Aramak

Hayat Dengemiz - İslâm Kalplerin Dinidir

Bir in­sa­nın ilk tes­lim alı­na­cak ve hiç tes­lim edil­me­ye­cek olan ye­ri kal­bi­dir. Kalp, ge­rek mad­de ge­rek­se mâ­na ola­rak bü­tün or­gan­la­rın, his ve duy­gu­la­rın mer­ke­zi­dir. Tes­lim edil­me­dik­çe, hiç­bir gü­cün hâ­kim ola­ma­ya­ca­ğı en muh­kem ve mah­rem yer­dir. Âlem­le­rin rab­bi müs­tes­na, ora­da mev­cut ola­nı baş­ka­sı­nın gör­me­si, bil­me­si, ona mü­da­ha­le et­me­si de müm­kün de­ğil­dir. Bü­yük­ler, vü­cut uzuv­la­rı­nın kalp­le olan mü­na­se­bet­le­ri­ni şöy­le an­la­tır­lar: “Göz in­sa­na yol gös­te­rir, ku­lak ge­le­cek teh­li­ke­le­ri du­yu­rur, dil ter­cü­man­lık ya­par, el­ler tu­tar ve do­ku­nur, ayak­lar pos­ta hiz­me­ti­ni ye­ri­ne ge­ti­rir­ler. Kalp ise bir hü­küm­dar­dır. Hü­küm­dar hu­zur içe­ri­sin­de olur­sa, ma­iye­ti ve or­du­su da hu­zur için­de olur.” O hal­de in­san de­nen bu mü­kem­mel var­lık­ta, ön­ce­lik­le ele alın­ma­sı, ta­nın­ma­sı, ih­ti­yaç­la­rı te­min edil­me­si ve her tür­lü teh­li­ke­le­re kar­şı mu­ha­fa­za edil­me­si ge­re­ken kalp­tir. Bu­ra­da sö­zü­nü et­ti­ği­miz kalp, yü­re­ği­miz­de bu­lu­nan nur­dan bir cev­her­dir. Âlim­le­ri­miz bu cev­he­re, “kalb-i ha­ki­ki” de der­ler. Ha­ki­ki kalp, rab­bâ­nî, ru­ha­nî bir la­ti­fe­dir ve in­sa­nın ha­ki­ka­ti­dir. İn­san­da rab­bi­ni ta­nı­yan, iman edip iba­det yap­mak­tan zevk alan bu kalp­tir. Al­lah Te­âlâ’ya mu­ha­tap olan odur. Ya­ni na­zar­gâh-ı ilâ­hî­dir. Al­lah Te­âlâ’ya, kal­bin ya­kın ol­du­ğu ka­dar hiç­bir şey ya­kın de­ğil­dir. Do­la­yı­sıy­la in­san ge­nel bir çer­çe­ve içe­ri­sin­de ele alın­dı­ğın­da, ya­pı­la­cak ilk iş bu la­tif, rab­bâ­nî ve ru­ha­nî kal­bin dün­ye­vî duy­gu­lar­dan arın­dı­rıl­ma­sı­dır. Ya­ni ya­ra­tı­lı­şın­da­ki saf­lı­ğın ka­zan­dı­rıl­ma­sı­dır. Her ya­ra­tı­lan gi­bi, kalp de ek­sik ve muh­taç bir ka­rak­ter­de ya­ra­tıl­mış­tır. İh­ti­yaç­la­rı, an­cak Al­lah’ı bil­mek, sev­mek ve O’na tes­lim ol­mak­la gi­de­ri­lir. Al­lah’ı bil­mek, sev­mek ve O’na ulaş­mak için de, O’ndan ha­ber ge­ti­ren, O’nu sev­di­ren ve O’na gö­tü­ren bir el­çi, bir reh­ber ve bir yol ge­re­kir. Bu öze­tin için­de ilk in­san­dan kı­ya­me­te ka­dar bü­tün pey­gam­ber­ler, on­la­rın yo­lun­dan gi­den âlim­ler, ev­li­ya­lar ve her bi­ri­nin ya­şa­dı­ğı, teb­liğ et­ti­ği tev­hid yo­lu bu­lu­nur. İş­te bu yol­da kalp, ken­di­si­ne ula­şan ha­ber­ler çer­çe­ve­sin­de Al­lah’a ve O’nun rı­za­sı­na açık, gay­ri­si­ne ka­pa­lı ol­mak zo­run­da­dır. Çün­kü sa­de­ce bu ul­vî ga­ye için ya­ra­tıl­mış­tır. Böy­le bir kalp, ilâ­hî nur ve sır­la­rın mer­ke­zi olur. Böy­le bir kalp, Al­lah’ın fe­yiz ve be­re­ke­ti­nin ye­şe­rip ge­liş­ti­ği bir bah­çe­dir. İlâ­hî gü­zel­lik­le­ri ak­set­ti­ren bir ay­na­dır. O ay­na­ya ba­kan­lar, yal­nız ilâ­hî te­cel­li­le­ri gö­rür­ler. Ken­di kalp­le­ri­nin de bu lu­tuf ve ih­sa­na maz­har ol­ma­sı için on­la­rın yo­lu­na gö­nül ve­rir­ler. İş­te, sa­de­ce böy­le bir kalp Al­lah’a ait­tir. O kal­bin sa­hi­bi de ger­çek ve mü­kem­mel in­san­dır. İn­san­lı­ğın hu­zu­ru, mut­lu­lu­ğu için ara­nan çö­züm­ler, onun kal­bi­ni hu­zur ve sü­kû­na ka­vuş­tur­ma­dık­ça he­de­fi­ne ula­şa­bi­lir mi? Hay­ran­lık duy­du­ğu­muz zen­gin mem­le­ket­ler­de­ki in­san­la­rın ru­hî bu­na­lı­mı­nı ar­tık bü­tün dün­ya bi­li­yor. Fi­lan ül­ke­de uyuş­tu­ru­cu şu ka­dar yay­gın; fa­lan ül­ke­de suç ora­nı şu ka­dar art­tı di­ye her gün oku­yor, iz­li­yo­ruz. Gün­düz bi­le so­kak­la­rın­da ko­lay ko­lay do­la­şı­la­ma­yan, mâ­ne­vî boş­luk için­de­ki genç­ler ve çe­te­ler ta­ra­fın­dan esir alın­mış bir şe­hir­de zen­gin­lik ye­ter mi ger­çek­ten? Sö­zü­nü et­ti­ği­miz şe­hir­ler ha­yal ürü­nü yer­ler de­ğil; gıp­tay­la bak­tı­ğı­mız zen­gin Ba­tı şe­hir­le­rin­den söz edi­yo­ruz. O şe­hir­le­ri ida­re eden­ler, şim­di­ler­de in­san­la­rı­nın hep ih­mal edi­len mâ­ne­vî tat­min­le­ri­ni na­sıl sağ­la­ya­cak­la­rı­nı dü­şü­nmek­te­dir­ler. İn­san­la­rın kalp­le­ri­ni na­sıl hu­zur ve sü­kû­na ka­vuş­tu­ra­cak­la­rı­nı tar­tı­şmak­ta­dır­lar. Mad­dî üs­tün­lük­le­ri se­be­biy­le ör­nek al­dı­ğı­mız mem­le­ket­ler, da­ha da geç ol­ma­dan is­ti­lâ­nın asıl yü­zü­nü, ru­hu­nu, kal­bi­ni keş­fet­me­ye ça­lı­şı­r­ken, biz­ler de unut­ma ça­ba­sı için­de gi­bi­yiz. Mad­dî re­fa­hı ha­ya­tı­mı­zın ye­gâ­ne he­de­fi ha­li­ne ge­ti­ren, mâ­ne­vî ter­bi­ye­yi ve şah­si­yet ol­gun­lu­ğu­nu ta­ma­men göz ar­dı eden bir an­la­yış, her ge­çen gün da­ha da yay­gın­la­şmak­ta­dır. Ço­ğu zen­gin­le­ri­miz ser­vet­le­ri­ne ser­vet kat­ma pe­şin­dey­ken, fa­kir­le­ri­miz de bir an ev­vel han­gi yol­la olur­sa ol­sun zen­gin ol­ma­nın dı­şın­da her şe­yi unut­muş gi­bi. El­bet­te mad­dî im­kân­lar her­kes için önem­li­dir. Fa­kat iyi ve ol­gun in­san ol­ma­nın mal­la-mülk­le il­gi­si yok­tur. İç âle­mi­mi­zi, du­ru­mu­mu­zu ih­mal et­tik­çe, ne ah­lâk­lı in­san ol­mak­tan ne de iyi va­tan­daş ol­mak­tan söz ede­bi­li­riz. Top­lum­sal ba­rış di­ye bir kav­ra­mı ko­nu­şa­cak­sak, ön­ce ken­di fıt­ra­tıy­la ba­rı­şık fert­ler­den söz et­me­miz ge­rek­mez mi? Fıt­rat de­di­ği­miz kav­ram, baş­ta zik­ret­ti­ği­miz gi­bi in­sa­nın fi­zi­kî var­lı­ğı­nın çok öte­sin­de mâ­na­lar ta­şır. İma­nın, sev­gi­le­rin, kor­ku­la­rın, ta­lep­le­rin mer­ke­zi olan kal­bi­ de içi­ne alır. Oy­sa gü­nü­müz in­sa­nı bı­ra­kın o gay­re­ti, ru­hu ve kal­bi ol­du­ğu­nu unut­muş gi­bi ya­şa­mak­ta­dır. Mu­kad­des ki­ta­bı­mız Kur’ân-ı Ke­rîm ve Fahr-i Kâ­inat Efen­di­miz (s.a.v), o mâ­ne­vî ya­nı­mı­zın ol­gun­lu­ğu öl­çü­sün­de in­san sa­yı­la­bi­le­ce­ği­mi­zi ıs­rar­la ha­tır­la­tır­ken; İmam Ga­zâ­lî­le­ri­miz, İmam-ı Rab­bâ­nî­le­ri­miz, Ah­med Ye­se­vî­le­ri­miz ve da­ha bin­ler­ce âlim­le­ri­miz ve mür­şid­le­ri­miz o mâ­ne­vî ya­nı­mı­zı en in­ce de­tay­la­rı­na ka­dar izah et­miş ve bi­ze öğ­ret­miş­ler­ken; Biz, yer­yü­zün­de müs­lü­man ola­rak ya­şa­yan­lar, şim­di hiç­bir şey bil­mi­yor, hiç­bir şey duy­ma­mış gi­bi ola­bi­lir mi­yiz? Tek­rar ha­tır­la­ta­lım; kalp, bi­zi in­san ya­pan cev­he­ri­miz ve mer­ke­zi­miz­dir. Al­lah Re­sû­lü’nün (s.a.v) bu­yur­du­ğu üze­re, o dü­ze­lip se­lim ha­le ge­lin­ce her şe­yi­miz dü­ze­le­cek. Bo­zu­lur­sa da her şe­yi­miz bo­zu­la­cak. Fik­ri­miz, man­tı­ğı­mız, dü­şün­me bi­çi­mi­miz ve ha­ya­ta ba­kı­şı­mız... İş­le­ri­miz, amel­le­ri­miz ve ah­lâ­kı­mız... Ai­le­miz, so­ka­ğı­mız, şeh­ri­miz ve ni­ha­yet bü­tün top­lum... Ger­çek­ten Al­lah rı­za­sı­nı gö­ze­ten bü­tün fa­ali­yet­le­rin he­de­fi, iş­te bu se­bep­le in­sa­nın öz var­lı­ğı, ya­ni kal­bi­dir. Ehl-i sün­net çer­çe­ve­sin­de­ki ta­sav­vu­fî ter­bi­ye­nin de öy­le. Ba­zı yan­lış uy­gu­la­ma­lar­dan yo­la çı­ka­rak, sa­de­ce ru­hen ve ah­lâ­ken in­sa­nın ol­gun­laş­ma­sı­nı ga­ye edi­nen İs­lâ­mî ça­ba­la­rı, bir tür güç ve nü­fuz ka­zan­ma ve­ya in­san­la­rı ken­di­ne gö­re ida­re et­me fa­ali­ye­ti ola­rak de­ğer­len­dir­mek, ger­çe­ğe ay­kı­rı­dır. Di­ğer ta­raf­tan ama­cı güç ve nü­fuz olan, in­san­la­rı ida­re et­me sev­da­sıy­la yo­la çık­mış olan her kim var­sa, gö­rün­tü­sü ve söz­le­ri ne olur­sa ol­sun “İs­lâ­mî” sı­fa­tıy­la tav­sif edi­le­mez. Kal­bi he­def alan hiç­bir ça­ba, kim­se­ye bir tep­ki için­de ola­maz. Ya­ni mü­min re­ak­si­yo­ner de­ğil­dir. Bir şey is­pat et­me, “biz va­rız, bu­ra­da­yız” de­me ga­ye­si de güt­mez. Bu ta­vır bü­yük ih­ti­mal­le ri­ya­dır ve mâ­ne­vî kalp has­ta­lı­ğı­dır. Evet, İs­lâm kalp­le­rin di­ni­dir. Müs­lü­man­la­rın der­di, he­de­fi ve ga­ye­si her za­man ve her yer­de kal­bi­dir. Çün­kü bü­tün âza­la­rın hü­küm­da­rı olan kalp ul­vî va­sıf­la­ra sa­hip olur­sa, bir mü­mi­nin as­la vaz­ge­çe­me­ye­ce­ği özel­lik­ler olan ada­let ve mer­ha­met­le, ih­san ve lu­tuf­la, zühd ve tak­vây­la, ir­fan ve ilim­le do­na­na­cak­tır. Kalp o ter­te­miz fıt­ra­tı­nı yi­tir­di­ğin­de ise şirk, ri­ya, gu­rur, zu­lüm ve nef­sin di­ğer bü­tün çir­kin­lik­le­ri­nin is­ti­lâ­sı­na uğ­ra­ya­cak, ne­ti­ce­de ebe­dî mah­kû­mi­yet ve zil­le­te dü­şe­cek­tir. Bu­nu bi­len mü­mi­nin asıl kor­ku­su, rab­bi­nin na­zar­gâ­hı olan kal­bi­nin if­sat ol­ma­sı, çir­kin­lik­ler­le ka­ra­rıp kö­rel­me­si­dir. Zi­ra Ce­nâb-ı Mev­lâ, “Göz­ler kö­rel­mez, ama si­ne­ler­de­ki kalp­ler kö­re­lir” (Hac 22/46) bu­yu­ru­yor. Mü­min, yü­ce Al­lah’ın İs­ra­ilo­ğul­la­rı’­na hi­ta­ben bu­yur­du­ğu şu ih­tar­dan da ders alır: “Kalp­le­ri­niz ka­tı­laş­tı, ar­tık on­lar taş gi­bi, hat­ta on­dan da ka­tı. Çün­kü öy­le taş var ki, için­den ır­mak­lar fış­kı­rır. Öy­le­si var ki, çat­lar da bağ­rın­dan su kay­nar. Ve öy­le­si var ki, Al­lah’a olan ta­zi­mi se­be­biy­le yu­ka­rı­dan dü­şüp par­ça­la­nır. Al­lah yap­tık­la­rı­nız­dan ha­ber­siz de­ğil­dir.” (Ba­ka­ra 2/74) İn­san­lık ta­ri­hi bo­yun­ca ve bu­gün, ka­tı­laş­mış kalp sa­hip­le­ri ön­ce ken­di­le­ri­nin, son­ra bü­tün in­san­lı­ğın düş­ma­nı­dır. Ta­ri­hin gör­dü­ğü bü­tün kı­yım­la­rın, bu­gün ya­şa­dı­ğı­mız, duy­du­ğu­muz bü­yük kü­çük bü­tün zu­lüm­le­rin en te­mel­de­ki se­be­bi bu de­ğil mi? Özel­lik­le bu­gün, ilâ­hî ha­ki­kat­le­ri, iyi­yi ve gü­ze­li ta­nı­ma­yıp ka­bul et­me­yen as­rın in­sa­nı, an­cak ken­di­ni pe­ri­şan et­mek­te­dir. Bu­na­lım­la­rı­nın asıl se­be­bi­nin, âlem­le­rin rab­bi­ni bil­me­mek, O’nu sev­me­mek ve O’ndan kork­ma­mak ol­du­ğu­nu an­la­ya­ma­mak­ta, ya­ni kal­bi­nin ger­çek sa­hi­bi­ne onu tes­lim et­me­mek­te­dir. Ar­tık an­la­mak zo­run­da­yız: Kalp­ler an­cak Al­lah’ı an­mak­la it­mi­na­na ka­vu­şur.” (Ra‘d 13/28) Al­lah’ın se­lâ­mı, rah­me­ti ve be­re­ke­ti üze­ri­ni­ze ol­sun.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy