Birçok mütefekkir, dünyayı bir denize, akıp giden ömrümüzü de bu denizde yol alan bir gemiye benzetir. Gerçekten de bizler, geleceğe doğru yol almakta bulunan ve geriye dönüşü olmayan hayat gemisine binmiş yolcular gibi değil miyiz?
Dünya denizinde seyreden biz yolcular, ancak üzerimize düşen görevleri yerine getirdiğimiz takdirde kurtuluş limanına sağ salim ulaşabiliriz.
Göz diktiğimiz kurtuluş limanına doğru yol alırken, birer yolcu olduğumuzu unutmamak; geminin de, denizin de ve nihayet varacağımız o limanın da sahibi olanın talimatlarına uymak vazifemiz değil mi?
O talimatlar, en küçük ferdî vazifelerden, bütün insanlığı ilgilendiren en kapsamlısına kadar hayatta dengeyi murad ediyor. Alabora olmamak için denge...
Bu denge nasıl kurulacak? Elbette, bir yanda rotamızı döndürdüğümüz o kurtuluş limanına, yani âhiret saadetine ulaşma çabasının yanında, dünya hayatımızla ilgili vazifeleri de gereğince yerine getirmekle bu denge kurulacak. Dönülecek asıl yerin bekâ yurdu olduğunu bize sürekli hatırlatan Kur’ân-ı Kerîm’de, yeryüzüne dağılıp Allah’ın fazlı ve kereminden rızkımızı aramamızın da emredilmesi, işte bu sebepledir.
Dünya ve âhiret dengesi açısından bakıldığında, bütün insanlar üç gruba ayrılabilir:
Birinci grup, sadece maddî varlığı ve dünyası için çalışanlar; âhiret hayatını tamamen ihmal eden kimselerdir. Bunların kendilerini ebedî zarara uğrattıkları, âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve bütün âlimlerin ittifakıyla sabittir.
İkinci grupta bulunanlar, dünya hayatını tamamıyla ihmal ederek ifrata düşmüş olanlardır. Hıristiyan ruhbanlarını andıran böyle bir hayatı, İslâm’ın kesinlikle teşvik ve tasdik etmediği bilinir.
Üçüncü grupta ise, orta yolu tutan kimseler bulunur. Bunlar, ne dünyası için âhiretini ve ne de âhireti için dünyasını bırakan; her iki hayatın da hakkını verenlerdir. İşte dinimizin istediği hayat tarzı, yani denge budur.
Hayatlarında bu dengeyi bulabilen insanlar, dünyanın âhirete giden bir yol olduğunu bilen; dünya hayatı ile âhiret saadetini elde eden bahtiyarlardır. Hayatı bu şuurla yaşayanların sadece ifa ettiği farizalar değil; helâl rızık çabaları, yemeleri-içmeleri ve hatta uykuları bile ibadet değeri kazanır.
İnsanın şerefini mukaddes sayan dinimiz, geçici de olsa dünyada bir hayatı mümine lâyık görmez. Ebedî âhiret saadetine hazırlanırken dünyalık için de çalışıp kimseye muhtaç olunmamasını ister; veren eli alan elden üstün ve hayırlı görür. Dolayısıyla tembellik ve miskinlik, sadece fıtrat kanunlarına değil aynı zamanda İslâm’a da aykırıdır.
Eşsiz rehber Fahr-i Âlem (s.a.v) günlük hayatında bir taraftan ibadetle meşgul olurken, diğer taraftan müslümanların ve aile fertlerinin işlerini tanzim buyurur, gıda ve diğer ihtiyaçlarını temin için uğraşırlardı. Bununla da kalmazlar, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gidermek için çabalar, hastaları ziyaret eder, akraba ve dostlarının hallerini sorar, yardımcı olurlardı. Bütün bunları yaparlarken, bir idareci olarak müminler arasındaki sorunları çözdüğü gibi, düşmanlar tarafından gelebilecek zararları bertaraf etmek üzere en güzel tedbirleri alırlardı. Risalet vazifesinin gereği olarak da daima halkın arasında bulunur, onları irşat etmekle meşgul olurlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (s.a.v) örnek kabul ediyorsak, onun hem bu dünyayı hem de âhiret yurdunu hedef alan gayretlerini görmezden gelebilir miyiz?
Ayrıca, yalnızca maddî varlığın tatminine yönelik bir hayatın bir tür hayvanlaşma anlamına geldiği; maddî varlığın göz ardı edilerek sadece ruhî zevkler için çabalamanın da, insanı bir hilkat garibesi durumuna getirip, bu âlemde rezil ve rüsva edeceği yeterince açık değil mi?
Yüce dinimiz, insanı böylesi düşüklüklerden korumak için madde ile mâna, ruh ile beden, dünya ile âhiret arasında sarsılmaz bir denge kurmuştur.
Cenâb-ı Mevlâ, bu dengeyi bize şöyle öğretir:
“Allah’ın sana verdiğiyle âhiret yurdunu iste; dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik ettiği gibi, sen de öylece iyilik yap. Sakın yeryüzünde fesat çıkarma. Doğrusu Allah, fesat çıkaranları sevmez.” (Kasas 28/77)
Rabbimizin bizzat terbiye buyurduğu o mübarek elçi de bu dengeyi şöyle anlatır:
“Dünyanızı iyileştiriniz ve âhiretiniz için çalışınız.”
“Dünyayı hakir görmeyin. Zira o, âhireti kazanmanın vasıtasıdır.”
“Dünya âhirete götüren bir yoldur. Ey ümmetim! Siz insanlar üzerine yük olmayınız.” (Bk. İbn Ebü’d-Dünyâ, Islâhu’l-Mâl, s. 50, 52, 58, 60, 63, 69)
Yazık ki tarih boyunca tasavvufun hakikatini anlamamış birçok kimse, “Dünyada çalışmaya, yorulup terlemeye ne gerek var? Nasıl olsa dünya geçicidir. Dünya için ömrü harcamaya gerek yoktur” gibi saçma sözlerle kendilerini tembellik ve zilletin pençesine kaptırmıştır. İslâm’ın emirleriyle asla bağdaşmayan bu düşünce, sahibini dünya ve âhirette perişanlıktan başka nereye götürebilir?
Son birkaç asırdan beri müslümanların büyük sıkıntı ve ıstıraba uğramalarının birçok sebebinden biri de, tembellik ve vurdumduymazlıktır.
Maddî mânevî sonsuz zenginliklere sahip bulunulmasına rağmen, bu zenginliklerin kendisine verilmiş bir emanet olduğu şuurundan uzaklaşan İslâm dünyası, bu gafletin ve tembelliğinin bedelini halen ödemektedir.
Oysa İslâm, tamamıyla faaliyettir. Dünya ve âhiret için faydalı çalışmalar bütünüdür. Miskinliğin, tembelliğin, dünyadan kopmanın İslâm’da yeri yoktur.
Zaten dünyası için gevşeklik gösteren, büyük ihtimalle âhiretini de ihmal etmez mi? Gavs-ı Bilvanisî (k.s) hazretleri bir sohbetlerinde, “Siz kişinin dünya çalışmasına bakınız. Eğer dünyası için çalışkan ve mahir biriyse âhireti için de öyledir. Dünyanın pehlivanı, âhiretine de pehlivandır” buyuruyorlar.
Evet, dünyada tek bir müslüman kalsa dahi, onun görevi muntazam ve dürüst bir şekilde dünyası ve âhireti için çalışmak, Allah’ın emrine uyarak dünyayı mâmur etmek, iyilikleri yayıp insanlar arasında hayrın hâkim olmasını sağlamaktır.
“Ey rabbimiz! Bize dünyada da iyilik-güzellik ver, âhirette de iyilik-güzellik ver. Bizi cehennem ateşinden koru!” (Bakara 2/201)