Aramak

Hayat Dengemiz - İslâm Güzel Ahlâk Dinidir

“Her do­ğan İs­lâm fıt­ra­tı üze­re do­ğar” ka­ide­si­ni ko­yan İs­lâm di­ni­nin bü­tün esas­la­rı, in­sa­nın ya­ra­tı­lış özel­lik­le­riy­le tam bir ahenk ar­ze­der. İs­lâm, do­ğu­mun­dan ölü­mü­ne ka­dar ha­ya­tı­nın bü­tün saf­ha­la­rı­nı top­lum ha­lin­de ya­şa­mak zo­run­da olan in­sa­noğ­lu­na, me­de­nî ya­şa­yı­şın en doğ­ru ve şaş­maz ro­ta­sı­nı da çiz­miş­tir. Di­ğer ta­raf­tan, ta­rih bo­yun­ca hak din­den ay­rıl­mış in­san­la­rın mey­da­na ge­tir­di­ği top­lu­luk­la­rın ise, ha­ki­ki mâ­na­sıy­la ce­mi­yet ola­ma­dık­la­rı, ara­la­rın­da­ki iliş­ki­le­rin araş­tı­rıl­ma­sı ile ko­lay­ca an­la­şı­lır. Ya­şa­mak için pek çok ve çe­şit­li şey­le­re muh­taç ol­ma ha­li, in­san­la­rı bir ara­da bu­lun­ma­ya ve top­lu ya­şa­ma­ya zo­run­lu kıl­mış­tır. Bun­dan do­la­yı­dır ki, in­san­lar en kü­çük top­lu­luk olan ai­le­den baş­la­ya­rak ma­hal­le, köy, ka­sa­ba ve şe­hir­ler kur­muş­lar, bun­lar­dan da da­ha bü­yük top­lum bi­çi­mi olan mil­le­ti mey­da­na ge­tir­miş­ler­dir. Ce­nâb-ı Hak, “Biz si­zi bir ka­dın­la bir er­kek­ten (Âdem ile Hav­vâ’dan) ya­rat­tık, son­ra da ka­vim­ler ve ka­bi­le­ler ha­li­ne ge­tir­dik ki, bir­bi­ri­ni­zi ta­nı­ya­bi­le­si­niz. Bi­li­niz ki Al­lah ka­tın­da en kıy­met­li­ ola­nı­nız, tak­vâ­ca en ile­ri­de ola­nı­nız­dır” (Hu­cu­rât 49/13) bu­yu­ru­yor. İn­san­lar bü­yük­lü kü­çük­lü bir­ta­kım top­lu­luk­lar ha­lin­de ya­şa­mak zo­run­da ol­duk­la­rı­na gö­re, bu ya­şa­yı­şın bir ni­za­mı ve dü­ze­ni ol­ma­sı ge­re­kir. Bu ni­zam ve dü­ze­nin te­mel har­cı yar­dım­laş­ma­dır. Her tür­lü in­sa­nî ih­ti­ya­cın ko­lay­ca el­de edil­me yo­lu­nun in­san­lar ara­sın­da­ki yar­dım­laş­ma ve da­ya­nış­ma ol­du­ğu gi­bi, ebe­dî âhi­ret sa­ade­ti­nin yo­lu da yar­dım­laş­ma­dan ve da­ya­nış­ma­dan ge­çer. Her şe­ye ni­zam ve dü­ze­ni­ni ve­ren Ce­nâb-ı Mev­lâ, in­san­la­rın ya­şa­yı­şı için de ge­rek­li esas­la­rı koy­muş, an­cak bu esas­la­ra ri­ayet edil­dik­çe dün­ya hu­zu­ru ve ebe­dî sa­ade­tin müm­kün ola­bi­le­ce­ği­ni bil­dir­miş­tir. Bu se­bep­le İs­lâm, sa­de­ce fer­dî ol­gun­lu­ğu de­ğil, top­lum ha­ya­tı­nın mü­kem­mel­li­ği­ni de he­def­le­yen bir din­dir. Bir ta­raf­tan fert­le­ri fa­zi­let­len­di­rir, bir ta­raf­tan da ce­mi­ye­tin ha­ya­tı­na çe­ki-dü­zen ve­rir. Ah­lâk, dü­şün­ce, in­san­lar ara­sı iliş­ki­ler, dev­let ha­ya­tı ve hat­ta mil­let­ler ara­sı mü­na­se­bet­ler hak­kın­da pren­sip­ler ko­yar. Evet, in­sa­noğ­lu­nun tek ba­şı­na, top­lum­dan uzak bir ha­yat ya­şa­ya­ma­ya­ca­ğı­nı bi­li­yo­ruz. Do­la­yı­sıy­la ce­mi­yet içe­ri­sin­de ba­şı ­boş, hiç­bir ku­ral ve ka­nu­na tâ­bi ol­ma­dan ha­ya­tı­nı de­vam et­tir­me­si de müm­kün de­ğil­dir. İn­san­lar ara­sı iliş­ki­le­rin bir kı­smı hu­kuk, bir­ço­ğu da ah­lâk ku­ral­la­rıy­la dü­zen­le­nir. Hu­kuk ku­ral­la­rı em­re­di­ci­dir ve uyul­ma­ma­sı ha­lin­de ce­zaî mü­ey­yi­de­ler uy­gu­la­nır. Ah­lâ­kî ka­ide­ler ise ge­nel­lik­le ce­zaî mü­ey­yi­de­ler­le ko­run­maz; fa­kat bu ka­ide­le­re uy­ma­mak, bi­le­rek göz ar­dı et­mek, in­sa­nı çev­re­sin­de se­vim­siz, ka­ba ve say­gı­sız kı­lar. Bu du­rum ki­şi­yi top­lum dı­şı­na iter. İn­sa­nın, ai­le­den dev­let­ler ara­sı iliş­ki­le­re ka­dar bü­tün bo­yut­lar­da sev­gi, say­gı ve gü­ven için­de ya­şa­ya­bil­me­si, bel­li bir hu­kuk çer­çe­ve­si­ni zo­run­lu kıl­dı­ğı gi­bi, ah­lâ­kî ku­ral­la­rın bi­li­nip uy­gu­lan­ma­sı­na da bağ­lı­dır. As­lın­da in­sa­noğ­lu­nun iliş­ki­le­ri doğ­ru­dan ve­ya do­lay­lı ola­rak mut­la­ka di­ğer in­san­la­rı il­gi­len­di­rir. Bu se­bep­le be­şe­rî mü­na­se­bet­le­rin iyi bi­li­nip yü­rü­tül­me­si, hu­kuk ih­lâl­le­ri­ni de bü­yük öl­çü­de azal­tır. Bun­dan do­la­yı, her de­vir­de dav­ra­nış­la­rın­dan di­ğer in­san­la­rın en­di­şe et­me­di­ği, gü­ven için­de ol­du­ğu, za­rar gör­me­di­ği “me­de­nî” in­sa­na şid­det­le ih­ti­yaç var­dır. Bu ih­ti­ya­cın gü­nü­müz dün­ya­sın­da çok da­ha yo­ğun bir şe­kil­de his­se­dil­di­ği­ni he­pi­miz gö­rü­yo­ruz. Di­ğer ta­raf­tan, han­gi top­lum­da olur­sa ol­sun, an­cak uyum­lu ve sağ­lam ka­rak­ter sa­hi­bi bir in­san, ai­le­sin­de, iş ­ye­rin­de, so­kak­ta, mem­le­ke­tin­de ve ül­ke­si­nin dı­şın­da zor­luk çek­me­den ha­ya­tı­nı en iyi şe­kil­de yü­rü­te­bi­lir. Bun­dan do­la­yı­dır ki ku­ral­la­rı bil­mek ve ya­şa­mak in­sa­na çok bü­yük bir gü­ven ve de­ğer ka­zan­dı­rır.

***

Mü­ber­râ di­ni­miz İs­lâm, in­sa­nın hem ken­di­siy­le hem de çev­re­sin­de­ki in­san­lar­la uyum­lu ol­ma­sı­nı is­ter. An­cak böy­le bir uyum sa­ye­sin­de ba­zı de­ğer­ler el­de edi­le­bi­lir. Bu de­ğer­le­re “ah­lâ­kî fa­zi­let­ler” adı ve­ri­lir. Böy­le uyum­lu ki­şi­ler gü­zel ah­lâk sa­hi­bi kim­se­ler­dir. Ken­di­le­riy­le ve çev­re­le­riy­le uyu­mu ol­ma­yan ki­şi­ler­de ise ah­lâ­kî za­yıf­lık var­dır. Ah­lâ­kî fa­zi­let­ler ile iman ve iba­det­ler ara­sın­da son de­re­ce ya­kın bir iliş­ki var­dır. Ah­lâ­kın ga­ye­si in­sa­na gü­zel alış­kan­lık­lar ka­zan­dır­mak, kö­tü huy­la­rı gi­der­mek­tir. Bu ba­kım­dan, di­ni­miz gü­zel ah­lâ­kın ay­na­sı­dır. Kur’ân-ı Ke­rîm ve Re­sûl-i Ek­rem Efen­di­miz (s.a.v) ile baş­ta as­hâb-ı ki­râm ol­mak üze­re İs­lâm bü­yük­le­ri­nin ha­yat tar­zı, gü­zel ah­lâ­kın ve ör­nek ka­rak­te­ri­nin mem­ba­ıdır. İn­san­lar­la iyi ge­çin­mek, bü­tün var­lık­la­rın hu­ku­ku­nu gö­zet­mek, mu­kad­des ki­ta­bı­mız­da ve ha­dis-i şe­rif­ler­de çok sa­yı­da emir ve tav­si­ye­ler ha­lin­de bil­di­ril­miş­tir. Bu me­yan­da, her za­man iyi ni­yet­li ol­mak ve mü­sa­ma­ha­kâr­lık, müs­lü­man ki­şi­nin sı­fa­tı ola­rak öne çı­kar. Al­lah Te­âlâ Kur’ân-ı Ke­rîm’de ger­çek mü­min­le­ri ta­rif eder­ken şöy­le bu­yu­rur: “On­lar öf­ke­le­ri­ni yu­tar­lar ve in­san­la­rı af­fe­der­ler. Al­lah iyi­lik ya­pan­la­rı se­ver.” (Âl-i İm­rân 3/134) Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v) de bu me­yan­da şöy­le bu­yu­rur: “Mü­min baş­ka­la­rıy­la iyi ge­çi­nir, ken­di­siy­le ile iyi ge­çi­ni­lir. İyi ge­çin­me­yen ve ken­di­siy­le iyi ge­çi­nil­me­yen kim­se­de ha­yır yok­tur.” (Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 2/400; Ta­be­râ­nî, el-Mu‘ce­mü’l-Ke­bîr, 6/161; Ha­tîb, Tâ­rî­hu Bağ­dâd, 11/376; Bey­ha­kî, Şu­abü’l-İmân, nr. 8119; İbn Adî, el-Kâ­mil, 3/69; Müt­ta­kî el-Hin­dî, Ken­zü’l-Um­mâl, nr. 687) Evet, mü­min say­gı­lı ve mü­sa­ma­ha­kâr­dır, fa­kat her ko­nu­da ol­du­ğu gi­bi say­gı ve hoş­gö­rü­de de iti­dal ve den­ge ha­lin­de­dir. Ya­ni if­rat ve tef­ri­te düş­me­me­ye özen gös­te­rir. Ki­me han­gi or­tam­da na­sıl dav­ran­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni bi­lir. Esa­sen müs­lü­man­la­rın bir­bir­le­riy­le mü­na­se­bet­le­rin­de be­lir­le­yi­ci olan te­mel un­sur sev­gi­dir. Çün­kü Al­lah on­la­rı bir­bir­le­ri­nin kar­de­şi kıl­mış­tır. Pey­gam­be­ri­miz (s.a.v) bir ha­dis-i şe­rif­le­rin­de şöy­le bu­yu­rur: “Nef­sim kud­ret elin­de olan Al­lah’a ye­min ede­rim ki, iman et­me­dik­çe cen­ne­te gi­re­mez­si­niz. Bir­bi­ri­ni­zi sev­me­dik­çe de tam an­la­mıy­la iman et­miş ola­maz­sı­nız.” (Müs­lim, İmân, 93; İbn Mâ­ce, Mu­kad­di­me, 9; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 1/167, 2/477; Ha­tîb, Tâ­rî­hu Bağ­dâd, 4/58) Mü­min­le­re çok ya­kı­şan bu sev­gi­nin kay­na­ğı, kalp­ler­de­ki Al­lah sev­gi­si­dir. Ya­ni mü­min­ler, Yu­nus’un ta­bi­riy­le ya­ra­tı­la­nı ya­ra­tan­dan ötü­rü se­ver. Bü­tün var­lık­la­rı ku­şa­tan bu sev­gi­nin ha­ya­tı­mı­za yan­sı­ma­la­rın­da öl­çü­ler ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni tek­rar ha­tır­la­ta­lım. Fı­kıh ve ah­lâk ki­tap­la­rı­mı­zın il­gi­li bö­lüm­le­rin­de yer alan hü­küm­ler, bu sev­gi­nin ki­şi­nin ken­di var­lı­ğı­na ve baş­ka­la­rı­na za­rar ver­me­me­si için dik­ka­te alın­ma­sı ge­re­ken çer­çe­ve­yi be­lir­ler. Bu­na gö­re me­se­lâ mü­sa­ma­ha ve hoş­gö­rü, kar­şı­laş­tı­ğı­mız her tür­lü kö­tü­lü­ğe, hak­sız­lı­ğa ve ka­ba­lı­ğa göz yum­mak ve ta­ma­men tep­ki­siz kal­mak de­mek de­ğil­dir. Ka­sıt­lı ve kö­tü ni­yet­le ya­pı­lan dav­ra­nı­şa, mi­zaç ve bil­gi du­ru­mu göz önü­ne alı­na­rak ve nef­sa­nî ol­ma­ma­ya özen gös­te­re­rek mü­mi­ne ya­ra­şır tep­ki ver­mek de ah­lâk­lı ol­ma­nın bir te­za­hü­rü­dür.

***

Dün­ya ha­ya­tı­nın öte­sin­de, ebe­dî ve ölüm­süz bir âhi­ret ha­ya­tı­nın mev­cu­di­ye­ti­ne da­ir be­şer ufuk­la­rı­nı son­suz­lu­ğa doğ­ru ge­niş­le­ten iman­dan mah­rum in­san­lar, her tür­lü sa­adet ve fe­lâ­ke­ti ya­şa­dık­la­rı ha­yat için­de dü­şü­nür­ler. Hal böy­le olun­ca, on­lar, bü­tün kıy­met öl­çü­le­ri­ni ki­şi­sel çı­kar­la­rı­na gö­re ayar­la­ya­cak­la­rı mu­hak­kak­tır. Zi­ra yal­nız­ca dün­ya ha­ya­tı­na mün­ha­sır ola­rak ka­bul et­tik­le­ri men­fa­at ve sa­ade­ti el­de et­mek, fe­lâ­ket­le­ri ber­ta­raf et­mek, an­cak böy­le müm­kün ola­bi­lir. Top­lu­ma ha­yat ka­zan­dı­ran in­san hak­la­rı­na say­gı, top­lum men­fa­ati­ni ken­di men­fa­atin­den üs­tün tut­ma, da­ya­nış­ma ve kar­deş­lik gi­bi ul­vî fa­zi­let­ler, kay­na­ğı­nı ta­ma­men din­den alır. Bu se­bep­le di­nî his ve dü­şün­ce­den mah­rum fert­ler­den olu­şan top­lum­lar­da bir ara­da ya­şa­ma ka­bi­li­ye­ti pek za­yıf­tır. Ara­la­rı­na harç ko­nul­ma­dan bir­bi­ri üze­ri­ne ko­nul­muş taş­la­rın mey­da­na ge­tir­di­ği du­var na­sıl ha­fif bir dar­be­de yı­kı­lır­sa, şah­sî men­fa­at kay­gı­sı ile bir­bi­rin­den ay­rıl­mış in­san­lar top­lu­lu­ğu da iç­ten ve­ya dış­tan kü­çük bir sar­sın­tı ile çö­zü­lü­ve­rir. Oy­sa Kur’an’ın ul­vî se­si­nin kar­deş kıl­dı­ğı kalp­le­rin mey­da­na ge­tir­di­ği iman top­lu­mu hiç de böy­le de­ğil­dir. Baş­ta Re­sû­l-i Ek­rem Efen­di­miz (s.a.v) ve onun gü­zi­de as­ha­bı ol­mak üze­re mü­min­ler, He­pi­niz Al­lah’ın ipi­ne sım­sı­kı sa­rı­lın” (Âl-i İm­rân 3/103) em­riy­le ga­ye­le­rin en ul­vî­si olan ilâ­hî rı­za et­ra­fın­da hal­ka­lan­dı­lar. Ta­rih bo­yun­ca da yi­ne bu emir­le ben­cil emel­le­rin esa­re­tin­den kur­tul­duk­la­rın­da mad­dî ve mâ­ne­vî iler­le­yi­şin en şan­lı ör­nek­le­ri­ni ver­di­ler. Şim­di her tür­den bu­na­lı­mın pen­çe­sin­de­ki in­san­lık yi­ne bu­nu bek­li­yor. Biz­ler­den bek­li­yor. Al­lah’ın se­lâ­mı ve rah­me­ti üze­ri­ni­ze ol­sun.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy