Aramak

Hayat Dengemiz - O’nun Yolunda İlk Adım Kendini Bilmek, Sonra Birlik Olmaktır

İn­sa­noğ­lu­nun, Al­lah’ın ha­li­fe­si sı­fa­tıy­la mu­kad­des ema­ne­ti ta­şı­ma çer­çe­ve­sin­de as­lî ve de­ğiş­mez ga­ye­si, Hakk’a mâ­ri­fet kes­bet­mek, iba­det ve ita­at et­mek; kı­sa­ca kul ol­mak­tır. Âlem­ler bu yü­ce ga­ye­nin ge­re­ği ola­rak in­sa­nın hiz­me­ti­ne ve­ril­miş­tir. Âde­moğ­lu­nun şe­re­fi­nin mu­ha­fa­za­sı da, bu ga­ye­ye bağ­lı ka­lıp ıs­rar et­me­si­ne bağ­lı­dır. Mev­lâ­mız bir kud­sî ha­dis­te, “Ben giz­li bir ha­zi­ne idim, bi­lin­me­yi sev­dim ve mah­lû­ka­tı ya­rat­tım” bu­yur­muş­tur. (Ac­lû­nî, Keş­fü’l-Ha­fâ, nr. 2014; İbn To­lun, eş-Şez­re, nr. 717) Al­lah Te­âlâ’yı bil­me­nin yo­lu ise, nef­sin bi­lin­me­sin­den, ta­nın­ma­sın­dan ge­çer. Kul­lu­ğun zir­ve­si, nef­sin tez­ki­ye­si, rab­bi ile in­san ara­sın­da­ki bü­tün en­gel­le­rin ve per­de­le­rin kalk­ma­sı­dır. İn­sa­noğ­lu is­ter inan­sın is­ter inan­ma­sın, bü­tün bir ha­ya­tı bu ana ga­ye sa­ye­sin­de an­lam ka­za­nır; ina­nan, kul­luk yo­lu­nu be­nim­se­yen ki­şi, tak­dim edi­len plan ve prog­ra­ma uya­rak, git­gi­de me­sa­fe­yi kı­sal­tır, yö­nü­nü zir­ve­ye doğ­ru çe­vi­rir. İnan­dık­tan son­ra, kul­lu­ğun re­çe­te­si olan iba­de­te yö­nel­mek za­ru­ri­dir; iba­de­tin de son du­ra­ğı ve­ya en mü­kem­mel şek­li zi­kir­dir. Da­ha doğ­ru­su zi­kir, iba­de­tin özü, ma­ya­sı­dır. İn­sa­noğ­lu, bin bir dü­şün­ce­yi, çe­liş­ki­le­ri için­de ba­rın­dır­dı­ğın­dan, ba­zan ruh âle­min­de fır­tı­na­lar eser, ba­zan dur­gun bir ok­ya­nus olur. Ki­şi, inan­dı­ğı ha­ki­kat­ler doğ­rul­tu­sun­da ak­lı­nı do­yur­sa, tat­min et­se bi­le, ru­hun­da­ki boş­lu­ğu dol­du­ra­ma­ya­cak­tır. Zi­ra ru­hun doy­ma­sı sa­de­ce ak­len de­ğil, kal­ben de doy­ma­yı ge­rek­ti­rir. Kalp­ler ise, “An­cak Al­lah’ın zik­riy­le it­mi­nan bu­lur.” (Ra‘d 13/28) Ya­ni an­cak rab­bi­nin zik­riy­le tat­min olur. Zi­kir ku­lu mev­lâ­sı­na yak­laş­tı­rır. Ku­lu ya­ra­tan, onun kal­bi­ni ken­di­si­ni zik­ret­mek­le mut­ma­in ola­cak şe­kil­de ya­rat­mış­tır. Kalp na­za­rgâh-ı ilâ­hî­dir. İn­sa­nın ken­di­si­ni bil­me­si, ga­ye­si­ni, ya­ni “rab­bi­ni bil­me­si” yo­lun­da bir anah­tar ve ilk adım hük­mün­de­dir. Çün­kü Rab­bü’l-âle­min’in bü­tün sa­nat ve kud­re­ti­nin in­ce­lik­le­ri in­san­da mev­cut­tur. Bu sa­na­tı ve in­ce­lik­le­ri ta­nı­yan, sa­nat­kâ­rın va­sıf­la­rın­da­ki mü­kem­mel­li­ği, hâ­ri­ku­lâ­de­li­ği an­lar ve giz­le­ye­mez. Zi­kir, müs­ta­kil bir iba­det ol­ma­sı ya­nın­da bü­tün iba­det­le­rin de özü­dür. Zik­rin ge­nel mâ­na­sı Al­lah’ı ha­tır­la­mak, O’nu dil, kalp ve âza­lar­la an­mak, şa­nı­na lâ­yık bi­çim­de O’nu yü­celt­mek­tir. Evet, Al­lah Te­âlâ kalp­le­re na­zar eder, ora­ya ba­kar. Zen­gin fa­kir, gü­zel çir­kin her­han­gi bir ay­ırım bu ger­çe­ği de­ğiş­tir­mez. Zi­ra mev­lâ­ya ya­kın­lık için ça­lı­şan, be­den de­ğil kalp­tir. Rab­bi­mi­zin kal­bi­mi­ze rah­me­tiy­le na­zar et­me­si için bi­zim O’nu zik­ret­me­miz ge­re­kir. O, bir âyet-i ce­li­le­de şöy­le bu­yu­rur: “Siz be­ni zik­re­din ki, ben de si­zi zik­re­de­yim.” (Ba­ka­ra 2/152) Rab­bi­nin kal­bi­ne na­zar et­ti­ği ki­şi, O’na dost ol­mak için sağ­lam bir adım at­mış olur. Al­lah’a dost ola­na ise dün­ya düş­man ol­sa bir za­rar ve­re­mez. Ki­şi­nin rab­bi­ne ulaş­ma­sı, mut­lu­lu­ğun da zir­ve­si­dir. Zir­ve­ye ulaş­ma­da en bü­yük en­gel ise ki­şi­nin nef­si­dir. Al­lah’a ulaş­mak için ser­ma­ye­miz olan kal­bi­miz kir­le­til­miş, gü­nah ve is­yan­lar­la ka­rar­tıl­mış bir cev­her­dir. Ne za­man kir­ler te­miz­le­nir, cev­her or­ta­ya çı­kar­sa, o za­man kalp ilâ­hî ha­ki­kat­le­re ay­na ol­ma­ya ve böy­le­ce la­ti­fe­ler as­lî va­tan­la­rı­na dö­nü­şe baş­lar­lar. Be­den ül­ke­miz­de nefs-i hay­va­nî ile ruh-i in­sa­nî ara­sın­da de­vam­lı bir mü­ca­de­le var­dır. Ru­hu ve kal­bi ne­fis düş­ma­nı­nın kar­şı­sın­da as­ker­siz ve si­lâh­sız bı­rak­ma­mak ge­re­kir. İş­te zi­kir, ne­fis düş­ma­nı­na kar­şı ru­hun as­ker­le­ri­nin si­lâ­hı­dır, has­ta kalp­le­re de­va­dır. Ma­dem­ki kalp­le­ri­miz has­ta, öy­ley­se he­men ilâ­ca sa­rıl­ma­mız, ya­ni zi­kir eh­li ol­ma­mız ge­re­kir. Zi­kir, ima­nı kal­be in­dir­me­nin, hak­ka’l-ya­kîn ima­nı el­de et­me­nin yo­lu­dur. Ak­si tak­dir­de ha­ki­ki ima­nı el­de et­mek müm­kün ol­maz. İba­det ve ta­at­le ar­zu­la­nan ga­ye­ye, şüp­he­siz ki fer­dî gay­ret ve ça­ba ile eri­şi­le­bi­lir. Fa­kat unu­tul­ma­ma­lı­dır ki, bu ama­ca ulaş­ma­da yar­dım­cı un­sur­la­ra ih­ti­yaç var­dır. Ki­şi­nin ken­di­si­ne ta­rif edi­len vird­le­ri­ni her gün yap­ma­sı­nın ya­nın­da ce­ma­at­le bir­lik­te ol­ma­sı, ul­vî ga­ye­si ba­kı­mın­dan ka­çı­nıl­maz bir un­sur­dur. Dik­kat edi­lir­se, mü­ber­râ di­ni­miz, çok önem­li hik­met­le­re meb­ni ola­rak bir­çok iba­de­tin ce­ma­at ha­lin­de ic­ra edil­me­si­ni em­re­der. Böy­le­ce fert ve top­lum den­ge­si­nin en mü­kem­mel şe­kil­de ger­çek­leş­me­si­ni he­def­ler. Mü­cel­lâ di­ni­mi­zin ce­ma­ate, bir­lik be­ra­ber­li­ğe, bü­tün­lü­ğe ver­di­ği öne­min, fe­yiz, aşk, vecd, hu­şû or­ta­mı olan zi­kir iba­de­tin­de de ifa­de bul­du­ğu­nu gö­rü­rüz. Re­sûl-i Kib­ri­ya Efen­di­miz (s.a.v), “Hiç­bir ce­ma­at yok­tur ki, Al­lah’ı zik­re otur­sun da, rah­met on­la­rı bü­rü­me­sin; üzer­le­ri­ne sü­kû­net in­me­sin ve Al­lah on­la­rı ka­tın­da­ki me­lek­ler ya­nın­da an­ma­sın” bu­yu­ru­yor. (Müs­lim, Zi­kir, 39; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 3/33, 49, 92, 94; ay­rı­ca bk. İb­n Mâ­ce, Mu­kad­di­me, 17) Di­ğer ta­raf­tan, in­sa­noğ­lu­nun hem fıt­rî bir mey­li hem de ha­ya­tî bir za­ru­re­ti olan top­lum ola­rak ya­şa­ma­nın, ni­met­le­riy­le bir­lik­te yü­küm­lü­lük­le­ri de var­dır. Bun­la­rın bi­lin­me­si, ge­re­ği­nin de ya­pıl­ma­sı ge­re­kir. Hak­lar ve hu­dut­lar iyi be­lir­len­me­li­dir. Ak­si tak­dir­de top­lum için­de ha­yat çe­kil­mez bir çi­le ha­li­ni alır. Top­lum­lar tıp­kı bir bi­na gi­bi­dir. Fert­ler o bi­na­nın taş­la­rı, bir­bi­ri­ni ta­mam­la­yan un­sur­la­rı­dır. Bir bi­na­nın te­mel­le­ri ne ka­dar sağ­lam­sa, o bi­na­nın ge­le­ce­ği­nin de o de­re­ce sağ­lam ola­ca­ğı unu­tul­ma­ma­lı­dır. O hal­de ce­ma­at­le­rin tu­tum ve dav­ra­nış­la­rı­nı ilâ­hî ve ne­be­vî öl­çü­ler be­lir­le­me­li­dir. Nef­sa­ni­ye­tin ken­di­ne yer bul­du­ğu öl­çü­de ce­ma­at bün­ye­si­nin za­yıf­la­ya­ca­ğı göz­den ka­çı­rıl­ma­ma­lı­dır. İs­lâm’ın top­lum için­de kar­ga­şa­yı ön­le­me­ye yö­ne­lik mü­him ted­bir­le­rin­den bi­ri, ce­mi­ye­tin fert­le­ri­ni bir­lik ve be­ra­ber­lik için­de ol­ma­ya ıs­rar­la teş­vik et­me­si­dir. Bir baş­ka de­yiş­le ce­ma­at­leş­me­ye; iba­det­ler­de ve bil­has­sa na­maz­da teş­kil edi­len ce­ma­at­ten zi­ya­de, ge­nel mâ­na­da müs­lü­man­lar için­de­ki bir­lik ve be­ra­ber­li­ğe önem ve­rir. Müş­te­rek inanç ve or­tak de­ğer­le­re sa­hip ol­mak­tan kay­nak­la­nan, kar­şı­lık­lı sev­gi ve say­gı­dan bes­le­nen, kuv­vet­le­nen bir­li­ğe, kay­naş­ma­ya bü­yük önem ve­rir. Mev­lâ­mız, bu bir­li­ğin hep bir­lik­te Al­lah’ın ipi­ne sa­rıl­mak­la hâ­sıl ola­ca­ğı­nı ha­ber ve­rir: “He­pi­niz top­tan Al­lah’ın ipi­ne sa­rı­lın, par­ça­la­nıp da­ğıl­ma­yın.”(Âl-i İm­rân 3/103) İş­te âyet ve ha­dis­ler ce­ma­ate böy­le­si­ne da­vet eder­ken, di­ğer ta­raf­tan da ni­fak ve ih­ti­lâf çı­ka­ran­la­rı lâ­net­le­miş­tir: “Kim ce­ma­at­ten ay­rı­lır ve o hal­de ölür­se ca­hi­li­ye ölü­mü ile ölür.” (Müs­lim, İmâ­re, 53, 54; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 1/275, 297; Ebû Ya‘lâ, el-Müs­ned, 4/235) Şu­ra­sı iyi­ce bi­lin­me­li­dir ki, top­lum­da vu­kua ge­le­cek bir çat­la­ma, ko­puk­luk, son­ra ka­pan­ma­sı müm­kün ol­ma­ya­cak ya­ra­lar aça­bi­lir. Mü­cel­lâ di­ni­mi­zin ih­ti­lâf, ni­fak, fit­ne, fe­sat gi­bi tür­lü ta­bir­ler­le ifa­de edip, şid­det­le ya­sak­la­dı­ğı şey iş­te bu­dur. Özel­lik­le ta­as­sup ve tef­ri­ka... Bir ara­da mu­hab­bet­le ya­şa­ma­nın, apay­dın­lık ufuk­la­ra omuz omu­za yü­rü­me­nin iki bü­yük düş­ma­nı... Bu iki düş­ma­nın tu­za­ğı­na dü­şü­re­cek her tür­lü dav­ra­nış­tan ka­çın­mak he­pi­mi­zin va­zi­fe­si­dir.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy