Değerli kardeşlerim,
Gönüller bir olunca, cisimler de bir araya gelince birçok güzellik ortaya çıkıyor. Allah hepinizden razı olsun. Bizi bir araya getiren değişik vesileler var. En büyük vesile ise yüce Allah’ın rızâsıdır. İnşallah hepimiz onun rızâsına mahzar olmak için buraya gelmiş bulunmaktayız. Onun rızâsını kazanmak için bu kervanın içersinde yürüyoruz. Bu kervanın varacağı yerdeki hizmetleri yapmaya hazır olduğumuzu ifade etmek için bir aradayız.
Bu zamana kadar hizmet adına her ne yapılmışsa hep beraber yaptık. Önemli olan, bu hizmetin bir parçası olmaktır. Hizmeti bir vücut gibi düşünün, o vücutta bir âza olmak önemlidir; baş, ayak, tırnak olmak farketmez. Ama ben inanıyorum ki her birimiz o vücudun bir âzasıyız, bir parçasıyız. Bu da ayrıca bize mutluluk veriyor; çünkü hepimiz büyüklerimizin himmetiyle bu hizmetlere katıldık, onun için buradayız.
Ancak yaptıklarımızla asla yetinmemeliyiz. Yaptıklarımızın yeterli olmadığını televizyonlardan dünyayı, Türkiye’yi izlediğinizde de, görüyorsunuz. Bizzat gözünüzle şehrinizi, mahallenizi görüyorsunuz, ama her gün gördüğünüz bir yer vardır, kendi evimiz, ailemiz, çoluk çocuğumuz. Onlara karşı olan sorumluluğumuz daha fazla gayret göstermemizi gerektiriyor.
Bütün bunların yanında bir de bir saniye olsun bizden ayrılmayan kalbimiz, gönlümüz var. Bunları düşünür, tahlil edersek, hepimizin ne kadar hizmete ihtiyacı olduğunun farkına daha iyi varabiliriz. Eğer bu sâdâtların himmet ve bereketi olmasaydı, çevremizde gördüğümüz pek çok örnek gibi yaptığımız amellerin hepsi -neuzübillah- boşa giderdi.
Bu konuda bizlere zâhiren bazı sorumluluklar düşüyor.
Önce niyetiniz Allah rızâsı için olsun.
Âyet ve hadislerin uyardığı gibi her zaman tefekkür ehli olun. İbadetlerin en büyüğü tefekkürdür. Bunları bize tavsiye ediyorlar, bize ilâç olarak vermişler. Mümkün mertebe de bu ilâçları kullanmaya devam edelim. Çünkü şu anda aldığımız nefesin ikinci nefesini alıp almayacağımızı sadece Rabbü’l-âlemin biliyor. Ancak huzurlu bir şekilde son nefesimizi verebilmek için niyetimiz Allah rızâsı için olmalıdır.
Arkamızda bırakacağımız miras, öyle bir miras olsun ki sadece evlâdımız değil, bütün kardeşlerimiz, bütün müslümanlar ondan yararlansınlar. Bu miras yüce Allah için, Allah’ın dini için, cennet ahlâkı olan sünnet-i seniyyenin yayılması için büyük sâdâtların feyzi içinde ve kontrolü altında yapılan bu hizmetlerdir.
Biz bu hizmetleri devletimizin, milletimizin birlik ve beraberliği için yapıyoruz. Ailelerimizin sağlam temel üzerinde yani Kur’an ve Sünnet’e uygun bir şekilde yaşaması için çalışıyoruz.
Bu büyüklerin adını nefsi ve dünya menfaati için kullananlara fırsat vermeyeceğiz. Sâdâtlar, insanların dinini ve âhiretini mamur etmek için vardır. Onlar, rahmet peygamberi Hz. Muhammed’in vârisleridir, varlıkları bütün âleme rahmettir. Ancak onları Allah için sevmeli, Allah yolunda rehber etmeli, kendilerinden gerçek insanlığı ve hakiki Müslümanlığı öğrenmelidir.
Hizmetin hedefi bu iken, bazıları, bunu başka tarafa kaydırmak istemekte ve büyüklerin adını, hatırını kötüye kullanmaktadır.
Semerkand’ın üstlendiği bu hizmetin hedefi, önce bu kötü niyetli kimselere engel olmak, sonra kötü gidişatı düzeltmektir. Daha sonra güzel örnek olmak, güzel çığır açmak, güzel hizmetler sunmaktır. Bu yolda güzel mesafeler aldığımızı düşünüyor ve yüce Allah’a şükrediyoruz. Bununla yetinmiyoruz. Dünya hizmet alanımızdır. Hizmetin tatili yoktur. Hizmet biz ölene ve kıyamet kopana kadar devam edecek ilâhî bir emanettir.
Hizmette hem niyet hem de yapılan iş güzel olmalıdır.
Bizim bir görevimiz de yanlış yapan kimselerin tövbesine ve ıslah olmasına vesile olmaktır. Yanlış yapanın işine engel olurken, aslında kendisine iyilik yapmış oluyoruz, bunu bilseler bize teşekkür etmeleri gerekir.
Büyüklerin ismini ve resmini kullanarak ticaret yapmak bu yola ihanettir. Önceleri böyle şeyler oldu, fakat şimdi bunlara engel olundu.
Bizim yaptığımız bazı işler de ticarî amaçlıdır. Ticaret iki şekilde yapılır. Birinde, bakırı yaldızlayıp altın diye satarlar. Bu aldatmaktır, haramdır, dine ve insanlığa ihanettir. İkincisi, altını altın değerinde, gümüşü gümüş fiyatında, bakırı da bakır kıymetinde satmaktır. Bu helâldir, hayırdır, hizmettir.
Piyasada binlerce kitap var. Bunların bir kısmı ya tümüyle ticarî ya da müslümanların kafasını, fikrini karıştırmak için yazılmış ve yayılmış kitaplardır. Bunları sizler de görüyorsunuz. Allah’a şükürler olsun hem dergide hem kitaplarda belki mükemmeliyete ulaşamadık, ama arkadaşlarımız sürekli mükemmele ulaşmak için çaba harcıyorlar. O yönde arayış içindeler. Zaten bir işin kemale ulaşması demek, zevalin başlaması demektir.
Sizler hepiniz bu konularda birer müfettişsiniz, yani İslâm dinini seven herkes, İslâm dinine mensup olan herkes bu yayınlara birer müfettiştir; gördüğü hataları, gördüğü zararları muhakkak bize bildirmeleri gerekiyor, eğer bildirmiyorlarsa bizim suçumuz yoktur. Hizmette hata eden arkadaş bilmeyerek yapmıştır. O hatayı görenler bize bildirmiyorlarsa suç onlarındır. Sizler görüyorsanız, etrafınız görüyorsa, bunları sorumlulara söylemeniz, sizin ve oların görevidir, söylemezseniz vebaldir.
Bu radyo da yine aynı şekilde inancımızı istismar edenleri engellemek için açılmıştır. İsmini vermek istemiyorum; kermesler ve benzeri uygulamalarla mânevî duygularımızı kullanarak, bilinen sûfî kardeşlerimizin ismini taklit ederek bizleri istismar etmekteydi. Gerçek niyetleri ekonomi mi başka bir şey mi tam bilemiyoruz, ama ikisi de olabilir. İşte biz bu radyoyu benzer istismarları önlemek için kurduk.
Biliyorsunuz Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyoruz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Tabii ki kanunların eksikleri vardır, devamlı tartışılıyor biliyorsunuz. Bu kanunlar mecliste de tartışılıyor, ama en kötü kanun kanunsuzluktan ve anarşiden iyidir, buna da şükrediyoruz. Bugün Afganistan’a baksak, Irak’a baksak neuzübillah, içler acısı bir haldeler. Devletsiz ve başsız olmak ne büyük felâkettir.
Radyoyu birlik ve beraberliğimizi korumak için, memleketimize hizmet etmek için kurduk. Tabii ki bunun belli kuralları vardır, kanunlar çerçevesinde çalışabiliyorsun.
Birileri kalkıp, “Bu tür işleri yapmayalım, kenara çekilelim, hayattan kaçalım, milletle ve sorunlarla uğraşmayalım, sıkıntılı işlere bulaşmayalım” diyebilir.
Önce şunu hatırlatalım ki, İslâm dini ilâçtır, bu ilâcın bütün hastalara ulaştırılma görevi vardır. Ortalık fitne, yıkım, fesat ve kesat içinde ise, mimarların meydana çıkması gerekir. Halktan kaçan kimse halka nasıl fayda verecek? Yüce Allah, bütün peygamberlerini küfür ve inkâr içindeki halkın içine göndermiş, onların derdine böyle ilâç sunmuştur. Onun için Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“İnsanların en hayırlısı insanlara en menfaatli olanıdır.” (Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, 6/65; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 8/191; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 7658; Süyûtî, Câmiu’s-Sagîr, nr. 4044; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, nr.1252)
Tabii ki radyonun içeriği ve sunumu noktasında hakikaten eksik tarafları vardır, bunlar hep olacaktır, ama arkadaşlar gayret ediyor, güzele ve mükemmeliyete koşuyorlar, inşallah mükemmeliyete hep koşacaklardır.
Bundan başka hizmet alanları da vardır. Bir tebessümünüzle de olsa bu faaliyetlere katkıda bulunmanızı istiyoruz. Bu maddi bir katkı değildir, kimseden hiçbir zaman maddî bir katkı istemiyoruz. Mânevî katkınız gereklidir, o da sevgi ile gülen yüzünüz, duanız, iyi işlere rızâ göstererek katılmanızdır.
Biraz evvel söylediğim gibi hepiniz birer müfettiş olun, çünkü hep yanlışların içinde yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz yanlışlardan birini bu sene, diğerini ikinci sene, bir diğerini üçüncü sene düzeltirsek, inşallah sonuçta hepsi düzelir, herkese faydalı bir hale geliriz.
Semerkand’ın bu tür faaliyetlerine muhakkak suretle katkı yapalım, biraz evvel söylediğim gibi gönül katkısı olsun. Çıkan eserleri okumak, dinlemek, yapıcı eleştirilerde bulunmak suretiyle bu hizmetleri sahiplenelim.
Ama hiç kimseden maddî katkı istemiyoruz.
İnsanız, hata etmiş olabiliriz, unutkanız, unutabiliriz, kusur da edebiliriz; ama birbirimizi kontrol ettiğimiz, birbirimize destek verdiğimiz müddetçe, Allah’ın ipine beraber sarıldıkça, birbirimize bir duvarın tuğlaları gibi bağlandıkça, Allah’ın izniyle bu işler doğru gidecektir, eğer doğru gitmiyorsa bu hepimizin hatasıdır. Onun için tek görevimiz vardır, doğrunun peşinde koşmak.
Allah Teâlâ bize akıl vermiş, şayet akıl olmasa ilim olmaz, ilim olmasa amel olmaz, amel olmasa kulluk olmaz, kulluk olmasa varlığımızın bir mânası olmaz; onun için aklımızı kullanacağız.
Şeyh Fethullah hazretlerinin bir sohbeti var, şöyle buyurmuş:
“İnsanlar üçe ayrılır; birincisi akıllı insan, ikincisi yarım akıllı insan, üçüncüsü de deli insandır. Akıllı insan hem dünyasına hem âhiretine çalışan insandır. Yarım akıllı insan ya sadece dünyasına çalışır ya da sadece âhiretine çalışır. Bir de deli insanlar vardır; onlar ne dünyaya çalışır ne de âhirete çalışır.”
Bizim görevimiz akıllı olmaktır, hem dünyamıza hem de âhiretimize çalışacağız, dünyamızı âhiretimize hizmet ettireceğiz.
Gavsımızın bir sohbeti var; şöyle buyurur: “Dünyada nasıl para geçerli ise ahirette de para geçerlidir. Dünyanın parası altın, gümüş, kâğıttır; âhiretin parası ise sâlih ameldir. Onun için her nefesimizi kendimize ganimet bilerek, bu iki dünyamızın işlerini de beraber götürmek zorundayız.”
Gavs-ı Kasrevî Seyyid Abdülhakim hazretleri bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:
“Ahiretin erkeği dünyanın da erkeğidir.”
Yani âhiret işlerini iyi yapan kimse, dünya işlerini de iyi yapar, ikisinin de hakkını verir. İnsan ikisini beraber götürüyorsa en güzeli ve doğrusu budur. Onun için bizim işimiz ikisini de beraber götürmektir.
Menzili menzel (mesken) yani huzurlu ve güzel bir mesken yapan birincisi Kur’an’dır, ikincisi Sünnettir, üçüncüsü âdaptır, dördüncüsü mürşidin emrine riayettir, beşincisi serbest ticarettir.
Bazı insanlar ticaret yaptığımız için bizi eleştirdi, ama bunların tecrübesini geçmişte yaşadığımız için bu oyunlara gelmedik. Ticaret yapmayıp insanların eline baksak daha mı iyi olurdu?
Eğer ticareti biz yönetiyor, eşyayı biz kontrol ediyor, ona hâkim oluyor, onu elimizde dinimiz için mahkum ediyorsak, bu çok doğrudur, sonu hayırdır. Ama mal bizi mahkum ediyor, üzerimize biniyor, bizi yönetiyorsa işte bu felâkettir.
İşlerimizi ticaretin kurallarına uygun yürütmeliyiz. Maddeyi mâna için kullanmalı, her şeyin asıl sahibinin yüce Allah olduğunu unutmamalıyız. Hizmetlerimizi bu şuur içinde yaparsak, elimizdeki dünya malına ve imkânına şükretmiş oluruz.
Eğitime yönelik basın yayın faaliyetlerine çok ihtiyacımız vardır. Televizyonlar, radyolar ve diğer medya kuruluşları çok kirlenmiş. İstisnaları olsa da, istisnalar kaideyi bozmaz. Bunları temize çevirmek gayretinde olmalıyız. Allah muvaffak ederse ne mutlu bize. Eğer muvaffak ederse sevabımız ondan yetmişe çıkar, muvaffak olmasak da hayır üzere gittiğimiz için bir sevap verecektir bize inşallah.
Onun için akıllı olmalıyız, ilim, eğitim yolunda çok gayret etmeliyiz. Bunların zorlukları vardır, yanmadan pişilmez, pişilmeden tat olmaz, tat olmadan yenmez.
İlla zorluklara katlanacağız. Bu zorlukları çekmek tasavvufun temel âdaplarındandır. Bu zorluklar oğlumuzdan olur, kızımızdan olur, ailemizden olur, komşumuzdan olur, ama muhakkak ki bu yolda mânevî nimetlere mazhar olabilmemiz için eziyet çekeceğiz, yanacağız, tatlanacağız. Musibetlere sabretme hakkında hadis-i şerif vardır. Şöyle buyruluyor:
“Sabır (darlıktan) kurtuluşun anahtarıdır.”
Kardeşlerim Allah hepinizden razı olsun, vücut yakınlığı kalp yakınlığıdır. Birbirimize yaklaşalım, hem gönül yakınlığı ve kaynaşma temin olsun hem de birbirimizi daha rahat anlayabilelim.
Yüce Allah sâdâtlardan razı olsun. İnşallah önümüz çok güzel. Bizler sadece ve sadece Allah’a inanıyoruz, O’na güveniyoruz, O’nun yolunda gidenlere güveniyoruz, peygamberlerin vârislerine inanıyoruz, onların yolunda gidiyoruz, gitmeye de gayret edeceğiz. Allah hepinizden razı olsun.
BÜYÜKLERİN BİTMEYEN ÇİLESİ
Biraz ailemizden bahsetmek istiyorum.
Çoğunuz on beş, yirmi, otuz yıllık sûfî olabilirsiniz, ama ben altmış yıllık bir hayatı size anlatmak istiyorum. Çünkü eskinin doğrularından ve yanlışlarından ibret almalıyız. Eskiden iyi veya kötü bazı olaylar yüz senede bir tekerrür eder derlerdi. Teknoloji geliştikçe hatalar da hızla yayılıyor, doğrular da hızla yayılıyor. Geçmişimizi kendimize örnek almadığımız zaman geleceğe doğru gitmemiz mümkün değildir.
Bilvânisî dediğimiz üç tane mürşidimiz akla gelir. Bunların isimlerini çoğunuz biliyorsunuz. Bunların ilk akla geleni Gavs Seyyid Abdülhakim hazretleridir.
Gavs hazretlerinin babası Seyyid Muhammed’dir. Dedesi ise Seyyid Ma‘rûf’tur.
Seyyid Muhammed’in ilginç bir talebeliği var. Babası Seyyid Ma‘rûf onu Hazret‘in medresesine talebe olarak verince, “Efendim, bunun eti, kemiği, her şeyi sizindir” demiş. O zaman Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) ona,
“Madem çocuğunu bize verdin, artık benim oğlum var deme, onu unut!” demiş. O da, “Tamam efendim” diyerek köyüne dönmüş. Seyyid Ma‘rûf arada bir Hazret’i ziyarete gelince, az ötede medresede okuyan oğlunu hiç sormaz ve yanına gitmezdi. Böylece yedi sene geçmiş. Oğlu okumuş, büyümüş, gelişmiş ve değişmiş.
Bir gün Hazret (k.s), Seyyid Muhammed’e, “Artık git de anne babanı ziyaret et” buyurmuş. O da bir arkadaşı ile yola çıkmış. Köye yakın bir yere gelince, babası Seyyid Ma‘rûf ile karşılaşmışlar. O da başka bir kafile ile ziyaretten geliyormuş. Birbirlerini tanımamışlar. Seyyid Ma‘rûf onlara, kim olduklarını, nereye gittiklerini sorunca, Seyyid Muhammed, “Ben şu köyden Seyyid Ma‘rûf’un oğluyum, ismim de Muhammed’dir” demiş. O zaman Seyyid Ma‘rûf seneler önce Hazret’e teslim ettiği oğlunu tanımış, boynuna sarılarak ağlamış, “Oğlum, ben senin baban Ma‘rûf’um” demiş.
Benzer bir olay, Gavs hazretleri ile dedesi Seyyid Ma‘rûf arasında da geçmiş.
Daha sonra Hazret Muhammed Diyâeddin hazretleri, Seyyid Muhammed’e halifelik vermiş. Seyyid Muhammed, “Efendim, ben bu işe lâyık değilim, sizin emriniz olduğu için kabul ediyorum, fakat bunu gizli tutun” diye mürşidine istirhamda bulunup halifeliğini gizli tutmasını istemiş, Hazret de gizli tutmuştur. Seyyid Muhammed, Hazret’ten önce vefat etmiştir. Hazret, Seyyid Muhahammed’in halife olduğunu kabri başında ilân ederek şöyle buyurmuş:
“Allah’a yemin ederim ki bu memlekette Seyyid Muhammed Bilvânisî gibi kâmil bir velî görmedim. Sizler onu sakın zamanımızın diğer âlimleriyle karıştırmayın. Siz hiç kendisine mürşid olma hakkı verildiği halde, üstadı hayatta olduğu süre içinde bunun saklanmasını isteyen tevazu sahibi birini gördünüz mü? Kendisi, bizim halifemiz olduğu halde bu mânevî derecesinin gizli kalmasını istedi.”
Seyyid Muhammed, Hazret’in ziyaretine Nurşin’e gelip giderken Gavs hazretlerini de yanında götürürdü. Gavs’ın Nurşin’e üçüncü gelişinde, Hazret, Seyyid Muhammed’in yanındaki çocuğun kim olduğunu sormuş; sûfîler:
“Seyyid Muhammed’in oğludur; adı Abdülhakim’dir, dediklerinde Hazret,
“Bu çocuk, gelecekte büyük bir zat olacaktır” buyurmuş.
Seyyid Muhammed vefat edince, Seyyid Abdülhakim ile dedesi Seyyid Ma‘rûf ilgilendi. Okumakla çalışmak arasında karar vermekte zorlandılar. Sonra ilim tercih edildi. Gavs hazretleri çocuk denecek yaşlarda üç yıl Siyânüs’teki medresede temel İslâmî dersler aldı. Fethullah Verkânisî hazretlerinin köyü Verkânis’te iki yıl okudu, bu arada Seydâ-i Tâhî hazretlerinin halifesi Şeyh Abdülkahhâr hazretlerinin de dikkatini çekmiş ve duasını almıştır. Nurşin’de ise tam yedi yıl İslâmî ilimleri tahsil etti. Arbo’da üç yıl okudu.
İlim tahsil ederken şöyle güzel bir olay olmuş.
Bir gün Hazret (k.s) bir kış günü camiye gitmiş, Gavs hazretleri de peşinden gitmiş. Gavs hazretleri, karda giderken, Hazret’in daha önce bastığı izlerine basarak camiye gitmiş. İçinden de,
“İnşallah ben Hazret’in izinden gideceğim, dünyada izinden gideyim, belki Allah Teâlâ âhirette de izinden ayırmaz bizi” diye düşünmüş.
Bunun için tefekkür çok önemli, akıl çok önemli. İnsan bazan bir anlık bir hareketle, davranışla, düşünceyle çok şeyler kazanabiliyor. Mâneviyat yolunda az bir tefekkürle çok şey kazanabiliriz.
Bu şekilde Hazret’le Gavs hazretleri camiye girip camide sünnetlerini kılmışlar. O arada caminin hocası da gelmiş. Camide iki kişi görünce şaşırmış ve Hazret’e, “Kurban, siz içeride iki kişisiniz, dışarıda ise bir ayak izi var, bu nasıl oluyor?” diye sormuş, Hazret de, “Evet, biz iki insanız, ama yolumuz birdir” buyurmuş.
Görüldüğü gibi bu büyük insanlar daha küçük iken yollarını tam seçmişler, gidecekleri izi iyi belirlemişler ve o yolda gitmeye gayret etmişler.
Sonra Gavs Abdülhakim hazretleri, Hazret’in ailesi içinde bir ferd gibi olmuş, Hazret’e âşık olmuş, öyle ki, onun sohbetleri için okumayı terketmeyi bile düşünmüş, fakat izin verilmemiş.
Gavs hazretleri daha sonra değişik yerlerde okumuş. O zaman çok fakirlik görmüşler, çok sıkıntı çekmişler. İlimlerini ve seyrü sülûklerini tamamlarken her türlü mahrumiyeti yaşamışlar, fakat bu yoldan hiç vazgeçmemişler.
Öyle sıkıntılar yaşamışlar ki, Gavs hazretleri, “Bir gün Hazne’ye giderken eğer karpuzun kabuğu olmasaydı biz susuzluktan ölürdük” demiştir. Öyle ki, yolda karpuzun kabuğunu bulmuş, sadece dilini ıslatarak bu şekilde kendini Suriye’ye atmış. Mürşidine giderken, geride ailesi de çok sıkıntı çekmiş. Onların günlük yiyeceğini zor karşılarmış.
Bir de Suriye yolundaki tehlikeleri var. Hudutlardaki mayın tarlaları, saldırılar, asker kontrolü, ölüm korkusu. Bütün bunları yaşayarak bu şekilde yoluna devam etmiş.
Bu mal bu kapıya çok zor geldi, Gavs hazretleri, bir sohbetinde, “Bu mânevî malı aldık, inşallah kıyamete kadar bu ocakta bu irşad devam edecek, onu kıyamete kadar bırakmayacağız” buyurmuş. Bunu babam nakletti.
Babam (Gavs-ı Sâni hazretleri) şöyle anlattı:
“Ben bu göreve gelince, bir rüya gördüm. Rüyamda, başımın üzerinde bir taht yapılıyordu. Tahtı yapanlara, ‘Bunu kim için yapıyorsunuz?’ diye sordum. ‘Hz. Resûlullah (s.a.v) için yapıyoruz, o gelip oturacak’ dediler. Ben, ‘Ne kadar oturacak?’ diye sordum. Bana, ‘Bu kapıda sünnet-i seniyyeye uyulduğu sürece, Hz. Peygamber orada oturacak’ denildi. Biz de bütün gücümüzle sünnet-i seniyyeye uyarak Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) devamlı başımız üstünde oturmasına çalışacağız inşallah.”
Bu mânevî emanet bu kapıda Kur’an, Sünnet ve âdapla kalacaktır. Bunun için hep Kur’an’a, Sünnet’e ve yolumuzun âdâbına sarılmamız gereklidir. Bugüne kadar böyle gelmiştir. İnşallah bundan sonra da böyle devam edecektir.
Gavs hazretleri vefat ederken ben dokuz-on yaşlarındaydım. Yaşımız küçük olmasına rağmen onun ilmini, güzelliğini ve büyüklüğünü anlıyorduk. Normal gördüğümüz insanlardan farklı bir insan olduğunu biliyorduk. Biz o yaşta da kendisinin farkına vardık elhamdülillah.
Şeytanlar Niçin Boş Durmaz?
Bir gün babam (Gavs-ı Sânî hazretleri) şöyle anlattı:
“Ben, bir bayram öncesi bizim köyün hocası ile elbise diktirmeye Bitlis’e gittim. Bir dükkânda bekliyorduk, oranın meşhur bir hocası geldi. Bizim hocaya, ‘Merhaba nasılsın, iyi misin?’ diye sordu, hocam da, ‘İyiyiz, Allah razı olsun’ dedi. O hoca, beni gösterip, ‘Bu kimdir?’ diye sordu. Hocam da, ‘Şeyh Abdülhakim’in oğludur’ dedi. O hoca bana dönerek, ‘Genç, Allah babandan razı olsun, bütün şeytanlar Kasrik’te toplanmış’ dedi.
Bu söze çok canım sıkıldı, bu ne demek yani dedim, rengim attı. Benim halimin değiştiğini görünce, hoca, ‘Sözüm zoruna mı gitti?’ diye sordu. Ben de, ‘Tabii ki zoruma gitti’ dedim, O zaman hoca, ‘Haşa ben kötü mânada söylemedim, Allah’ın rahmeti, sâdâtın tasarrufatı olduğu yerlerde şeytanlar çok olur, orayı sürekli karıştırmakla meşgul olur. Kasrik de Allah’ın rahmetinin bol indiği, insanların terbiye edildiği bir yerdir; böyle olduğu için şeytanlar oraya gelenlerin yollarını kesmek, kalplerini çelmek için çok çırpınırlar’ dedi.”
Tabii ki mikrop varsa bertaraf edecek anti mikrop da var, zehir varsa anti zehir de var, tıpta da bu biliniyor. Bir yerde insanlar Kur’an’a, Sünnet’e, âdâba sarıldığı zaman şeytan zelil olur, büyük zincirlerle bağlanır. Ancak Kur’an, Sünnet ve âdap konusunda bir eksiklik olursa, şeytan gelir, insanları kendine bağlar ve ondan sonra çeker başka yere götürür.
Gavsımız bir sohbetinde şöyle buyurdu: “Günümüzde cinnî şeytanlara gerek yok, çoğu insanlar şeytan gibi olmuştur.”
Şeytan tabii ki mübarek yerleri geziyor. En azından kalbe vesvese veriyor, hiç boş durmuyor. İnsan günah içinde iken şeytan ona gelip bir vesvese vermez, aksine o kötü işi kendisine güzel ve gerekliymiş gibi gösterir, ama ne zaman tövbe etmeye, sâdâtlara gitmeye niyet etse niyetini bozmak ister, kalbini karıştırır, yönünü kendi tarafına çevirmek için çırpınır. Şeytan yüce Allah’tan bunun için izin almıştır. Ondan kurtulmanın tek yolu yüce Allah’ın kitabı, Hz. Peygamber’in sünneti ve ulu sâdâtların âdaplarıdır. Akıl ve kendi tedbirimizle şeytana galip gelmek mümkün değildir.
Sadık Olan Mürşidi ile Kalır
Gavs hazretlerinin zamanındaki bazı şeyhler, ona haber göndererek, “Sen bizim sûfîlerimizi elimizden alıyorsun” diye şikâyette bulunmuşlar, Gavs hazretleri de, “Merak etmeyin, sizin hiçbir sûfîniz buraya gelmez” demiş.
Bunun mânası şudur: Eğer onlar gerçek mânada sizin sûfîleriniz ise buraya gelmemelidir, gelmezler. Buraya gelen de zaten sizden kopmuştur, o artık bizim sûfîmizdir.
Asıl iş yüce Allah’a dönmektir. Ona mani olan her şey fitnedir, zarardır. Şeytan hiç durmaz, oradan dener, buradan dener, insanı bir şekilde aldatmak ister. Yüce Allah,
“Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir”(Enfâl 8/28) buyurmuştur. Bunu şöyle anlamamız gerekir: Eğer malınız sizin hayra yönelmenizi engelliyorsa, çocuklarınız ilâhî muhabbetin önüne geçiyorsa, onlar sizin için hayır değil hakikaten düşmandır. Ancak malınız ve evlâdınız, yüce Allah’a yakınlığınızı ve hayrınızı artırıyorsa dosttur.
Gavs hazretlerinin zamanında bazı olaylar oldu. Evlat ve aile içinde imtihanlar yaşandı. Bu her zamanda olur. Yüce Allah’ın kanunu böyledir. İnsan en yakınlarıyla imtihan edilir. Bu imtihanların birinci hedefi, sâlihlere makam kazandırmaktır, onların güzel ahlâkını ortaya çıkarmaktır. Diğer bir hikmeti de, kulların içindekini ortaya çıkarmaktır. İyiyi kötüden, halisi sakattan ayırmaktır. En önemlisi, kula hastalığını gösterip tövbesine imkân vermektir. Derdi Allah olan kimse her halde Allah’ı arar.
Geçmişte yaşananlar üzerine Gavs hazretleri çok üzüldü; o kadar ki bir gün Kasrik’te bir tepenin üzerinde sarığını çıkarttı, tersine çevirdi, başı açık bir şekilde şöyle dua etti:
“Yâ rabbi, kim evlâtlarımın arasına fitne koyarsa kıyamette Resûl-i Ekrem Efendimiz’in huzurunda ondan davacıyım!”
Buradan alacağımız ibret, bu fitnelere vesile olmamaktır. Bu fitnelere vesile olmamamız için Kur’an, Sünnet ve mürşidin emirlerine uymak zorundayız.
Bu kapıda, aileden biri olsun, sûfî olsun, niyeti Allah rızâsı olup sâdâtların yoluna, âdap ve işaretlerine samimi olarak uyan kimse zarar etmez, hayırdan mahrum olmaz, ayağı kaymaz, üzülmez, kendi başına terkedilmez. Ama kim, nefsiyle hareket eder, sâdâtların muradının tersine giderse, kendisine göre “iyi niyetliyim, yaptığımı hayır için yapıyorum” dese de onun işi hayra çıkmaz, kârı zararını kurtarmaz. O kimse Allah katında kendini savunacak bir delil de bulamaz.
Başındaki imama, mürşide muhalefet etmenin ne kadar acı sonuçlar verdiğini Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) açık bir şekilde belirtmiş ve bütün ümmetini bundan sakındırmıştır.
Sâdâtlar, nefsi için bir şey emretmezler. Onları haksız yere üzen kimse yüce Allah’ı nasıl memnun edecektir? Bundan sakınmalı ve böyle bir imtihana düşen kimse samimi olarak tövbe etmelidir.
Gavs hazretleri bir sohbetinde, “Herkes kendi yaptığı amelden sorumludur” buyurmuş. Biz Gavs’ların, Seyda’nın yolunda gitmek istiyoruz, biz onların sûfîsi olmak istiyoruz. Bunda da ancak mürşid-i kâmile bağlılıkla muvaffak olunur. Biz, kâmil mürşidlerin yaptığı amelleri yapmak istiyoruz.
Eğer ölüm korkusu insanı ibadete yöneltmiyorsa, o korku ahmaklıktan başka bir şey değildir. Çünkü bu dünyada bugüne kadar hiç kimse sağ kalmamıştır, bin sene yaşayan var, önceki bazı ümmetlerde bin seneden fazla yaşayanlar var. Ölümü bizim için Allah’a kulluk ve dostluk sebebi olarak anlamamız lâzım, ölümden korkumuz amelimizin az oluşundan olmalı, öleceğimizden olmamalıdır.
Seyda hazretlerinin (k.s) bir sözü vardır: “Kim Şah-ı Nakşibend’in amelini yaparsa Şah-ı Nakşibend gibi olur. Kim de şeytanın amelini yaparsa şeytan olur.”
Allah Yolunda Kin ve Fitne Haramdır
Gavs-ı Bilvânisî hazretleri şöyle buyurdu: “Keşke her köyde, her kasabada Şah-ı Hazne’nin bir halifesi olsaydı da ümmet-i Muhammed’in hidayetine vesile olsaydı.”
Bu büyüklerin tek derdi, İslâm’ın yayılması ve insanların terbiyesidir. Onu hakkı ile kim taşır ve temsil ederse ona hayır dua ederler. Mürşidlik, dünya saltanatı ve makamı gibi değildir. Kâmil mürşidler, bütün insanların kâmil olmasını, yüce Allah’a en ileri derecede kulluk yapmasını isterler. Gerçek mürşid mürşide haset etmez, velî velîyi kıskanmaz, müttaki müttakiden rahatsız olmaz, zikir ehli zikr ehline kin gütmez, cömert cömerde yan bakmaz. Velîlik ahlâkı budur. Bundan başkası velîlik değil deliliktir.
Fitne çok tehlikeli bir şeydir, hele böyle fitneler Gavs gibi büyük zatların adı ve yolu kullanılarak çıkarılıyorsa, çok tehlikelidir. Kur’ân-ı Kerîm’de,
“Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür” (Bakara 2/191)buyrulmuştur. Bu, basite alınacak kolay bir mesele değildir.
Eğer bizim hatamız varsa -ki olabilir- o hatamızı görenler dostluğun gereği olarak bize gelip söylesinler. Benim asıl dostum ve tek kastım Gavsım’dır; Gavs-ı Sâni’dir. Benim ondan başka gerçek dostum yoktur. Ben ancak ona dost olmaya çalışıyorum. Sizinle oluşum onun içindir. Sizde bir yanlışlık görürsem, siz o yanlışta ısrar ederseniz size söylerim. Gavsım varken ben sizi ölçü almam. Sizin için kendimi bozmam.
Çile ile Tatlanan Dostlar
Gavs-ı Bilvânisî hazretleri vefat ettikten sonra Seyda hazretleri irşad görevini üstlendi. Seyda hazretleri hakikaten birçok zorluklar çekti. Gavs hazretleri 1972’de vefat etti. Ondan sonra irşad postuna oturan Seyda hazretleri bu tarihten 1978’e kadar geçen yıllar içerisinde sûfîleri bir arada tutmak ve irşad halkasını genişletmek için çok eziyet çekti. O zaman Gavs’tan ayrılan halifeler, vekiller hepsi Seyda’ya karşı birleştiler, Seyda hazretlerinin yanında bir halife bile kalmadı. Kimi menfaati için ses çıkarmadı, kimi cephe aldı. Ama Seyda hazretleri istikametten hiç ayrılmadı. Elhamdülillah, biri hariç, bütün kardeşleri kendisiyle beraber oldu.
Seyda hazretlerinin en rahat dönemi 1978’den sonraki iki üç sene oldu. 1980 ihtilâlinde de biraz rahat etti, bir sene bir buçuk sene, ama tedirginlik vardı. 1983’ten sonra da hepinizin bildiği gibi Gökçeada’ya götürüldü.
Seyda hazretleri hayatında çok sıkıntılar çekti, gerek aile içi gerek aile dışı çok şeye sabretti, insanları idare etti, çilelere göğüs gerdi. Sebepsiz yere mahkemelere götürüldü, zehirli iğne ile suikast yapılmak istendi. Ayrıntılı anlatmaya lüzum yok. Neticede Seyda hazretleri yandı, pişti, tat oldu. Herkes o tada koştu. Bu mânevî güzellik, irşad ve inkişaf öyle kendiliğinden olmadı.
Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor, her şey emek istiyor, gayret istiyor, çalışmak istiyor. Allah yolunun kanunu bu. İlâhî sevgi sadakat ve sabırla bulunup korunuyor. Bütün peygamberler ve velîler çile yolundan yürümüşler.
Bir mürşide hepimiz ilk gittiğimiz zaman tertemiz olmamız için tövbe ediyoruz. Hadiste şu müjde verilmiştir:
“Gerçekten günahlarından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş kimse gibidir." (İbn Mâce, Zühd, 30; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 7178; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 10/200; Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, nr. 4604)
İşte samimi olarak tövbe eden kimse ilk olarak bütün günahlardan şöyle bir temizleniyor. Sekiz şartı yerine getiriyoruz, kalbimizden başlayarak vücudumuzun içini ve dışını güzelce temizliyoruz. Bunun devamı için gıda lâzım. Biraz ilerlemen gerekiyor, önce nazar veriyorlar, ondan sonra zikir veriyorlar. Biraz daha ilerlemen gerekiyor, hatme ve hizmet veriyorlar. Biraz daha ilerlemen gerekiyor, tecrübe veriyorlar. Biraz daha ilerlemen gerekiyor, yakıyorlar. Biraz daha ilerlemen gerekiyor, tat veriyorlar; tat verince de zaten yenilmemesi mümkün değildir.
Kısacası Seyyid Muhammed Râşid hazretleri aynı bu şekilde tövbe etti. Gavsımız vefat edinceye kadar hiçbir şeye bakmadan anlattığımız şekilde yoluna devam etti. Ölçüsü Kur’an, Sünnet, âdap ve mürşidin emri oldu.
Seyyid Abdülbâki hazretlerine gelince; ben görmedim küçüktüm o zaman, annemden duyduğuma göre anlatıyorum. Babam Seyda’ya hemen intisap etti, çektiği dersleri de Seyda’ya arzederek, “Kurban, buyurun, doğruysa yanlışsa amel olarak bunları yapıyordum. Bundan sonra siz nasıl emrederseniz öyle yapacağım” demiş. Seyda hazretleri babamı yeniden derse başlatmış.
Gavsımız mürşidine ilk önce kalbini verdi, sonra kalbe bağlı bütün âzalarını verdi, sonra bütün varlığını verdi, önünde boynunu büktü, nefsini onun ayakları altına serdi, nefsin üzerine Seyda’nın saadet saçan nurlu ayağını bastırdı. Ondan sonra da âleme gavs ve rahmet oldu.
Kardeşlerim, terbiyede ve kemale ermede yol ve usul budur. Herkes bu yolda yürümelidir. Hayır bundadır. Nefis ve benlik ile hiç kimse kâmil olamaz. Önceki tarihlerde olmamış, bundan sonra da olmaz. Yüce Allah’ın dini, yolu ve usulü değişmez.
Bu Yol Sadakat Yoludur
Gavs hazretleri, bize Şah-ı Nakşibend’in (k.s) bir sohbetini şöyle anlattı:
Şah-ı Nakşibend ilk talebelik yıllarında kendi halinde halim selim bir insandı. O zaman cemaatteki insanların hepsi ondan rahatsız olmaya başladı. Bir müddet sonra halifeler de hep onun aleyhine geçtiler. Şah-ı Nakşibend’i, Seyyid Emîr Külâl’e şikâyet ettiler. Seyyid Emîr Külâl, ince bir hikmeti ortaya çıkarmak için onu kovdu.
O da mürşidimin emridir diye gitti. O köyden ayrılırken arkasından çoluk çocuk kim varsa taşladılar. Köyden ayrıldı ve iki üç saat uzaklaştı. Bu arada bir çobana rastladı. Sürünün yanında bir de köpek vardı. Köpek ne huysuzluk yaptı ise çoban ona taş atıp kovuyordu. Şah-ı Nakşibend yorulup oturduğu yerden, çoban ile köpeğin halini seyretti. Çoban tepenin arkasına geçip görünmez olunca, köpek tekrar peşine koşuyordu. Hayvan, açıktan çobanın yanına gitmeye korkuyordu, fakat ondan da ayrılmıyordu. Çoban gözden kayboldukça köpek peşinden gidiyor, o kayboldukça köpek gidiyor, neticede köye giriyorlar. Köpek de kendini farkettirmeden çobanla beraber köye giriyor. Şah-ı Nakşibend onları seyrettikten sonra düşündü, olaydan ibret aldı ve kendi kendine,
“Ben bu köpek kadar da olamadım. Nerde kaldı mürşidime bağlılığım, muhabbetim. Mürşidim beni kovdu, köylüler bana taş attı diye hemen yollara düştüm. Ben neyin peşindeyim? Benim yaptığım iş doğru değil. Ben geri dönüyorum” dedi ve döndü. Gece karanlığında mürşidinin köyüne girdi.
Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin kapısının eşiğine boynunu uzatıp yere koydu. Kapının ağzına uzandı. Seyyid Emîr Külâl hazretleri sabah namazına camiye giderken ayağına bir şey takıldı; üzerine bastı, ayağı ile o şeyi silkeledi, baktı ki bir insan. Karanlıkta ona seslenerek, “Kalk, kimsin” diye diye onu dürttü. O da, “Köpeğin Bahâeddin kurban!” diye cevap verdi.
Seyyid Emîr Külâl, onun seyyidlik ve ilim kibrini kırıp nefsini ayaklar altına almasından çok hoşlandı, “Ayağa kalk” diyerek onu ayağa kaldırdı, iki kaşının arasından öptü ve “Şeyhlik bana, sûfîlik de sana helâl olsun” dedi.
Hiç kimse bahanelere yapışmasın. Bu yol Ebû Bekir-i Sıddîk’ın yoludur. Nakşibendî yolunun temeli sadakattir. Kim ben Nakşibendî’yim diyorsa içinde bu sadakat olması lâzımdır, yoksa boşa kürek çekmiş olur. Nereye giderseniz gidin elinizden bu sadakati bırakmayın.
Biz de bu yolda devam etmek istiyorsak -ki etmek istiyoruz- o halde bütün gayretlerimizin o yönde olması lâzımdır. Kur’an’dan, Sünnet’ten, âdaptan ayrılmamamız lâzım. Mürşidin emirlerine tâbi olmamız lâzım ki onlardan bir şey isteme hakkımız olsun. İnşallah bizler o duruma gelirsek bir şey isteme gereği de kalmaz. Biz sûfîlik görevimizi yapınca, onlar mürşidlik görevini yapmaz mı? Muhakkak yapacaktır. Sâdâtlar çok şerefli ve büyük insanlardır. Merttirler, vefa sahibidirler, cömerttirler, ikram ve ihsandan hoşlanırlar. Yeter ki biz onlara lâyık olmaya çalışalım.
Rabbü’l-âlemin, Hz. Muhammed Efendimiz’e (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Yâ Muhammed, sen hakkı tebliğ et.”(Mâide 5/67)
“Sen her istediğini hidayete ulaştıramazsın (yani senin kalplerde hidayet yaratma görevin yok), fakat Allah dilediğini hidayete ulaştırır (Yani hidayet benim elimdedir).” (Kasas 28/56)
Bizim görevimiz tebliğdir. Fitne yapmayacağız.
Seyda hazretleri (rah.) vefat ettiği zaman, babam (Gavs-ı Sâni hazretleri) bütün halifeleri çağırdı, hiçbir tarihte bu yapılmamış. Onlara şöyle dedi:
“Ben size irşad izni veriyorum, gidin ümmet-i Muhammed’i irşad edin. Seyda hazretlerinin sizin üzerinde çok emeği var, size çok emek vermiştir. Gidin ümmet-i Muhammed’in hidayetine vesile olun, sizden tek ricam Kur’an, Sünnet ve âdaptan ayrılmayın. Bir de size gelen sûfîlere söyleyin, Menzil’e bizim ziyaretimize gelmesinler, bizden size gelenlere de, ‘Bizim ziyaretimize gelmeyin, Menzil’e gidin!’ diye söyleyin.”
Mürşid hayatta iken irşad yapılmaz, mürşid vefat ettikten sonra ailesinden irşada devam eden varsa o izin verirse yapılıyor, yoksa yapılmıyor. Bu konuda âdab böyledir.
Seyda hazretleri bir sohbetlerinde, kalbi kendi mürşidinde toplama ve sadece ona yönelme konusunda şu sohbeti yaptı:
“Gavs-i Hizânî (k.s), bir sûfîsi ile hayatta olan mürşidi Seyyid Taha’nın (k.s) ziyaretine gidiyorlardı. Seyyid Taha’nın ikamet ettiği Hakkâri’nin Nehri köyüne yaklaştıklarında, o gün Seyyid Taha’nın (k.s) teveccüh yapacağı haberini aldılar. Gavs-i Hizânî (k.s) buna çok sevindi. ‘Seyyid Taha gibi bir zatın teveccühüne gireceğiz, ne mutlu bize’ dedi ve yanındaki sûfîye teveccühle ilgili bilgiler verdi, nasıl hareket edileceğini anlattı ve,
‘Sabah bir şey yiyip içme, çünkü teveccühe aç karınla girilir’ dedi. Köye vardılar. Herkes teveccüh için hazırlık yapmaya başlamıştı. Gavs-i Hizânî’nin sûfîsi ise heybesinden bir şeyler çıkarıp yemeye başladı. Bunu gören Gavs-i Hizânî (k.s), sûfîsine,
‘Ben sana teveccühe girerken bir şey yenmeyecek demedim mi, sen ne yapıyorsun, sanki inadına yiyorsun’ deyince sûfî,
‘Kurban siz teveccühe girenler bir şey yemezler buyurdunuz. Ben teveccühe girmeyeceğim ki bir şey yemeyeyim. Seyyid Taha sizin şeyhinizdir. Siz onun teveccühüne girebilirsiniz. Benim şeyhim ise sizsiniz, ben ancak sizin teveccühünüze girerim’ diye cevap verdi. Gasv-i Hizânî (k.s), tasavvufun bu adap ve edeplerine dikkat eden sûfîsinden çok memnun kaldı. Daha sonra ben, Gasv-i Hizânî’nin bu sûfîsinin isminin Alican olduğunu öğrendim.”
Yine Seyda hazretleri bir defasında,
“Mürid, sûfî, mürşidinden izinsiz türbe ve merkadlere gidemez, gitmemesi lâzımdır” buyurdu, sonra sustu, biraz sonra, “Rabıtasız gidemez” buyurdu, izinsiz gidemez hükmünü, rabıtasız gidemez şeklinde ifade etti.
Mürid mürşidini rabıta ederek türbe ve merkadleri ziyaret ederse, onun vesile ve bereketiyle büyük menfaat elde eder. Yoksa, kendi nefsi ile yapacağı ziyaretlerden gerçek menfaat görmez. Rahmetli Seyda hazretleri, sohbetinde önce izinsiz gidemez buyurdu. Sonra değiştirerek rabıtasız gidemez buyurdu. Orada ictihad yaptı ve hükmü kolaylaştırdı ki ümmet-i Muhammed’e, sûfîlere zorluk olmasın. Çünkü, Seyda hazretleri tasavvufta müctehid idi. Bu sohbet benim aklımda kalmıştı. Bir gün Gavsımız Seyyid Abdülbâki hazretlerine şunu sordum:
“Kurban, âdâba göre sûfîlerin önce mürşidini, sonra o beldedeki merkadi ziyaret etmeleri gerekiyor. Oysa, bugün bazı sûfîler, önce merkade gidip ziyaret ediyorlar. Buna Gavsımız ne buyururlar?” dedim, şu cevabı verdiler:
“Önce merkade gitmelerinde bir sakınca yoktur, gidebilirler, ama rabıtalı olmalılar. Peşinden şu sohbeti yaptılar:
“Seyda-i Tâhî (Şeyh Abdurrahman Tâhî) (k.s), halifesi Şeyh Fethullah (k.s) ile hacca gittiler. Hac vazifesini yaptıktan sonra, Medine-i Münevvere’ye geldiler. Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) ravzasına yaklaştıklarında, Şeyh Fethullah şeyhinin rabıtasını yapmaya başladı. Şeyh Abdurrahman Tâhî ona dönüp
‘Molla Fethullah! Burada da mı sâdâtın rabıtasını yapıyorsun?’ diye sordu. Şeyh Fethullah,
‘Evet kurban, asıl burada sâdâtın rabıtasını yapmam lâzımdır. Sâdâtın rabıtası olmazsa, ben bu perişan halimle, hangi yüzle iki cihanın serverinin, Fahr-i Âlem’in huzuruna çıkarım. Ben rabıtaya en çok burada muhtacım’ dedi.”
Gavsımız Seyyid Abdülbâki hazretleri geçenlerde bir sohbetinde, “Sûfîlik günlerimde o kadar İstanbul’a gittim geldim, mürşidimden izin almadığım için kendi başıma Eyüp Sultan’a gitmedim” buyurdu.
Eyüp Sultan sahâbe-i kirâmdır. Gavsımız, “Belki zarar görürüm diye hiçbir yere, türbelere izinsiz gitmedim” dedi. Onlar bu kadar âdap üzerinde hassasiyet gösteriyorlar.
Dr. Ahmet bir sohbetimizde bana şunu anlattı: “Zâhirî evlât şehvet evlâdıdır; o, şehvet anında dünya şehveti ve dünya zevki anında peydahlanan bir evlattır. Gerçek evlat ise mânevî evlâttır.”
Sûfîler gibi bu sâdâta teslim olmak lâzımdır. Hiçbir zaman ben şunun bunun oğluyum deyip babanıza, dedenize, geçmişinize güvenmeyin. Yüce Allah hepimizden sadakat ve ihlâsla amel istiyor. Bu terbiye ve irşad ne bizim malımızdır ne babamızın malıdır; bu Resûlullah’ın (s.a.v) malıdır. O bayrak, tertemiz olarak elden ele teslim edilerek gelmiş. Kim tertemiz tutarsa onun elinde kalır. Şahsî amel ve terbiye lâzımdır. Eğer baba oğlunu kurtarabilseydi, Hz. Nuh (a.s) gibi ülü’l-azm bir peygamber oğlunu kurtarırdı. Demek ki bir mürşide nesep değil edep evlâdı olmak gerekir. Bir kimse hem nesep hem de edep evlâdı olursa bu daha güzeldir; nur üstüne nurdur.
Allah için bugünün yarını da var, yarının da öbür günü var. Eğer dostsanız Kur’an’dan, Sünnet’ten, âdaptan ayrılmayın. Bunların hiçbirini bilmiyorsanız, mürşidinizin fiilini takip edin, emrini dinleyin, kendi başınıza gitmeyin o da yeter.
Bu vakıf Ali’nindir Veli’nindir sözlerinin hepsi hakikatte boş sözlerdir; bütün mal ve emanet Hz. Resûlullah’ındır (s.a.v). Bu kapı Resûlullah’ın kapısıdır. Şeytanın oyunlarına gelmeyin. Bu kapı tertemiz bir kapıdır, hepimiz o kapıda samimiyetle bekçilik ve hizmet yapmak zorundayız. Bu kapıda olduğumuz müddetçe ondan sorumluyuz.
Bu hizmet yüce Allah’ın hepimize yüklediği bir emanettir. Şeref ve saadetimiz bu emaneti taşımaya bağlıdır. Bu emaneti taşımak yaratılış ve varlık sebebimizdir. Yerlerin ve göklerin yüklenmekten kaçındığı fakat insanın yüklendiği şey işte bu emanettir. Ona kısaca dinimiz diyebiliriz. Bizler yüce Allah için varız, O’nun için yaratılmışız. Kendimizi başka bir yola ve hedefe kurban edemeyiz. Allah muhafaza etsin, böyle bir durumda dünya ve ahiret hüsran olur.
Bizlerden istenen bu şerefli işlere razı olalım. Onları sevelim, onlarla sevinelim.
Allah hiçbirimizi Resûlullah’ın (s.a.v) yolundan ayırmasın.
Allah’a emanet olun.
(Bu yazı, S. Muhammed Saki Erol'un bazı sohbetlerinden derlenmiştir.)