lan­mak­ta­dır. Se­mer­kand’ın üst­len­di­ği bu hiz­me­tin he­de­fi, ön­ce bu kö­tü ni­yet­li kim­se­le­re en­gel ol­mak, son­ra kö­tü gi­di­şa­tı dü­zelt­mek­tir. Da­ha son­ra gü­zel ör­nek ol­mak, gü­zel çı­ğır aç­mak, gü­zel hiz­met­ler sun­mak­tır. Bu yol­da gü­zel me­sa­fe­ler al­dı­ğı­mı­zı dü­şü­nü­yor ve yü­ce Al­lah’a şük­re­di­yo­ruz. Bu­nun­la ye­tin­mi­yo­ruz. Dün­ya hiz­met ala­nı­mı­zdır. Hiz­me­tin ta­ti­li yok­tur. Hiz­met biz öle­ne ve kı­ya­met ko­pa­na ka­dar de­vam ede­cek ilâ­hî bir ema­net­tir. Hiz­met­te hem ni­yet hem de ya­pı­lan iş gü­zel ol­ma­lı­dır. Bi­zim bir gö­re­vi­miz de yan­lış ya­pan kim­se­le­rin töv­be­si­ne ve ıs­lah ol­ma­sı­na ve­si­le ol­mak­tır. Yan­lış ya­pa­nın işi­ne en­gel olur­ken, as­lın­da ken­di­si­ne iyi­lik yap­mış olu­yo­ruz, bu­nu bil­se­ler bi­ze te­şek­kür et­me­le­ri ge­re­kir. Bü­yük­le­rin is­mi­ni ve res­mi­ni kul­la­na­rak ti­ca­ret yap­mak bu yo­la iha­net­tir. Ön­ce­le­ri böy­le şey­ler ol­du, fa­kat şim­di bun­la­ra en­gel olun­du. Bi­zim yap­tı­ğı­mız ba­zı iş­ler de ti­ca­rî amaç­lı­dır. Ti­ca­ret iki şe­kil­de ya­pı­lır. Bi­ri­n­de, ba­kı­rı yal­dız­la­yıp al­tın di­ye sa­tar­lar. Bu al­dat­mak­tır, ha­ram­dır, di­ne ve in­san­lı­ğa iha­net­tir. İkin­ci­si, al­tı­nı al­tın de­ğe­rin­de, gü­mü­şü gü­müş fi­ya­tın­da, ba­kı­rı da ba­kır kıy­me­tin­de sat­mak­tır. Bu he­lâl­dir, ha­yır­dır, hiz­met­tir. Pi­ya­sa­da bin­ler­ce ki­tap var. Bun­la­rın bir kıs­mı ya tü­müy­le ti­ca­rî ya da müs­lü­man­la­rın ka­fa­sı­nı, fik­ri­ni ka­rış­tır­mak için ya­zıl­mış ve ya­yıl­mış ki­tap­lar­dır. Bun­la­rı siz­ler de gö­rü­yor­su­nuz. Al­lah’a şü­kür­ler ol­sun hem der­gi­de hem ki­tap­lar­da bel­ki mü­kem­me­li­ye­te ula­şa­ma­dık, ama ar­ka­daş­la­rı­mız sü­rek­li mü­kem­me­le ulaş­mak için ça­ba har­cı­yor­lar. O yön­de ara­yış için­de­ler. Za­ten bir işin ke­ma­le ulaş­ma­sı de­mek, ze­va­lin baş­la­ma­sı de­mek­tir. Siz­ler he­pi­niz bu ko­nu­lar­da bi­rer mü­fet­tiş­si­niz, ya­ni İs­lâm di­ni­ni se­ven her­kes, İs­lâm di­ni­ne men­sup olan her­kes bu ya­yın­la­ra bi­rer mü­fet­tiş­tir; gör­dü­ğü ha­ta­la­rı, gör­dü­ğü za­rar­la­rı mu­hak­kak bi­ze bil­dir­me­le­ri ge­re­ki­yor, eğer bil­dir­mi­yor­lar­sa bi­zim su­çu­muz yok­tur. Hiz­met­te ha­ta eden ar­ka­daş bil­me­ye­rek yap­mış­tır. O ha­ta­yı gö­ren­ler bi­ze bil­dir­mi­yor­lar­sa suç on­la­rın­dır. Siz­ler gö­rü­yor­sa­nız, et­ra­fı­nız gö­rü­yor­sa, bun­la­rı so­rum­lu­la­ra söy­le­me­niz, si­zin ve ola­rın gö­re­vi­dir, söy­le­mez­se­niz ve­bal­dir. Bu rad­yo da yi­ne ay­nı şe­kil­de inan­cı­mı­zı is­tis­mar eden­le­ri en­gel­le­mek için açıl­mış­tır. İs­mi­ni ver­mek is­te­mi­yo­rum; ker­mes­ler ve ben­ze­ri uy­gu­la­ma­lar­la mâ­ne­vî duy­gu­la­rı­mı­zı kullanarak, bi­li­nen sû­fî kar­deş­le­ri­mi­zin is­mi­ni tak­lit ede­rek bizleri istismar etmekteydi. Ger­çek ni­yet­le­ri eko­no­mi mi baş­ka bir şey mi tam bi­le­mi­yo­ruz, ama iki­si de ola­bi­lir. İş­te biz bu rad­yo­yu ben­zer is­tis­mar­la­rı ön­le­mek için kur­duk. Bi­li­yor­su­nuz Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti’n­de ya­şı­yo­ruz, Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti va­tan­da­şı­yız. Ta­bii ki ka­nun­la­rın ek­sik­le­ri var­dır, de­vam­lı tar­tı­şı­lı­yor bi­li­yor­su­nuz. Bu ka­nun­lar mec­lis­te de tar­tı­şı­lı­yor, ama en kö­tü ka­nun ka­nun­suz­luk­tan ve anar­şi­den iyi­dir, bu­na da şük­re­di­yo­ruz. Bu­gün Af­ga­nis­tan’a bak­sak, Irak’a bak­sak ne­uzü­bil­lah, iç­ler acı­sı bir hal­de­ler. Dev­let­siz ve baş­sız ol­mak ne bü­yük fe­lâ­ket­tir. Rad­yo­yu bir­lik ve be­ra­ber­li­ği­mi­zi ko­ru­mak için, mem­le­ke­ti­mi­ze hiz­met et­mek için kur­duk. Ta­bii ki bu­nun bel­li ku­ral­la­rı var­dır, ka­nun­lar çer­çe­ve­sin­de ça­lı­şa­bi­li­yor­sun. Bi­ri­le­ri kal­kıp, “Bu tür iş­le­ri yap­ma­ya­lım, ke­na­ra çe­ki­le­lim, ha­yat­tan ka­ça­lım, mil­let­le ve so­run­lar­la uğ­raş­ma­ya­lım, sı­kın­tı­lı iş­le­re bu­laş­ma­ya­lım” di­ye­bi­lir. Ön­ce şu­nu ha­tır­la­ta­lım ki, İs­lâm di­ni ilâç­tır, bu ilâ­cın bü­tün has­ta­la­ra ulaş­tı­rıl­ma gö­re­vi var­dır. Or­ta­lık fit­ne, yı­kım, fe­sat ve ke­sat için­de ise, mi­mar­la­rın mey­da­na çık­ma­sı ge­re­kir. Halk­tan ka­çan kim­se hal­ka na­sıl fay­da ve­re­cek? Yü­ce Al­lah, bü­tün pey­gam­ber­le­ri­ni kü­für ve in­kâr için­de­ki hal­kın içi­ne gön­der­miş, on­la­rın der­di­ne böy­le ilâç sun­muş­tur. Onun için Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v) şöy­le bu­yur­muş­tur: “İn­san­la­rın en ha­yır­lı­sı in­san­la­ra en men­fa­at­li ola­nı­dır.” (Ebû Ya‘lâ, el-Müs­ned, 6/65; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, 8/191; Bey­ha­kî, Şu­abü’l-İmân, nr. 7658; Süyû­tî, Câ­miu’s-Sa­gîr, nr. 4044; Ac­lû­nî, Keş­fü’l-Ha­fâ, nr.1252) Ta­bii ki rad­yo­nun içe­ri­ği ve su­nu­mu nok­ta­sın­da ha­ki­ka­ten ek­sik ta­raf­la­rı var­dır, bun­lar hep ola­cak­tır, ama ar­ka­daş­lar gay­ret edi­yor, gü­ze­le ve mü­kem­me­li­ye­te ko­şu­yor­lar, in­şal­lah mü­kem­me­li­ye­te hep ko­şa­cak­lar­dır. Bun­dan baş­ka hiz­met alan­la­rı da var­dır. Bir te­bes­sü­mü­nüz­le de ol­sa bu fa­ali­yet­le­re kat­kı­da bu­lun­ma­nı­zı is­ti­yo­ruz. Bu mad­di bir kat­kı de­ğil­dir, kim­se­den hiç­bir za­man mad­dî bir kat­kı is­te­mi­yo­ruz. Mâ­ne­vî kat­kı­nız ge­rek­li­dir, o da sev­gi ile gü­len yü­zü­nüz, du­anız, iyi iş­le­re rı­zâ gös­te­re­rek ka­tıl­ma­nız­dır. Bi­raz ev­vel söy­le­di­ğim gi­bi he­pi­niz bi­rer mü­fet­tiş olun, çün­kü hep yan­lış­la­rın için­de ya­şı­yo­ruz. İçin­de bu­lun­du­ğu­muz yan­lış­lar­dan bi­ri­ni bu se­ne, di­ğe­ri­ni ikin­ci se­ne, bir di­ğe­ri­ni üçün­cü se­ne dü­zel­tir­sek, in­şal­lah so­nuç­ta hep­si dü­ze­lir, her­ke­se fay­da­lı bir ha­le ge­li­riz. Se­mer­kand’ın bu tür fa­ali­yet­le­ri­ne mu­hak­kak su­ret­le kat­kı ya­pa­lım, bi­raz ev­vel söy­le­di­ğim gi­bi gö­nül kat­kı­sı ol­sun. Çı­kan eser­le­ri oku­mak, din­le­mek, ya­pı­cı eleş­ti­ri­ler­de bu­lun­mak su­re­tiy­le bu hiz­met­le­ri sa­hip­le­ne­lim. Ama hiç kim­se­den mad­dî kat­kı is­te­mi­yo­ruz. İn­sa­nız, ha­ta et­miş ola­bi­li­riz, unut­ka­nız, unu­ta­bi­li­riz, ku­sur da ede­bi­li­riz; ama bir­bi­ri­mi­zi kont­rol et­ti­ği­miz, bir­bi­ri­mi­ze des­tek ver­di­ği­miz müd­det­çe, Al­lah’ın ipi­ne be­ra­ber sa­rıl­dık­ça, bir­bi­ri­mi­ze bir du­va­rın tuğ­la­la­rı gi­bi bağ­lan­dık­ça, Al­lah’ın iz­niy­le bu iş­ler doğ­ru gi­de­cek­tir, eğer doğ­ru git­mi­yor­sa bu he­pi­mi­zin ha­ta­sı­dır. Onun için tek gö­re­vi­miz var­dır, doğ­ru­nun pe­şin­de koş­mak. Al­lah Te­âlâ bi­ze akıl ver­miş, şa­yet akıl ol­ma­sa ilim ol­maz, ilim ol­ma­sa amel ol­maz, amel ol­ma­sa kul­luk ol­maz, kul­luk ol­ma­sa var­lı­ğı­mı­zın bir mâ­na­sı ol­maz; onun için ak­lı­mı­zı kul­la­na­ca­ğız. Şeyh Fet­hul­lah haz­ret­le­ri­nin bir soh­be­ti var, şöy­le bu­yur­muş: “İn­san­lar üçe ay­rı­lır; bi­rin­ci­si akıl­lı in­san, ikin­ci­si ya­rım akıl­lı in­san, üçün­cü­sü de de­li in­san­dır. Akıl­lı in­san hem dün­ya­sı­na hem âhi­re­ti­ne ça­lı­şan in­san­dır. Ya­rım akıl­lı in­san ya sa­de­ce dün­ya­sı­na ça­lı­şır ya da sa­de­ce âhi­re­ti­ne ça­lı­şır. Bir de de­li in­san­lar var­dır; on­lar ne dün­ya­ya ça­lı­şır ne de âhi­re­te ça­lı­şır.” Bi­zim gö­re­vi­miz akıl­lı ol­mak­tır, hem dün­ya­mı­za hem de âhi­re­ti­mi­ze ça­lı­şa­ca­ğız, dün­ya­mı­zı âhi­re­ti­mi­ze hiz­met et­ti­re­ce­ğiz. Gav­sı­mı­zın bir soh­be­ti var; şöy­le bu­yu­rur: “Dün­ya­da na­sıl pa­ra ge­çer­li ise ahi­ret­te de pa­ra ge­çer­li­dir. Dün­ya­nın pa­ra­sı al­tın, gü­müş, kâ­ğıt­tır; âhi­re­tin pa­ra­sı ise sâ­lih amel­dir. Onun için her ne­fe­si­mi­zi ken­di­mi­ze ga­ni­met bi­le­rek, bu iki dün­ya­mı­zın iş­le­ri­ni de be­ra­ber gö­tür­mek zo­run­da­yız.” Gavs-ı Kas­re­vî Sey­yid Ab­dül­ha­kim haz­ret­le­ri bir soh­be­tin­de şöy­le bu­yur­muş­tur: “Ahi­re­tin er­ke­ği dün­ya­nın da er­ke­ği­dir.” Ya­ni âhi­ret iş­le­ri­ni iyi ya­pan kim­se, dün­ya iş­le­ri­ni de iyi ya­par, iki­si­nin de hak­kı­nı ve­rir. İn­san iki­si­ni be­ra­ber gö­tü­rü­yor­sa en gü­ze­li ve doğ­ru­su bu­dur. Onun için bi­zim işi­miz iki­si­ni de be­ra­ber gö­tür­mek­tir. Men­zi­li men­zel (mes­ken) ya­ni hu­zur­lu ve gü­zel bir mes­ken ya­pan bi­rin­ci­si Kur’an’dır, ikin­ci­si Sün­net­tir, üçün­cü­sü âdap­tır, dör­dün­cü­sü mür­şi­din em­ri­ne ri­ayet­tir, be­şin­ci­si ser­best ti­ca­ret­tir. Ba­zı in­san­lar ti­ca­ret yap­tı­ğı­mız için bi­zi eleş­tir­di, ama bun­la­rın tec­rü­be­si­ni geç­miş­te ya­şa­dı­ğı­mız için bu oyun­la­ra gel­me­dik. Ti­ca­ret yap­ma­yıp in­san­la­rın eli­ne bak­sak da­ha mı iyi olur­du? Eğer ti­ca­re­ti biz yö­ne­ti­yor, eş­ya­yı biz kont­rol edi­yor, ona hâ­kim olu­yor, onu eli­miz­de di­ni­miz için mah­kum edi­yor­sak, bu çok doğ­ru­dur, so­nu ha­yır­dır. Ama mal bi­zi mah­kum edi­yor, üze­ri­mi­ze bi­ni­yor, bi­zi yö­ne­ti­yor­sa iş­te bu fe­lâ­ket­tir. İş­le­ri­mi­zi ti­ca­re­tin ku­ral­la­rı­na uy­gun yü­rüt­me­li­yiz. Mad­de­yi mâ­na için kul­lan­ma­lı, her şe­yin asıl sa­hi­bi­nin yü­ce Al­lah ol­du­ğu­nu unut­ma­ma­lı­yız. Hiz­met­le­ri­mi­zi bu şu­ur için­de ya­par­sak, eli­miz­de­ki dün­ya ma­lı­na ve im­kâ­nı­na şük­ret­miş olu­ruz. Eği­ti­me yö­ne­lik ba­sın ya­yın fa­ali­yet­le­ri­ne çok ih­ti­ya­cı­mız var­dır. Te­le­viz­yon­lar, rad­yo­lar ve di­ğer med­ya ku­ru­luş­la­rı çok kir­len­miş. İs­tis­na­la­rı ol­sa da, is­tis­na­lar ka­ide­yi boz­maz. Bun­la­rı te­mi­ze çe­vir­mek gay­re­tin­de ol­ma­lı­yız. Al­lah mu­vaf­fak eder­se ne mut­lu bi­ze. Eğer mu­vaf­fak eder­se se­va­bı­mız on­dan yet­mi­şe çı­kar, mu­vaf­fak ol­ma­sak da ha­yır üze­re git­ti­ği­miz için bir se­vap ve­re­cek­tir bi­ze in­şal­lah. Onun için akıl­lı ol­ma­lı­yız, ilim, eği­tim yo­lun­da çok gay­ret et­me­li­yiz. Bun­la­rın zor­luk­la­rı var­dır, yan­ma­dan pi­şil­mez, pi­şil­me­den tat ol­maz, tat ol­ma­dan yen­mez. İl­la zor­luk­la­ra kat­la­na­ca­ğız. Bu zor­luk­la­rı çek­mek ta­sav­vu­fun te­mel âdap­la­rın­dan­dır. Bu zor­luk­lar oğ­lu­muz­dan olur, kı­zı­mız­dan olur, ai­le­miz­den olur, kom­şu­muz­dan olur, ama mu­hak­kak ki bu yol­da mâ­ne­vî ni­met­le­re mazhar ola­bil­me­miz için ezi­yet çe­ke­ce­ğiz, ya­na­ca­ğız, tat­la­na­ca­ğız. Mu­si­bet­le­re sab­ret­me hak­kın­da ha­di­s-i şe­rif var­dır. Şöy­le buy­ru­lu­yor: “Sa­bır (dar­lık­tan) kur­tu­lu­şun anah­ta­rı­dır.” Kar­deş­le­rim Al­lah he­pi­niz­den ra­zı ol­sun, vü­cut ya­kın­lı­ğı kalp ya­kın­lı­ğı­dır. Bir­bi­ri­mi­ze yak­la­şa­lım, hem gö­nül ya­kın­lı­ğı ve kay­naş­ma te­min ol­sun hem de bir­bi­ri­mi­zi da­ha ra­hat an­la­ya­bi­le­lim. Yü­ce Al­lah sâ­dât­lar­dan ra­zı ol­sun. İn­şal­lah önü­müz çok gü­zel. Biz­ler sa­de­ce ve sa­de­ce Al­lah’a ina­nı­yo­ruz, O’na gü­ve­ni­yo­ruz, O’nun yo­lun­da gi­den­le­re gü­ve­ni­yo­ruz, pey­gam­ber­le­rin vâ­ris­le­ri­ne ina­nı­yo­ruz, on­la­rın yo­lun­da gi­di­yo­ruz, git­me­ye de gay­ret ede­ce­ğiz. Al­lah he­pi­niz­den ra­zı ol­sun. BÜ­YÜK­LE­RİN BİT­ME­YEN Çİ­LE­Sİ Bi­raz ai­le­miz­den bah­set­mek is­ti­yo­rum. Ço­ğu­nuz on beş, yir­mi, otuz yıl­lık sû­fî ola­bi­lir­si­niz, ama ben alt­mış yıl­lık bir ha­ya­tı si­ze an­lat­mak is­ti­yo­rum. Çün­kü es­ki­nin doğ­ru­la­rın­dan ve yan­lış­la­rın­dan ib­ret al­ma­lı­yız. Es­ki­den iyi ve­ya kö­tü ba­zı olay­lar yüz se­ne­de bir te­ker­rür eder der­ler­di. Tek­no­lo­ji ge­liş­tik­çe ha­ta­lar da hız­la ya­yı­lı­yor, doğ­ru­lar da hız­la ya­yı­lı­yor. Geç­mi­şi­mi­zi ken­di­mi­ze ör­nek al­ma­dı­ğı­mız za­man ge­le­ce­ğe doğ­ru git­me­miz müm­kün de­ğil­dir. Bil­vâ­ni­sî de­di­ği­miz üç ta­ne mür­şi­di­miz ak­la ge­lir. Bun­la­rın isim­le­ri­ni ço­ğu­nuz bi­li­yor­su­nuz. Bun­la­rın ilk ak­la ge­le­ni Gavs Sey­yid Ab­dül­ha­kim haz­ret­le­ri­dir. Gavs haz­ret­le­ri­nin ba­ba­sı Sey­yid Mu­ham­med’dir. De­de­si ise Sey­yid Ma‘­rûf’tur. Sey­yid Mu­ham­med’in il­ginç bir ta­le­be­li­ği var. Ba­ba­sı Sey­yid Ma‘­rûf onu Haz­ret‘in med­re­se­si­ne ta­le­be ola­rak ve­rin­ce, “Efen­dim, bu­nun eti, ke­mi­ği, her şe­yi si­zin­dir” de­miş. O za­man Haz­ret Mu­ham­med Di­yâ­ed­din (k.s) ona, “Ma­dem ço­cu­ğu­nu bi­ze ver­din, ar­tık be­nim oğ­lum var de­me, onu unut!” de­miş. O da, “Ta­mam efen­dim” di­ye­rek kö­yü­ne dön­müş. Sey­yid Ma‘rûf ara­da bir Haz­ret’i zi­ya­re­te ge­lin­ce, az öte­de med­re­se­de oku­yan oğ­lu­nu hiç sor­maz ve ya­nı­na git­mez­di. Böy­le­ce ye­di se­ne geç­miş. Oğ­lu oku­muş, bü­yü­müş, ge­liş­miş ve de­ğiş­miş. Bir gün Haz­ret (k.s), Sey­yid Mu­ham­med’e, “Ar­tık git de an­ne ba­ba­nı zi­ya­ret et” bu­yur­muş. O da bir ar­ka­da­şı ile yo­la çık­mış. Kö­ye ya­kın bir ye­re ge­lin­ce, ba­ba­sı Sey­yid Ma‘rûf ile kar­şı­laş­mış­lar. O da baş­ka bir ka­fi­le ile zi­ya­ret­ten ge­li­yor­muş. Bir­bir­le­ri­ni ta­nı­ma­mış­lar. Sey­yid Ma‘rûf on­la­ra, kim ol­duk­la­rı­nı, ne­re­ye git­tik­le­ri­ni so­run­ca, Sey­yid Mu­ham­med, “Ben şu köy­den Sey­yid Ma‘rûf’un oğ­lu­yum, is­mim de Mu­ham­med’dir” de­miş. O za­man Sey­yid Ma‘rûf se­ne­ler ön­ce Haz­ret’e tes­lim et­ti­ği oğ­lu­nu ta­nı­mış, boy­nu­na sa­rı­la­rak ağ­la­mış, “Oğ­lum, ben se­nin ba­ban Ma‘rûf’um” de­miş. Ben­zer bir olay, Gavs haz­ret­le­ri ile de­de­si Sey­yid Ma‘rûf ara­sın­da da geç­miş. Da­ha son­ra Haz­ret Mu­ham­med Di­yâ­ed­din haz­ret­le­ri, Sey­yid Mu­ham­med’e ha­li­fe­lik ver­miş. Sey­yid Mu­ham­med, “Efen­dim, ben bu işe lâ­yık de­ği­lim, si­zin em­ri­niz ol­du­ğu için ka­bul edi­yo­rum, fa­kat bu­nu giz­li tu­tun” di­ye mür­şi­di­ne is­tir­ham­da bu­lu­nup ha­li­fe­li­ği­ni giz­li tut­ma­sı­nı is­te­miş, Haz­ret de giz­li tut­muş­tur. Sey­yid Mu­ham­med, Haz­ret’ten ön­ce ve­fat et­miş­tir. Haz­ret, Sey­yid Mu­ha­ham­med’in ha­li­fe ol­du­ğu­nu kab­ri ba­şın­da ilân ede­rek şöy­le bu­yur­muş: “Al­lah’a ye­min ede­rim ki bu mem­le­ket­te Sey­yid Mu­ham­med Bil­vâ­ni­sî gi­bi kâ­mil bir ve­lî gör­me­dim. Siz­ler onu sa­kın za­ma­nı­mı­zın di­ğer âlim­le­riy­le ka­rış­tır­ma­yın. Siz hiç ken­di­si­ne mür­şid ol­ma hak­kı ve­ril­di­ği hal­de, üs­ta­dı ha­yat­ta ol­du­ğu sü­re için­de bu­nun sak­lan­ma­sı­nı is­te­yen te­va­zu sa­hi­bi bi­ri­ni gör­dü­nüz mü? Ken­di­si, bi­zim ha­li­fe­miz ol­du­ğu hal­de bu mâ­ne­vî de­re­ce­si­nin giz­li kal­ma­sı­nı is­te­di.” Sey­yid Mu­ham­med, Haz­ret’in zi­ya­re­ti­ne Nur­şin’e ge­lip gi­der­ken Gavs haz­ret­le­ri­ni de ya­nın­da gö­tü­rür­dü. Gavs’ın Nur­şin’e üçün­cü ge­li­şin­de, Haz­ret, Sey­yid Mu­ham­med’in ya­nın­da­ki ço­cu­ğun kim ol­du­ğu­nu sor­muş; sû­fî­ler: “Sey­yid Mu­ham­med’in oğ­lu­dur; adı Ab­dül­ha­kim’dir, de­dik­le­rin­de Haz­ret, “Bu ço­cuk, ge­le­cek­te bü­yük bir zat ola­cak­tır” bu­yur­muş. Sey­yid Mu­ham­med ve­fat edin­ce, Sey­yid Ab­dül­ha­kim ile de­de­si Sey­yid Ma‘rûf il­gi­len­di. Oku­mak­la ça­lış­mak ara­sın­da ka­rar ver­mek­te zor­lan­dı­lar. Son­ra ilim ter­cih edil­di. Gavs haz­ret­le­ri ço­cuk de­ne­cek yaş­lar­da üç yıl Si­yâ­nüs’te­ki med­re­se­de te­mel İs­lâ­mî ders­ler al­dı. Fet­hul­lah Ver­kâ­ni­sî haz­ret­le­ri­nin kö­yü Ver­kâ­nis’te iki yıl oku­du, bu ara­da Sey­dâ-i Tâ­hî haz­ret­le­ri­nin ha­li­fe­si Şeyh Ab­dül­kah­hâr haz­ret­le­ri­nin de dik­ka­ti­ni çek­miş ve du­ası­nı al­mış­tır. Nur­şin’de ise tam ye­di yıl İs­lâ­mî ilim­le­ri tah­sil et­ti. Ar­bo’da üç yıl oku­du. İlim tah­sil eder­ken şöy­le gü­zel bir olay ol­muş. Bir gün Haz­ret (k.s) bir kış gü­nü ca­mi­ye git­miş, Gavs haz­ret­le­ri de pe­şin­den git­miş. Gavs haz­ret­le­ri, kar­da gi­der­ken, Haz­ret’in da­ha ön­ce bas­tı­ğı iz­le­ri­ne ba­sa­rak ca­mi­ye git­miş. İçin­den de, “İn­şal­lah ben Haz­ret’in izin­den gi­de­ce­ğim, dün­ya­da izin­den gi­de­yim, bel­ki Al­lah Te­âlâ âhi­ret­te de izin­den ayır­maz bi­zi” di­ye dü­şün­müş. Bu­nun için te­fek­kür çok önem­li, akıl çok önem­li. İn­san ba­zan bir an­lık bir ha­re­ket­le, dav­ra­nış­la, dü­şün­cey­le çok şey­ler ka­za­na­bi­li­yor. Mâ­ne­vi­yat yo­lun­da az bir te­fek­kür­le çok şey ka­za­na­bi­li­riz. Bu şe­kil­de Haz­ret’le Gavs haz­ret­le­ri ca­mi­ye gi­rip ca­mi­de sün­net­le­ri­ni kıl­mış­lar. O ara­da ca­mi­nin ho­ca­sı da gel­miş. Ca­mi­de iki ki­şi gö­rün­ce şa­şır­mış ve Haz­ret’e, “Kur­ban, siz içe­ri­de iki ki­şi­si­niz, dı­şa­rı­da ise bir ayak izi var, bu na­sıl olu­yor?” di­ye sor­muş, Haz­ret de, “Evet, biz iki in­sa­nız, ama yo­lu­muz bir­dir” bu­yur­muş. Gö­rül­dü­ğü gi­bi bu bü­yük in­san­lar da­ha kü­çük iken yol­la­rı­nı tam seç­miş­ler, gi­de­cek­le­ri izi iyi be­lir­le­miş­ler ve o yol­da git­me­ye gay­ret et­miş­ler. Son­ra Gavs Ab­dül­ha­kim haz­ret­le­ri, Haz­ret’in ai­le­si için­de bir ferd gi­bi ol­muş, Haz­ret’e âşık ol­muş, öy­le ki, onun soh­bet­le­ri için oku­ma­yı ter­ket­me­yi bi­le dü­şün­müş, fa­kat izin ve­rilme­miş. Gavs haz­ret­le­ri da­ha son­ra de­ği­şik yer­ler­de oku­muş. O za­man çok fa­kir­lik gör­müş­ler, çok sı­kın­tı çek­miş­ler. İlim­le­ri­ni ve sey­rü sü­lûk­le­ri­ni ta­mam­lar­ken her tür­lü mah­ru­mi­ye­ti ya­şa­mış­lar, fa­kat bu yol­dan hiç vaz­geç­me­miş­ler. Öy­le sı­kın­tı­lar ya­şa­mış­lar ki, Gavs haz­ret­le­ri, “Bir gün Haz­ne’ye gi­der­ken eğer kar­pu­zun ka­bu­ğu ol­ma­say­dı biz su­suz­luk­tan ölür­dük” de­miş­tir. Öy­le ki, yol­da kar­pu­zun ka­bu­ğu­nu bul­muş, sa­de­ce di­li­ni ıs­la­ta­rak bu şe­kil­de ken­di­ni Su­ri­ye’ye at­mış. Mür­şi­di­ne gi­der­ken, ge­ri­de ai­le­si de çok sı­kın­tı çek­miş. On­la­rın gün­lük yi­ye­ce­ği­ni zor kar­şı­lar­mış. Bir de Su­ri­ye yo­lun­da­ki teh­li­ke­le­ri var. Hu­dut­lar­da­ki ma­yın tar­la­la­rı, sal­dı­rı­lar, as­ker kont­ro­lü, ölüm kor­ku­su. Bü­tün bun­la­rı ya­şa­ya­rak bu şe­kil­de yo­lu­na de­vam et­miş. Bu mal bu ka­pı­ya çok zor gel­di, Gavs haz­ret­le­ri, bir soh­be­tin­de, “Bu mâ­ne­vî ma­lı al­dık, in­şal­lah kı­ya­me­te ka­dar bu ocak­ta bu ir­şad de­vam ede­cek, onu kı­ya­me­te ka­dar bı­rak­ma­ya­ca­ğız” bu­yur­muş. Bu­nu ba­bam nak­let­ti. Ba­bam (Gavs-ı Sâ­ni haz­ret­le­ri) şöy­le an­lat­tı: “Ben bu gö­re­ve ge­lin­ce, bir rü­ya gör­düm. Rü­yam­da, ba­şı­mın üze­rin­de bir taht ya­pı­lı­yor­du. Tah­tı ya­pan­la­ra, ‘Bu­nu kim için ya­pı­yor­su­nuz?’ di­ye sor­dum. ‘Hz. Re­sû­lul­lah (s.a.v) için ya­pı­yo­ruz, o ge­lip otu­ra­cak’ de­di­ler. Ben, ‘Ne ka­dar otu­ra­cak?’ di­ye sor­dum. Ba­na, ‘Bu ka­pı­da sün­net-i se­niy­ye­ye uyul­du­ğu sü­re­ce, Hz. Pey­gam­ber ora­da otu­ra­cak’ de­nil­di. Biz de bü­tün gü­cü­müz­le sün­net-i se­niy­ye­ye uya­rak Re­sû­lul­lah Efen­di­miz’in (s.a.v) de­vam­lı ba­şı­mız üs­tün­de otur­ma­sı­na ça­lı­şa­ca­ğız in­şal­lah.” Bu mâ­ne­vî ema­net bu ka­pı­da Kur’an, Sün­net ve âdap­la ka­la­cak­tır. Bu­nun için hep Kur’an’a, Sün­net’e ve yo­lu­mu­zun âdâ­bı­na sa­rıl­ma­mız ge­rek­li­dir. Bu­gü­ne ka­dar böy­le gel­miş­tir. İn­şal­lah bun­dan son­ra da böy­le de­vam ede­cek­tir. Gavs haz­ret­le­ri ve­fat eder­ken ben do­kuz-on yaş­la­rın­day­dım. Ya­şı­mız kü­çük ol­ma­sı­na rağ­men onun il­mi­ni, gü­zel­li­ği­ni ve bü­yük­lü­ğü­nü an­lı­yor­duk. Nor­mal gör­dü­ğü­müz in­san­lar­dan fark­lı bir in­san ol­du­ğu­nu bi­li­yor­duk. Biz o yaş­ta da ken­di­si­nin far­kı­na var­dık el­ham­dü­lil­lah. Şey­tan­lar Ni­çin Boş Dur­maz? Bir gün ba­bam (Gavs-ı Sâ­nî haz­ret­le­ri) şöy­le an­lat­tı: “Ben, bir bay­ram ön­ce­si bi­zim kö­yün ho­ca­sı ile el­bi­se dik­tir­me­ye Bit­lis’e git­tim. Bir dük­kân­da bek­li­yor­duk, ora­nın meş­hur bir ho­ca­sı gel­di. Bi­zim ho­ca­ya, ‘Mer­ha­ba na­sıl­sın, iyi mi­sin?’ di­ye sor­du, ho­cam da, ‘İyi­yiz, Al­lah ra­zı ol­sun’ de­di. O ho­ca, be­ni gös­te­rip, ‘Bu kim­dir?’ di­ye sor­du. Ho­cam da, ‘Şeyh Ab­dül­ha­kim’in oğ­lu­dur’ de­di. O ho­ca ba­na dö­ne­rek, ‘Genç, Al­lah ba­ban­dan ra­zı ol­sun, bü­tün şey­tan­lar Kas­rik’te top­lan­mış’ de­di. Bu sö­ze çok ca­nım sı­kıl­dı, bu ne de­mek ya­ni de­dim, ren­gim at­tı. Be­nim ha­li­min de­ğiş­ti­ği­ni gö­rün­ce, ho­ca, ‘Sö­züm zo­ru­na mı git­ti?’ di­ye sor­du. Ben de, ‘Ta­bii ki zo­ru­ma git­ti’ de­dim, O za­man ho­ca, ‘Ha­şa ben kö­tü mâ­na­da söy­le­me­dim, Al­lah’ın rah­me­ti, sâ­dâ­tın ta­sar­ru­fa­tı ol­du­ğu yer­ler­de şey­tan­lar çok olur, ora­yı sü­rek­li ka­rış­tır­mak­la meş­gul olur. Kas­rik de Al­lah’ın rah­me­ti­nin bol in­di­ği, in­san­la­rın ter­bi­ye edil­di­ği bir yer­dir; böy­le ol­du­ğu için şey­tan­lar ora­ya ge­len­le­rin yol­la­rı­nı kes­mek, kalp­le­ri­ni çel­mek için çok çır­pı­nır­lar’ de­di.” Ta­bii ki mik­rop var­sa ber­ta­raf ede­cek an­ti mik­rop da var, ze­hir var­sa an­ti ze­hir de var, tıp­ta da bu bi­li­ni­yor. Bir yer­de in­san­lar Kur’an’a, Sün­net’e, âdâ­ba sa­rıl­dı­ğı za­man şey­tan ze­lil olur, bü­yük zin­cir­ler­le bağ­la­nır. An­cak Kur’an, Sün­net ve âdap ko­nu­sun­da bir ek­sik­lik olur­sa, şey­tan ge­lir, in­san­la­rı ken­di­ne bağ­lar ve on­dan son­ra çe­ker baş­ka ye­re gö­tü­rür. Gav­sı­mız bir soh­be­tin­de şöy­le bu­yur­du: “Gü­nü­müz­de cin­nî şey­tan­la­ra ge­rek yok, ço­ğu in­san­lar şey­tan gi­bi ol­muş­tur.” Şey­tan ta­bii ki mü­ba­rek yer­le­ri ge­zi­yor. En azın­dan kal­be ves­ve­se ve­ri­yor, hiç boş dur­mu­yor. İn­san gü­nah için­de iken şey­tan ona ge­lip bir ves­ve­se ver­mez, ak­si­ne o kö­tü işi ken­di­si­ne gü­zel ve ge­rek­liy­miş gi­bi gös­te­rir, ama ne za­man töv­be et­me­ye, sâ­dât­la­ra git­me­ye ni­yet et­se ni­ye­ti­ni boz­mak is­ter, kal­bi­ni ka­rış­tı­rır, yö­nü­nü ken­di ta­ra­fı­na çe­vir­mek için çır­pı­nır. Şey­tan yü­ce Al­lah’tan bu­nun için izin al­mış­tır. On­dan kur­tul­ma­nın tek yo­lu yü­ce Al­lah’ın ki­ta­bı, Hz. Pey­gam­ber’in sün­ne­ti ve ulu sâ­dât­la­rın âdap­la­rı­dır. Akıl ve ken­di ted­bi­ri­miz­le şey­ta­na ga­lip gel­mek müm­kün de­ğil­dir. Sa­dık Olan Mür­şi­di ile Ka­lır Gavs haz­ret­le­ri­nin za­ma­nın­da­ki ba­zı şeyh­ler, ona ha­ber gön­de­re­rek, “Sen bi­zim sû­fî­le­ri­mi­zi eli­miz­den alı­yor­sun” di­ye şi­kâ­yet­te bu­lun­muş­lar, Gavs haz­ret­le­ri de, “Me­rak et­me­yin, si­zin hiç­bir sû­fî­niz bu­ra­ya gel­mez” de­miş. Bu­nun mâ­na­sı şu­dur: Eğer on­lar ger­çek mâ­na­da si­zin sû­fî­le­ri­niz ise bu­ra­ya gel­me­me­li­dir, gel­mez­ler. Bu­ra­ya ge­len de za­ten siz­den kop­muş­tur, o ar­tık bi­zim sû­fî­miz­dir. Asıl iş yü­ce Al­lah’a dön­mek­tir. Ona ma­ni olan her şey fit­ne­dir, za­rar­dır. Şey­tan hiç dur­maz, ora­dan de­ner, bu­ra­dan de­ner, in­sa­nı bir şe­kil­de al­dat­mak is­ter. Yü­ce Al­lah, “Bi­li­niz ki mal­la­rı­nız ve ço­cuk­la­rı­nız bi­rer im­ti­han se­be­bi­dir”(En­fâl 8/28) bu­yur­muş­tur. Bu­nu şöy­le an­la­ma­mız ge­re­kir: Eğer ma­lı­nız si­zin hay­ra yö­nel­me­ni­zi en­gel­li­yor­sa, ço­cuk­la­rı­nız ilâ­hî mu­hab­be­tin önü­ne ge­çi­yor­sa, on­lar si­zin için ha­yır de­ğil ha­ki­ka­ten düş­man­dır. An­cak ma­lı­nız ve ev­lâ­dı­nız, yü­ce Al­lah’a ya­kın­lı­ğı­nı­zı ve hay­rı­nı­zı ar­tı­rı­yor­sa dost­tur. Gavs haz­ret­le­ri­nin za­ma­nın­da ba­zı olay­lar ol­du. Ev­lat ve ai­le için­de im­ti­han­lar ya­şan­dı. Bu her za­man­da olur. Yü­ce Al­lah’ın ka­nu­nu böy­le­dir. İn­san en ya­kın­la­rıy­la im­ti­han edi­lir. Bu im­ti­han­la­rın bi­rin­ci he­de­fi, sâ­lih­le­re ma­kam ka­zan­dır­mak­tır, on­la­rın gü­zel ah­lâ­kı­nı or­ta­ya çı­kar­mak­tır. Di­ğer bir hik­me­ti de, kul­la­rın için­de­ki­ni or­ta­ya çı­kar­mak­tır. İyi­yi kö­tü­den, ha­li­si sa­kat­tan ayır­mak­tır. En önem­li­si, ku­la has­ta­lı­ğı­nı gös­te­rip töv­be­si­ne im­kân ver­mek­tir. Der­di Al­lah olan kim­se her hal­de Al­lah’ı arar. Geç­miş­te ya­şa­nan­lar üze­ri­ne Gavs haz­ret­le­ri çok üzül­dü; o ka­dar ki bir gün Kas­rik’te bir te­pe­nin üze­rin­de sa­rı­ğı­nı çı­kart­tı, ter­si­ne çe­vir­di, ba­şı açık bir şe­kil­de şöy­le dua et­ti: “Yâ rab­bi, kim ev­lât­la­rı­mın ara­sı­na fit­ne ko­yar­sa kı­ya­met­te Re­sûl-i Ek­rem Efen­di­mi­z’in hu­zu­run­da on­dan da­va­cı­yım!” Bu­ra­dan ala­ca­ğı­mız ib­ret, bu fit­ne­le­re ve­si­le ol­ma­mak­tır. Bu fit­ne­le­re ve­si­le ol­ma­ma­mız için Kur’an, Sün­net ve mür­şi­din emir­le­ri­ne uy­mak zo­run­da­yız. Bu ka­pı­da, ai­le­den bi­ri ol­sun, sû­fî ol­sun, ni­ye­ti Al­lah rı­zâ­sı olup sâ­dât­la­rın yo­lu­na, âdap ve işa­ret­le­ri­ne sa­mi­mi ola­rak uyan kim­se za­rar et­mez, ha­yır­dan mah­rum ol­maz, aya­ğı kay­maz, üzül­mez, ken­di ba­şı­na ter­ke­dil­mez. Ama kim, nef­siy­le ha­re­ket eder, sâ­dât­la­rın mu­ra­dı­nın ter­si­ne gi­der­se, ken­di­si­ne gö­re “iyi ni­yet­li­yim, yap­tı­ğı­mı ha­yır için ya­pı­yo­rum” de­se de onun işi hay­ra çık­maz, kâ­rı za­ra­rı­nı kur­tar­maz. O kim­se Al­lah ka­tın­da ken­di­ni sa­vu­na­cak bir de­lil de bu­la­maz. Ba­şın­da­ki ima­ma, mür­şi­de mu­ha­le­fet et­me­nin ne ka­dar acı so­nuç­lar ver­di­ği­ni Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v) açık bir şe­kil­de be­lirt­miş ve bü­tün üm­me­ti­ni bun­dan sa­kın­dır­mış­tır. Sâ­dât­lar, nef­si için bir şey em­ret­mez­ler. On­la­rı hak­sız ye­re üzen kim­se yü­ce Al­lah’ı na­sıl mem­nun ede­cek­tir? Bun­dan sa­kın­ma­lı ve böy­le bir im­ti­ha­na dü­şen kim­se sa­mi­mi ola­rak töv­be et­me­li­dir. Gavs haz­ret­le­ri bir soh­be­tin­de, “Her­kes ken­di yap­tı­ğı amel­den so­rum­lu­dur” bu­yur­muş. Biz Gavs’­la­rın, Sey­da’nın yo­lun­da git­mek is­ti­yo­ruz, biz on­la­rın sû­fî­si ol­mak is­ti­yo­ruz. Bun­da da an­cak mür­şid-i kâ­mi­le bağ­lı­lık­la mu­vaf­fak olu­nur. Biz, kâ­mil mür­şid­le­rin yap­tı­ğı amel­le­ri yap­mak is­ti­yo­ruz. Eğer ölüm kor­ku­su in­sa­nı iba­de­te yö­nelt­mi­yor­sa, o kor­ku ah­mak­lık­tan baş­ka bir şey de­ğil­dir. Çün­kü bu dün­ya­da bu­gü­ne ka­dar hiç kim­se sağ kal­ma­mış­tır, bin se­ne ya­şa­yan var, ön­ce­ki ba­zı üm­met­ler­de bin se­ne­den faz­la ya­şa­yan­lar var. Ölü­mü bi­zim için Al­lah’a kul­luk ve dost­luk se­be­bi ola­rak an­la­ma­mız lâ­zım, ölüm­den kor­ku­muz ame­li­mi­zin az olu­şun­dan ol­ma­lı, öle­ce­ği­miz­den ol­ma­ma­lı­dır. Sey­da haz­ret­le­ri­nin (k.s) bir sö­zü var­dır: “Kim Şah-ı Nak­şi­bend’in ame­li­ni ya­par­sa Şah-ı Nak­şi­bend gi­bi olur. Kim de şey­ta­nın ame­li­ni ya­par­sa şey­tan olur.”   Al­lah Yo­lun­da Kin ve Fit­ne Ha­ram­dır Gavs-ı Bil­vâ­ni­sî haz­ret­le­ri şöy­le bu­yur­du: “Keş­ke her köy­de, her ka­sa­ba­da Şah-ı Haz­ne’nin bir ha­li­fe­si ol­say­dı da üm­me­t-i Mu­ham­med’in hi­da­ye­ti­ne ve­si­le ol­say­dı.” Bu bü­yük­le­rin tek der­di, İs­lâm’ın ya­yıl­ma­sı ve in­san­la­rın ter­bi­ye­si­dir. Onu hak­kı ile kim ta­şır ve tem­sil eder­se ona ha­yır dua eder­ler. Mür­şid­lik, dün­ya sal­ta­na­tı ve ma­ka­mı gi­bi de­ğil­dir. Kâ­mil mür­şid­ler, bü­tün in­san­la­rın kâ­mil ol­ma­sı­nı, yü­ce Al­lah’a en ile­ri de­re­ce­de kul­luk yap­ma­sı­nı is­ter­ler. Ger­çek mür­şid mür­şi­de ha­set et­mez, ve­lî ve­lî­yi kıs­kan­maz, müt­ta­ki müt­ta­ki­den ra­hat­sız ol­maz, zi­kir eh­li zikr eh­li­ne kin güt­mez, cö­mert cö­mer­de yan bak­maz. Ve­lî­lik ah­lâ­kı bu­dur. Bun­dan baş­ka­sı ve­lî­lik de­ğil de­li­lik­tir. Fit­ne çok teh­li­ke­li bir şey­dir, he­le böy­le fit­ne­ler Gavs gi­bi bü­yük zat­la­rın adı ve yo­lu kul­la­nı­la­rak çı­ka­rı­lı­yor­sa, çok teh­li­ke­li­dir. Kur’ân-ı Ke­rîm­’de, “Fit­ne çı­kar­mak adam öl­dür­mek­ten da­ha kö­tü­dür” (Ba­ka­ra 2/191)buy­rul­muş­tur. Bu, ba­si­te alı­na­cak ko­lay bir me­se­le de­ğil­dir. Eğer bi­zim ha­ta­mız var­sa -ki ola­bi­lir- o ha­ta­mı­zı gö­ren­ler dost­lu­ğun ge­re­ği ola­rak bi­ze ge­lip söy­le­sin­ler. Be­nim asıl dos­tum ve tek kas­tım Gav­sım’­dır; Gavs-ı Sâ­ni’dir. Be­nim on­dan baş­ka ger­çek dos­tum yok­tur. Ben an­cak ona dost ol­ma­ya ça­lı­şı­yo­rum. Si­zin­le olu­şum onun için­dir. Siz­de bir yan­lış­lık gö­rür­sem, siz o yan­lış­ta ıs­rar eder­se­niz si­ze söy­le­rim. Gav­sı­m var­ken ben si­zi öl­çü al­mam. Si­zin için ken­di­mi boz­mam.   Çi­le ile Tat­la­nan Dost­lar Gavs-ı Bil­vâ­ni­sî haz­ret­le­ri ve­fat et­tik­ten son­ra Sey­da haz­ret­le­ri ir­şad gö­re­vi­ni üst­len­di. Sey­da haz­ret­le­ri ha­ki­ka­ten bir­çok zor­luk­lar çek­ti. Gavs haz­ret­le­ri 1972’de ve­fat et­ti. On­dan son­ra ir­şad pos­tu­na otu­ran Sey­da haz­ret­le­ri bu ta­rih­ten 1978’e ka­dar ge­çen yıl­lar içe­ri­sin­de sû­fî­le­ri bir arada tutmak ve ir­şad hal­ka­sı­nı ge­niş­let­mek için çok ezi­yet çek­ti. O za­man Gavs’tan ay­rı­lan ha­li­fe­ler, ve­kil­ler hep­si Sey­da’ya kar­şı bir­leş­ti­ler, Sey­da haz­ret­le­ri­nin ya­nın­da bir ha­li­fe bi­le kal­ma­dı. Ki­mi men­fa­ati için ses çı­kar­ma­dı, ki­mi cep­he al­dı. Ama Sey­da haz­ret­le­ri is­ti­ka­met­ten hiç ay­rıl­ma­dı. El­ham­dü­lil­lah, bi­ri­ ha­riç, bü­tün kar­deş­le­ri ken­di­siy­le be­ra­ber ol­du. Sey­da haz­ret­le­ri­nin en ra­hat dö­ne­mi 1978’den son­ra­ki iki üç se­ne ol­du. 1980 ih­ti­lâ­lin­de de bi­raz ra­hat et­ti, bir se­ne bir bu­çuk se­ne, ama te­dir­gin­lik var­dı. 1983’ten son­ra da he­pi­ni­zin bil­di­ği gi­bi Gök­çe­ada’ya gö­tü­rül­dü. Sey­da haz­ret­le­ri ha­ya­tın­da çok sı­kın­tı­lar çek­ti, ge­rek ai­le içi ge­rek ai­le dı­şı çok şe­ye sab­ret­ti, in­san­la­rı ida­re et­ti, çi­le­le­re gö­ğüs ger­di. Se­bep­siz ye­re mah­ke­me­le­re gö­tü­rül­dü, ze­hir­li iğ­ne ile su­ikast ya­pıl­mak is­ten­di. Ay­rın­tı­lı an­lat­ma­ya lü­zum yok. Ne­ti­ce­de Sey­da haz­ret­le­ri yan­dı, piş­ti, tat ol­du. Her­kes o ta­da koş­tu. Bu mâ­ne­vî gü­zel­lik, ir­şad ve in­ki­şaf öy­le ken­di­li­ğin­den ol­ma­dı. Hiç­bir şey ken­di­li­ğin­den ol­mu­yor, her şey emek is­ti­yor, gay­ret is­ti­yor, ça­lış­mak is­ti­yor. Al­lah yo­lu­nun ka­nu­nu bu. İlâ­hî sev­gi sa­da­kat ve sa­bır­la bu­lu­nup ko­ru­nu­yor. Bü­tün pey­gam­ber­ler ve ve­lî­ler çi­le yo­lun­dan yü­rü­müş­ler. Bir mür­şi­de he­pi­miz ilk git­ti­ği­miz za­man ter­te­miz ol­ma­mız için töv­be edi­yo­ruz. Ha­dis­te şu müj­de ve­ril­miş­tir: “Ger­çek­ten gü­nah­la­rın­dan töv­be eden kim­se, hiç gü­nah iş­le­me­miş kim­se gi­bi­dir." (İbn Mâce, Zühd, 30; Bey­ha­kî, Şu­abü’l-İmân, nr. 7178; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, 10/200; Mün­zi­rî, et-Ter­gîb ve’t-Ter­hîb, nr. 4604) İş­te sa­mi­mi ola­rak töv­be eden kim­se ilk ola­rak bü­tün gü­nah­lar­dan şöy­le bir te­miz­le­ni­yor. Se­kiz şar­tı ye­ri­ne ge­ti­ri­yo­ruz, kal­bi­miz­den baş­la­ya­rak vü­cu­du­mu­zun içi­ni ve dı­şı­nı gü­zel­ce te­miz­li­yo­ruz. Bu­nun de­va­mı için gı­da lâ­zım. Bi­raz iler­le­men ge­re­ki­yor, ön­ce na­zar ve­ri­yor­lar, on­dan son­ra zi­kir ve­ri­yor­lar. Bi­raz da­ha iler­le­men ge­re­ki­yor, hat­me ve hiz­met ve­ri­yor­lar. Bi­raz da­ha iler­le­men ge­re­ki­yor, tec­rü­be ve­ri­yor­lar. Bi­raz da­ha iler­le­men ge­re­ki­yor, ya­kı­yor­lar. Bi­raz da­ha iler­le­men ge­re­ki­yor, tat ve­ri­yor­lar; tat ve­rin­ce de za­ten ye­nil­me­me­si müm­kün de­ğil­dir. Kı­sa­ca­sı Sey­yid Mu­ham­med Râ­şid haz­ret­le­ri ay­nı bu şe­kil­de töv­be et­ti. Gav­sı­mız ve­fat edin­ce­ye ka­dar hiç­bir şe­ye bak­ma­dan an­lat­tı­ğı­mız şe­kil­de yo­lu­na de­vam et­ti. Öl­çü­sü Kur’an, Sün­net, âdap ve mür­şi­din em­ri ol­du. Sey­yid Ab­dül­bâ­ki haz­ret­le­ri­ne ge­lin­ce; ben gör­me­dim kü­çük­tüm o za­man, an­nem­den duy­du­ğu­ma gö­re an­la­tı­yo­rum. Ba­bam Sey­da’ya he­men in­ti­sap et­ti, çek­ti­ği ders­le­ri de Sey­da’ya ar­ze­de­rek, “Kur­ban, bu­yu­run, doğ­ruy­sa yan­lış­sa amel ola­rak bun­la­rı ya­pı­yor­dum. Bun­dan son­ra siz na­sıl em­re­der­se­niz öy­le ya­pa­ca­ğım” de­miş. Sey­da haz­ret­le­ri ba­ba­mı ye­ni­den der­se baş­lat­mış. Gav­sı­mız mür­şi­di­ne ilk ön­ce kal­bi­ni ver­di, son­ra kal­be bağ­lı bü­tün âza­la­rı­nı ver­di, son­ra bü­tün var­lı­ğı­nı ver­di, önün­de boy­nu­nu bük­tü, nef­si­ni onun ayak­la­rı al­tı­na ser­di, nef­sin üze­ri­ne Sey­da’nın sa­adet sa­çan nur­lu aya­ğı­nı bas­tır­dı. On­dan son­ra da âle­me gavs ve rah­met ol­du. Kar­deş­le­rim, ter­bi­ye­de ve ke­ma­le er­me­de yol ve usul bu­dur. Her­kes bu yol­da yü­rü­me­li­dir. Ha­yır bun­da­dır. Ne­fis ve ben­lik ile hiç kim­se kâ­mil ola­maz. Ön­ce­ki ta­rih­ler­de ol­ma­mış, bun­dan son­ra da ol­maz. Yü­ce Al­lah’ın di­ni, yo­lu ve usu­lü de­ğiş­mez.   Bu Yol Sa­da­kat Yo­lu­dur Gavs haz­ret­le­ri, bi­ze Şah-ı Nak­şi­ben­d’in (k.s) bir soh­be­ti­ni şöy­le an­lat­tı: Şah-ı Nak­şi­bend ilk ta­le­be­lik yıl­la­rın­da ken­di ha­lin­de ha­lim se­lim bir in­san­dı. O za­man ce­ma­at­te­ki in­san­la­rın hep­si on­dan ra­hat­sız ol­ma­ya baş­la­dı. Bir müd­det son­ra ha­li­fe­ler de hep onun aley­hi­ne geç­ti­ler. Şah-ı Nak­şi­bend’i, Sey­yid Emîr Kü­lâl’e şi­kâ­yet et­ti­ler. Sey­yid Emîr Kü­lâl, in­ce bir hik­me­ti or­ta­ya çı­kar­mak için onu kov­du. O da mür­şi­di­min em­ri­dir di­ye git­ti. O köy­den ay­rı­lır­ken ar­ka­sın­dan ço­luk ço­cuk kim var­sa taş­la­dı­lar. Köy­den ay­rıl­dı ve iki üç sa­at uzak­laş­tı. Bu ara­da bir ço­ba­na rast­la­dı. Sü­rü­nün ya­nın­da bir de kö­pek var­dı. Kö­pek ne huy­suz­luk yap­tı ise ço­ban ona taş atıp ko­vu­yor­du. Şah-ı Nak­şi­bend yo­ru­lup otur­du­ğu yer­den, ço­ban ile kö­pe­ği­n ha­li­ni sey­ret­ti. Ço­ban te­pe­nin ar­ka­sı­na ge­çip gö­rün­mez olun­ca, kö­pek tek­rar pe­şi­ne ko­şu­yor­du. Hay­van, açık­tan ço­ba­nın ya­nı­na git­me­ye kor­ku­yor­du, fa­kat on­dan da ay­rıl­mı­yor­du. Ço­ban göz­den kay­bol­duk­ça kö­pek pe­şin­den gi­di­yor, o kay­bol­duk­ça kö­pek gi­di­yor, ne­ti­ce­de kö­ye gi­ri­yor­lar. Kö­pek de ken­di­ni far­ket­tir­me­den ço­ban­la be­ra­ber kö­ye gi­ri­yor. Şah-ı Nak­şi­bend on­la­rı sey­ret­tik­ten son­ra dü­şün­dü, olay­dan ib­ret al­dı ve ken­di ken­di­ne, “Ben bu kö­pek ka­dar da ola­ma­dım. Ner­de kal­dı mür­şi­di­me bağ­lı­lı­ğım, mu­hab­be­tim. Mür­şi­dim be­ni kov­du, köy­lü­ler ba­na taş at­tı di­ye he­men yol­la­ra düş­tüm. Ben ne­yin pe­şin­de­yim? Be­nim yap­tı­ğım iş doğ­ru de­ğil. Ben ge­ri dö­nü­yo­rum” de­di ve dön­dü. Ge­ce ka­ran­lı­ğın­da mür­şi­di­nin kö­yü­ne gir­di. Sey­yid Emîr Kü­lâl haz­ret­le­ri­nin ka­pı­sı­nın eşi­ği­ne boy­nu­nu uza­tıp ye­re koy­du. Ka­pı­nın ağ­zı­na uzan­dı. Sey­yid Emîr Kü­lâl haz­ret­le­ri sa­bah na­ma­zın­a ca­mi­ye gi­der­ken aya­ğı­na bir şey ta­kıl­dı; üze­ri­ne bas­tı, aya­ğı ile o şe­yi sil­ke­le­di, bak­tı ki bir in­san. Ka­ran­lık­ta ona ses­le­ne­rek, “Kalk, kim­sin” di­ye di­ye onu dürt­tü. O da, “Kö­pe­ğin Ba­hâ­ed­din kur­ban!” di­ye ce­vap ver­di. Sey­yid Emîr Kü­lâl, onun sey­yid­lik ve ilim kib­ri­ni kı­rıp nef­si­ni ayak­lar al­tı­na al­ma­sın­dan çok hoş­lan­dı, “Aya­ğa kalk” di­ye­rek onu aya­ğa kal­dır­dı, iki ka­şı­nın ara­sın­dan öp­tü ve “Şeyh­lik ba­na, sû­fî­lik de sa­na he­lâl ol­sun” de­di. Hiç kim­se ba­ha­ne­le­re ya­pış­ma­sın. Bu yol Ebû Be­kir-i Sıd­dîk’ın yo­lu­dur. Nak­şi­ben­dî yo­lu­nun te­me­li sa­da­kat­tir. Kim ben Nak­şi­ben­dî’yim di­yor­sa için­de bu sa­da­kat ol­ma­sı lâ­zım­dır, yok­sa bo­şa kü­rek çek­miş olur. Ne­re­ye gi­der­se­niz gi­din eli­niz­den bu sa­da­ka­ti bı­rak­ma­yın. Biz de bu yol­da de­vam et­mek is­ti­yor­sak -ki et­mek is­ti­yo­ruz- o hal­de bü­tün gay­ret­le­ri­mi­zin o yön­de ol­ma­sı lâ­zım­dır. Kur’an’dan, Sün­net­’ten, âdap­tan ay­rıl­ma­ma­mız lâ­zım. Mür­şi­din emir­le­ri­ne tâ­bi ol­ma­mız lâ­zım ki on­lar­dan bir şey is­te­me hak­kı­mız ol­sun. İn­şal­lah biz­ler o du­ru­ma ge­lir­sek bir şey is­te­me ge­re­ği de kal­maz. Biz sû­fî­lik gö­re­vi­mi­zi ya­pın­ca, on­lar mür­şid­lik gö­re­vi­ni yap­maz mı? Mu­hak­kak ya­pa­cak­tır. Sâ­dât­lar çok şe­ref­li ve bü­yük in­san­lar­dır. Mert­tir­ler, ve­fa sa­hi­bi­dir­ler, cö­mert­tir­ler, ik­ram ve ih­san­dan hoş­la­nır­lar. Ye­ter ki biz on­la­ra lâ­yık ol­ma­ya ça­lı­şa­lım. Rab­bü’l-âle­min, Hz. Mu­ham­med Efen­di­mi­z’e (s.a.v) şöy­le bu­yur­du: “Yâ Mu­ham­med, sen hak­kı teb­liğ et.”(Mâ­ide 5/67) “Sen her is­te­di­ği­ni hi­da­ye­te ulaş­tır­amaz­sın (ya­ni se­nin kalp­ler­de hi­da­yet ya­rat­ma gö­re­vin yok), fa­kat Al­lah di­le­di­ği­ni hi­da­ye­te ulaş­tı­rır (Ya­ni hi­da­yet be­nim elim­de­dir).” (Ka­sas 28/56) Bi­zim gö­re­vi­miz teb­liğ­dir. Fit­ne yap­ma­ya­ca­ğız. Sey­da haz­ret­le­ri (rah.) ve­fat et­ti­ği za­man, ba­bam (Gavs-ı Sâ­ni haz­ret­le­ri) bü­tün ha­li­fe­le­ri ça­ğır­dı, hiç­bir ta­rih­te bu ya­pıl­ma­mış. On­la­ra şöy­le de­di: “Ben si­ze ir­şad iz­ni ve­ri­yo­rum, gi­din üm­met-i Mu­ham­me­d’i ir­şad edin. Sey­da haz­ret­le­ri­nin si­zin üze­rin­de çok eme­ği var, si­ze çok emek ver­miş­tir. Gi­din üm­met-i Mu­ham­med’in hi­da­ye­ti­ne ve­si­le olun, siz­den tek ri­cam Kur’an, Sün­net ve âdap­tan ay­rıl­ma­yın. Bir de si­ze ge­len sû­fî­le­re söy­le­yin, Men­zi­l’e bi­zim zi­ya­re­ti­mi­ze gel­me­sin­ler, biz­den si­ze ge­len­le­re de, ‘Bi­zim zi­ya­re­ti­mi­ze gel­me­yin, Men­zi­l’e gi­din!’ di­ye söy­le­yin.” Mür­şid ha­yat­ta iken ir­şad ya­pıl­maz, mür­şid ve­fat et­tik­ten son­ra ai­le­sin­den ir­şa­da de­vam eden var­sa o izin ve­rir­se ya­pı­lı­yor, yok­sa ya­pıl­mı­yor. Bu ko­nu­da âdab böy­le­dir. Sey­da haz­ret­le­ri bir soh­bet­le­rin­de, kal­bi ken­di mür­şi­din­de top­la­ma ve sa­de­ce ona yö­nel­me ko­nu­sun­da şu soh­be­ti yap­tı: “Gavs-i Hi­zâ­nî (k.s), bir sû­fî­si ile ha­yat­ta olan mür­şi­di Sey­yid Ta­ha’nın (k.s) zi­ya­re­ti­ne gi­di­yor­lar­dı. Sey­yid Ta­ha’nın ika­met et­ti­ği Hak­kâ­ri’nin Neh­ri kö­yü­ne yak­laş­tık­la­rın­da, o gün Sey­yid Ta­ha’nın (k.s) te­vec­cüh ya­pa­ca­ğı ha­be­ri­ni al­dı­lar. Gavs-i Hi­zâ­nî (k.s) bu­na çok se­vin­di. ‘Sey­yid Ta­ha gi­bi bir za­tın te­vec­cü­hü­ne gi­re­ce­ğiz, ne mut­lu bi­ze’ de­di ve ya­nın­da­ki sû­fî­ye te­vec­cüh­le il­gi­li bil­gi­ler ver­di, na­sıl ha­re­ket edi­le­ce­ği­ni an­lat­tı ve, ‘Sa­bah bir şey yi­yip iç­me, çün­kü te­vec­cü­he aç ka­rın­la gi­ri­lir’ de­di. Kö­ye var­dı­lar. Her­kes te­vec­cüh için ha­zır­lık yap­ma­ya baş­la­mış­tı. Gavs-i Hi­zâ­nî’nin sû­fî­si ise hey­be­sin­den bir şey­ler çı­ka­rıp ye­me­ye baş­la­dı. Bu­nu gö­ren Gavs-i Hi­zâ­nî (k.s), sû­fî­si­ne, ‘Ben sa­na te­vec­cü­he gi­rer­ken bir şey yen­me­ye­cek de­me­dim mi, sen ne ya­pı­yor­sun, san­ki ina­dı­na yi­yor­sun’ de­yin­ce sû­fî, ‘Kur­ban siz te­vec­cü­he gi­ren­ler bir şey ye­mez­ler bu­yur­du­nuz. Ben te­vec­cü­he gir­me­ye­ce­ğim ki bir şey ye­me­ye­yim. Sey­yid Ta­ha si­zin şey­hi­niz­dir. Siz onun te­vec­cü­hü­ne gi­re­bi­lir­si­niz. Be­nim şey­him ise siz­si­niz, ben an­cak si­zin te­vec­cü­hü­nü­ze gi­re­rim’ di­ye ce­vap ver­di. Gasv-i Hi­zâ­nî (k.s), ta­sav­vu­fun bu adap ve edep­le­ri­ne dik­kat eden sû­fî­sin­den çok mem­nun kal­dı. Da­ha son­ra ben, Gasv-i Hi­zâ­nî’nin bu sû­fî­si­nin is­mi­nin Ali­can ol­du­ğu­nu öğ­ren­dim.” Yi­ne Sey­da haz­ret­le­ri bir de­fa­sın­da, “Mü­rid, sû­fî, mür­şi­din­den izin­siz tür­be ve mer­kad­le­re gi­de­mez, git­me­me­si lâ­zım­dır” bu­yur­du, son­ra sus­tu, bi­raz son­ra, “Ra­bı­ta­sız gi­de­mez” bu­yur­du, izin­siz gi­de­mez hük­mü­nü, ra­bı­ta­sız gi­de­mez şek­lin­de ifa­de et­ti. Mü­rid mür­şi­di­ni ra­bı­ta ede­rek tür­be ve mer­kad­le­ri zi­ya­ret eder­se, onun ve­si­le ve be­re­ke­tiy­le bü­yük men­fa­at el­de eder. Yok­sa, ken­di nef­si ile ya­pa­ca­ğı zi­ya­ret­ler­den ger­çek men­fa­at gör­mez. Rah­met­li Sey­da haz­ret­le­ri, soh­be­tin­de ön­ce izin­siz gi­de­mez bu­yur­du. Son­ra de­ğiş­ti­re­rek ra­bı­ta­sız gi­de­mez bu­yur­du. Ora­da ic­ti­had yap­tı ve hük­mü ko­lay­laş­tır­dı ki üm­met-i Mu­ham­med’e, sû­fî­le­re zor­luk ol­ma­sın. Çün­kü, Sey­da haz­ret­le­ri ta­sav­vuf­ta müc­te­hid idi. Bu soh­bet be­nim ak­lım­da kal­mış­tı. Bir gün Gav­sı­mız Sey­yid Ab­dül­bâ­ki haz­ret­le­ri­ne şu­nu sor­dum: “Kur­ban, âdâ­ba gö­re sû­fî­le­rin ön­ce mür­şi­di­ni, son­ra o bel­de­de­ki mer­ka­di zi­ya­ret et­me­le­ri ge­re­ki­yor. Oy­sa, bu­gün ba­zı sû­fî­ler, ön­ce mer­ka­de gi­dip zi­ya­ret edi­yor­lar. Bu­na Gav­sı­mız ne bu­yu­rur­lar?” de­dim, şu ce­va­bı ver­di­ler: “Ön­ce mer­ka­de git­me­le­rin­de bir sa­kın­ca yok­tur, gi­de­bi­lir­ler, ama ra­bı­ta­lı ol­ma­lı­lar. Pe­şin­den şu soh­be­ti yap­tı­lar: “Sey­da-i Tâ­hî (Şeyh Ab­dur­rah­man Tâ­hî) (k.s), ha­li­fe­si Şeyh Fet­hul­lah (k.s) ile hac­ca git­ti­ler. Hac va­zi­fe­si­ni yap­tık­tan son­ra, Me­di­ne-i Mü­nev­ve­re’ye gel­di­ler. Re­sû­lul­lah Efen­di­mi­z’in (s.a.v) rav­za­sı­na yak­laş­tık­la­rın­da, Şeyh Fet­hul­lah şey­hi­nin ra­bı­ta­sı­nı yap­ma­ya baş­la­dı. Şeyh Ab­dur­rah­man Tâ­hî ona dö­nüp ‘Mol­la Fet­hul­lah! Bu­ra­da da mı sâ­dâ­tın ra­bı­ta­sı­nı ya­pı­yor­sun?’ di­ye sor­du. Şeyh Fet­hul­lah, ‘Evet kur­ban, asıl bu­ra­da sâ­dâ­tın ra­bı­ta­sı­nı yap­mam lâ­zım­dır. Sâ­dâ­tın ra­bı­ta­sı ol­maz­sa, ben bu pe­ri­şan ha­lim­le, han­gi yüz­le iki ci­ha­nın ser­ve­ri­nin, Fahr-i Âle­m’in hu­zu­ru­na çı­ka­rım. Ben ra­bı­ta­ya en çok bu­ra­da muh­ta­cım’ de­di.” Gav­sı­mız Sey­yid Ab­dül­bâ­ki haz­ret­le­ri ge­çen­ler­de bir soh­be­tin­de, “Sû­fî­lik gün­le­rim­de o ka­dar İs­tan­bul’a git­tim gel­dim, mür­şi­dim­den izin al­ma­dı­ğım için ken­di ba­şı­ma Eyüp Sul­tan’a git­me­dim” bu­yur­du. Eyüp Sul­tan sa­hâ­be-i ki­râm­dır. Gav­sı­mız, “Bel­ki za­rar gö­rü­rüm di­ye hiç­bir ye­re, tür­be­le­re izin­siz git­me­dim” de­di. On­lar bu ka­dar âdap üze­rin­de has­sa­si­yet gös­te­ri­yor­lar. Dr. Ah­met bir soh­be­ti­miz­de ba­na şu­nu an­lat­tı: “Zâ­hi­rî ev­lât şeh­vet ev­lâ­dı­dır; o, şeh­vet anın­da dün­ya şeh­ve­ti ve dün­ya zev­ki anın­da pey­dah­la­nan bir ev­lat­tır. Ger­çek ev­lat ise mâ­ne­vî ev­lât­tır.” Sû­fî­ler gi­bi bu sâ­dâ­ta tes­lim ol­mak lâ­zım­dır. Hiç­bir za­man ben şu­nun bu­nun oğ­lu­yum de­yip ba­ba­nı­za, de­de­ni­ze, geç­mi­şi­ni­ze gü­ven­me­yin. Yü­ce Al­lah he­pi­miz­den sa­da­kat ve ih­lâs­la amel is­ti­yor. Bu ter­bi­ye ve ir­şad ne bi­zim ma­lı­mız­dır ne ba­ba­mı­zın ma­lı­dır; bu Re­sû­lul­lah’ın (s.a.v) ma­lı­dır. O bay­rak, ter­te­miz ola­rak el­den ele tes­lim edi­le­rek gel­miş. Kim ter­te­miz tu­tar­sa onun elin­de ka­lır. Şah­sî amel ve ter­bi­ye lâ­zım­dır. Eğer ba­ba oğ­lu­nu kur­ta­ra­bil­sey­di, Hz. Nuh (a.s) gi­bi ülü’l-azm bir pey­gam­ber oğ­lu­nu kur­ta­rır­dı. De­mek ki bir mür­şi­de ne­sep de­ğil edep ev­lâ­dı ol­mak ge­re­kir. Bir kim­se hem ne­sep hem de edep ev­lâ­dı olur­sa bu da­ha gü­zel­dir; nur üs­tü­ne nur­dur. Al­lah için bu­gü­nün ya­rı­nı da var, ya­rı­nın da öbür gü­nü var. Eğer dost­sa­nız Kur’an’dan, Sün­net’ten, âdap­tan ay­rıl­ma­yın. Bun­la­rın hiç­bi­ri­ni bil­mi­yor­sa­nız, mür­şi­di­ni­zin fi­ili­ni ta­kip edin, em­ri­ni din­le­yin, ken­di ba­şı­nı­za git­me­yin o da ye­ter. Bu va­kıf Ali’nin­dir Ve­li’nin­dir söz­le­ri­nin hep­si ha­ki­kat­te boş söz­ler­dir; bü­tün mal ve ema­net Hz. Re­sû­lul­lah’ın­dır (s.a.v). Bu ka­pı Re­sû­lul­lah’ın ka­pı­sı­dır. Şey­ta­nın oyun­la­rı­na gel­me­yin. Bu ka­pı ter­te­miz bir ka­pı­dır, he­pi­miz o ka­pı­da sa­mi­mi­yet­le bek­çi­lik ve hiz­met yap­mak zo­run­da­yız. Bu ka­pı­da ol­du­ğu­muz müd­det­çe on­dan so­rum­lu­yuz. Bu hiz­met yü­ce Al­lah’ın he­pi­mi­ze yük­le­di­ği bir ema­net­tir. Şe­ref ve sa­ade­ti­miz bu ema­ne­ti ta­şı­ma­ya bağ­lı­dır. Bu ema­ne­ti ta­şı­mak ya­ra­tı­lış ve var­lık se­be­bi­miz­dir. Yer­le­rin ve gök­le­rin yük­len­mek­ten ka­çın­dı­ğı fa­kat in­sa­nın yük­len­di­ği şey iş­te bu ema­net­tir. Ona kı­sa­ca di­ni­miz di­ye­bi­li­riz. Biz­ler yü­ce Al­lah için va­rız, O’nun için ya­ra­tıl­mı­şız. Ken­di­mi­zi baş­ka bir yo­la ve he­de­fe kur­ban ede­me­yiz. Al­lah mu­ha­fa­za et­sin, böy­le bir du­rum­da dün­ya ve ahi­ret hüs­ran olur. Biz­ler­den is­te­nen bu şe­ref­li iş­le­re ra­zı ola­lım. On­la­rı se­ve­lim, on­lar­la se­vi­ne­lim. Al­lah hiç­bi­ri­mi­zi Re­sû­lul­lah’ın (s.a.v) yo­lun­dan ayır­ma­sın. Al­lah’a ema­net olun. (Bu yazı, S. Muhammed Saki Erol'un ba­zı soh­bet­lerin­den derlenmiştir.)
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy