Aramak

Hayat Dengemiz - Rızkı Veren Sadece Allah'tır

Kâ­inat­ta­ki mü­kem­mel den­ge için­de, bü­tün can­lı­la­rın rız­kı­nı Al­lah Te­âlâ ta­yin ve tes­bit et­miş­tir. Gü­nü­müz­de ya­pı­lan bi­lim­sel ça­lış­ma­lar gös­te­ri­yor ki, can­lı-can­sız her bir var­lık bir­bi­ri için bu rı­zık den­ge­si­nin bir un­su­ru ola­rak ya­ra­tıl­mış­tır. İn­sa­noğ­lu bu den­ge­yi bo­zup tah­rip et­me­dik­çe de bu sis­tem mü­kem­mel­lik için­de de­vam et­mek­te­dir. Hiç şüp­he yok, bü­tün var­lık­lar için böy­le­si­ne mü­kem­mel bir den­ge­yi ya­ra­tan Ce­nâb-ı Al­lah, in­sa­nın rız­kı­nı da kı­ya­me­te ka­dar her­ke­se ye­te­cek mik­tar­da ya­rat­mış­tır. Ya­ni, “Yer­yü­zün­de hiç­bir can­lı yok­tur ki, Al­lah rız­kı­nı ver­me­sin” (Hûd 11/6) ilâ­hî be­ya­nı­nın kap­sa­mın­da in­sa­noğ­lu da bu­lun­mak­ta­dır. Bu­nun da öte­sin­de, yü­ce rab­bi­miz, kâ­ina­tı bi­li­nen ve bi­lin­me­yen, gö­rü­nen ve gö­rün­me­yen var­lık­lar­la do­nat­mış ve en mü­kem­mel var­lık olan in­sa­noğ­lu­nun hiz­me­ti­ne sun­muş­tur. Bu rı­zık ha­zi­ne­si ilâ­hî tak­dir­le be­lir­len­miş­tir; ne in­sa­noğ­lu­nun ça­lış­ma­sı­na bağ­lı­dır, ne de ar­tar ve­ya ek­si­lir. O, rez­zâk-ı mut­lak olan Al­lah’ın bir ha­zi­ne­si­dir. İn­sa­noğ­lu­nun bu ha­zi­ne­den na­si­bi, gay­ret ve ça­lış­ma esa­sı­na bağ­lan­mış­tır. İn­sa­na, uğ­run­da ça­ba gös­ter­di­ği dı­şın­da bir şey ve­ril­me­ye­cek­tir” (Necm 53/39) âyet-i ke­ri­me­si, bu esa­sı tar­tış­ma gö­tür­me­ye­cek şe­kil­de açık­lar. Evet, dün­ya­da an­cak ça­lı­şan ka­za­nır, ça­lış­ma­sı­nın mü­kâ­fa­tı­nı gö­rür. Âyet-i ke­ri­me­nin izah et­ti­ği ilâ­hî ka­nu­na di­re­nir­ce­si­ne Al­lah’ın ver­di­ği ira­de ve ka­bi­li­yet­le­ri bu yol­da kul­lan­ma­yıp so­nuç bek­le­yen­ler ise, bo­şa bek­le­miş ola­cak­lar­dır. Bu ha­ya­tî pren­sip sa­de­ce dün­ya ha­ya­tı­nın mad­dî azık­la­rı­nı kap­sa­maz. Ebe­dî ha­yat­ta eri­şi­le­cek ilâ­hî azık­la­rı ve ni­met­le­ri de kap­sar. Bu açı­dan ba­kıl­dı­ğın­da, yü­ce di­ni­mi­zin in­san ha­ya­tı­na ge­tir­di­ği eş­siz den­ge or­ta­ya çı­kar: Hem dün­ya ha­ya­tı için ça­lış­mak hem de âhi­re­ti­ni ka­zan­ma­ya ça­ba­la­mak... As­lın­da, dün­ya ve âhi­ret ha­ya­tı­nı bir­bi­rin­den ba­ğım­sız gör­mek müm­kün de­ğil­dir. Al­lah için ya­şa­ma­ya ni­yet et­miş bir mü­min, öl­çü­ler da­hi­lin­de rız­kı­nı ka­zan­ma­ya ça­lı­şır­ken, bir yan­dan da âhi­re­ti­ni ka­za­nı­yor de­mek­tir. Bu me­yan­da he­lâl ka­zanç pe­şin­de koş­ma­nın uh­re­vî mü­kâ­fa­tı­nı müj­de­le­yen âyet­ler ve çok sa­yı­da ha­dis-i şe­rif­ler mev­cut­tur. Âhi­ret ha­ya­tı dün­ya ha­ya­tın­dan ba­ğım­sız de­ğil­dir de­dik. Çün­kü ora­da bi­zi kar­şı­la­ya­cak mü­kâ­fa­tı ve­ya ce­za­yı dün­ya ha­ya­tı­mız be­lir­le­mek­te­dir. Al­lah Re­sû­lü’nün (s.a.v) di­le ge­tir­di­ği meş­hur öl­çü­yü he­pi­miz bi­li­riz: “Si­zin ha­yır­lı­nız âhi­re­ti­ni dün­ya­sı için, dün­ya­sı­nı da âhi­re­ti için ter­ket­me­yen ve in­san­la­ra yük ol­ma­yan­dır.” (Ha­tîb, Tâ­rî­hu Bağ­dâd, 4/221; Müt­ta­kî el-Hin­dî, Ken­zü’l-Um­mâl, nr. 6336; Ac­lû­nî, Keş­fü’l-Ha­fâ, 1251) Evet, ol­gun mü­mi­nin gay­ret ve ça­ba­la­rın­da ger­çek öl­çü ve den­ge bu­dur. Ha­ya­tın tek ga­ye­si­nin pa­ra ka­zan­mak ve ra­hat ya­şa­mak ola­rak al­gı­lan­dı­ğı gü­nü­müz dün­ya­sın­da, bu öl­çü da­ha bü­yük bir önem ta­şı­mak­ta­dır. Bir müs­lü­man, dün­ya ha­ya­tı için rı­zık pe­şin­de ko­şar­ken ebe­dî ha­ya­tı­nı ka­rart­ma­mak için, rab­bi­nin be­lir­le­di­ği sı­nır­la­rı mu­hak­kak dik­ka­te alır. Ya­ni ha­ram ve he­lâl öl­çü­sü­ne aza­mi ri­ayet eder ve şüp­he­li­ler­den uzak dur­ma­ya ça­lı­şır. Esa­sen ol­gun bir mü­mi­ni he­men bel­li eden te­mel va­sıf­lar­dan bi­ri bu­dur. Çün­kü pa­ra ve mal için her yo­lu mu­bah gö­ren an­la­yı­şın İs­lâm’la uzak-ya­kın hiç­bir il­gi­si bu­lun­maz. Ha­ram yol­lar­la el­de edi­len ve­ya biz­zat ken­di­si ha­ram olan pa­ra, er­zak, mal-mülk de so­nuç­ta rı­zık­tır. Bu tür azık­lar, ya­ra­tıl­ma ba­kı­mın­dan Al­lah’a is­nat edi­lir. Fa­kat el­de et­me, ya­ni kesb ba­kı­mın­dan so­rum­lu­luk ku­la ait­tir. Ce­nâb-ı Hakk’ın ke­sin­lik­le ha­ra­ma rı­za­sı yok­tur. Ha­ram­da hiç­bir ha­yır da yok­tur. Bu yol­la el­de edi­len re­fah, sa­hi­bi­ni an­cak ate­şe gö­tü­rür. Ol­gun mü­min, böy­le bir re­fa­ha as­la özen­me­di­ği gi­bi, ha­ram yi­ye­nin bü­yük bir so­rum­luk ve ve­bal al­tı­na gir­di­ği­ni bi­lir. Bir kim­se Al­lah em­ret­ti­ği için ça­lı­şır, rız­kı­nı he­lâl yol­dan arar­sa, ezel­de tak­dir edi­len rız­kı­na ka­vu­şur. Da­ha­sı, bu rız­kı ona be­re­ket­li olur. Ay­rı­ca, ilâ­hî sı­nır­la­ra ti­tiz­lik gös­te­re­rek rı­zık pe­şin­de ko­şan mü­min­le­re Al­lah Te­âlâ hiç bek­le­me­dik­le­ri ka­pı­lar açar ve rı­zık­la­rı­nı um­ma­dık­la­rı yer­ler­den gön­de­rir. Ya da he­lâl da­ire için­de elin­den ge­len gay­re­ti gös­ter­di­ği hal­de kıs­me­tin­de fak­ru za­rû­ret bu­lu­nan ve bu­na da gü­zel­ce sab­re­den­le­ri, ebe­dî ha­yat­la­rın­da göz ka­maş­tı­ran ni­met­ler­le mü­kâ­fat­lan­dı­rır. Mev­lâ­nâ haz­ret­le­ri­nin de­di­ği gi­bi, mah­ru­mi­yet­ler Al­lah’ın ku­luy­la bir ir­ti­ba­tı ve alış­ve­ri­şi­dir. Eğer o böy­le bir ir­ti­bat mu­rat et­me­sey­di in­sa­noğ­lu­nun bü­tün ih­ti­yaç­la­rı­nı gi­de­rir ve böy­le­ce ne rab­bi­ni, ne de baş­ka hiç kim­se­yi ha­tır­la­yıp ya­kar­ma­sı­na ge­rek kal­ır. Mü­min için rız­kın her tür­lü­sü de Al­lah’la bir ir­ti­bat ve­si­le­si­dir. Rız­kı ve­re­nin yü­ce rab­bi ol­du­ğu­nu bi­lir, O’na şük­re­der. İş­te bu du­rum in­san­lar­la di­ğer can­lı­lar ara­sın­da­ki far­kı or­ta­ya ko­yar. Şük­ret­mek in­san ol­ma­nın ge­re­ği ol­du­ğu gi­bi, ay­nı za­man­da bir borç­tur. Al­lah Te­âlâ bu­yu­ru­yor ki: “Al­lah’ın si­ze ver­di­ği rı­zık­lar­dan he­lâl ve te­miz ola­rak yi­yin. Eğer (ger­çek­ten) yal­nız Alah’a iba­det edi­yor­sa­nız O’nun ni­met­le­ri­ne şük­re­din.” (Nahl 16/114) “Öy­le ise siz be­ni (iba­det­le) anın ki ben de si­zi ana­yım. Ba­na şük­re­din; sa­kın ba­na nan­kör­lük et­me­yin!” (Ba­ka­ra 2/152) Ce­nâb-ı Mev­lâ­mız’ın, rı­zık­lan­dır­dı­ğı kul­la­rı­na di­ğer bir em­ri de ta­sad­duk ve in­fak­tır. Bu se­bep­le im­kâ­nı olan­lar, farz ve vâ­cip de­re­ce­sin­de ma­lî iba­det­ler­le mü­kel­lef kı­lın­mış­tır. Ay­rı­ca ih­ti­yaç sa­hip­le­ri­ne yar­dım­la ek­sil­me­ye­ce­ği­ni Re­sû­lul­lah Efen­di­miz (s.a.v) ha­ber ver­mek­te­dir. Bu ko­nu­da mü­mi­ne ya­kı­şan di­ğer bir dav­ra­nış da, rı­zık en­di­şe­si­ne ka­pı­la­rak hay­si­yet ve şe­re­fi­ni yi­tir­me­mek­tir. Zi­ra rez­zâk olan yal­nız­ca Al­lah Te­âlâ’dır. Al­lah ku­lu­na rız­kı­nı ve­rir­ken, onun ça­lış­ma ve gay­re­ti­ni ya ­da baş­ka in­san­la­rı sa­de­ce ve­si­le kı­lar. So­nuç­ta rı­zık ve­re­cek olan yi­ne O’dur. Bu­ra­da şu nok­ta­ya dik­kat et­mek ge­re­kir: Gü­nü­müz­de in­san­lar, ha­ya­tı ida­me et­tir­mek için hiç de za­ru­ri ol­ma­yan bir­çok un­su­ru mec­bu­ri gi­bi gör­mek­te­dir­ler. Do­la­yı­sıy­la bun­la­rı el­de et­mek için de bir mü­mi­ne ya­kış­ma­ya­cak yol­la­ra baş­vu­ra­bi­lmek­te­dir­ler. Ki­tap­la­rı­mız­da “tah­sî­ni­yyât” ola­rak ge­çen ve ha­ya­tı da­ha ko­lay, da­ha ra­hat kı­lan im­kân­la­ra sa­hip ol­mak el­bet­te gü­zel­dir. An­cak, bu im­kân­lar İs­lâ­mî pren­sip­ler­den ta­viz­ler ve­re­rek el­de edi­li­yor­sa, ar­tık gü­zel ol­mak­tan çık­mış ve çir­kin­leş­miş de­mek­tir. Yi­ye­cek-içe­cek gi­bi bir rı­zık tü­rü olan ilim, ay­nı tah­si­li ya­pan iki ay­rı ki­şi­de na­sıl ay­nı se­vi­ye­de ol­mu­yor­sa, zen­gin­lik de böy­le­dir. Bir­çok âyet-i ke­ri­me ile Ce­nâb-ı Mev­lâ­mız bi­ze öğ­re­ti­yor ki, in­san­la­rın rız­kı­nı ge­niş­le­ten, da­ral­tan, di­le­di­ği ka­dar ve­ren O’dur. Asıl olan im­ti­han­dır. Fe­ra­set­li mü­min, için­de bu­lun­du­ğu hal­de na­sıl bir im­ti­han­la yüz yü­ze bu­lun­du­ğu­nun far­kın­da­dır. Rab­bi­nin rı­za­sı­nı ara­yan bir in­san, elin­den ge­len va­zi­fe­yi yap­tık­tan son­ra O’nun tak­di­ri­ne ra­zı ol­ma­lı­dır. Ya­zı­mı­zın ba­şın­da, Al­lah Te­âlâ’nın kâ­inat­ta kur­du­ğu, bü­tün can­lı­la­rı ku­şa­tan mü­kem­mel rı­zık den­ge­si­ne de­ğin­miş­tik. Ele ge­çir­mek ve tü­ket­mek için ilâ­hî öl­çü­ler hi­çe sa­yıl­dı­ğın­da, bu den­ge­nin na­sıl tah­rip ol­du­ğu­nu gü­nü­müz­de ya­şa­nan çev­re fe­lâ­ket­le­rin­den bi­li­yo­ruz. Al­lah’ın in­sa­noğ­lu­na ter­te­miz ema­net et­ti­ği dün­ya­mız­da, bu tah­ri­ba­tın ha­va­da, ka­ra­da ve su­lar­da ya­şa­yan can­lı­lar için na­sıl yı­kı­ma dö­nüş­tü­ğü­nü iz­le­mek­te­yiz. Da­ha da üzü­cü olan şu ki, uzun za­man­dır bu öl­çü­süz­lük in­sa­nı da doğ­ru­dan et­ki­le­mek­te­dir. Rı­zık yo­lu ola­rak sö­mü­rü, ta­lan ve hır­sız­lık se­çil­di­ğin­den be­ri­ dün­ya­nın kü­çük bir bö­lü­mü sı­nır­sız bir is­raf için­de ya­şar­ken, di­ğer ta­raf­ta mil­yon­lar aç­lık ve se­fa­let için­de kıv­ran­mak­ta­dır. Biz, olan bi­te­nin far­kın­da olan mü­min­ler ola­rak bi­li­yo­ruz ki, in­san­lık, İs­lâm’ın rı­zık ka­zan­ma ve tü­ke­tim­le il­gi­li öl­çü­le­ri­ni arı­yor. Ta­ri­hin hiç­bir dev­rin­de ol­ma­dı­ğı ka­dar çok arı­yor. Biz o öl­çü­le­ri ken­di ha­ya­tı­mız­dan ko­var­sak sa­de­ce ken­di­mi­zi de­ğil, bü­tün in­san­lı­ğı mah­rum bı­ra­kı­yo­ruz de­mek­tir.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy