Aramak

Hayat Dengemiz - Tebliğ, İnsanı Özüne Davettir

Ce­nâb-ı Mev­lâ­mız’ın in­san­lık ta­ri­hi­ni bir pey­gam­ber­le baş­lat­mış ol­ma­sı çok de­rin mâ­na­lar ta­şır. İlk in­san olan, yer­yü­zün­de ya­şa­mış ve ya­şa­ya­cak bü­tün in­san­la­rın ata­sı olan Hz. Âdem (a.s) bir pey­gam­ber­dir. Hâ­lik-i Zül­ce­lâl’in me­lek­le­re hi­ta­ben bu­yur­du­ğu, “Yer­yü­zün­de bir ha­li­fe ya­ra­ta­ca­ğım” (Ba­ka­ra 2/30) fer­ma­nı­nın ilk te­cel­li­si, ilâ­hî bil­gi ve ilim­ler­le do­na­tıl­mış bir pey­gam­ber. Ya­ni O’nun el­çi­si. İlk in­sa­nın her­han­gi bir can­lı gi­bi ol­ma­ma­sı ya da sı­ra­dan bir in­san ola­rak ya­ra­tıl­ma­ma­sı, her şey­den ön­ce şu mâ­na­ya ge­lir: Rab­bi­miz, in­sa­noğ­lu­na çok bü­yük bir de­ğer ve pâ­ye ver­miş; yer­yü­zün­de­ki en şe­ref­li var­lık ol­du­ğu­nu kı­ya­me­te ka­dar ge­le­cek bü­tün ne­sil­le­re gös­ter­miş­tir. Mu­kad­des ki­ta­bı­mız­da­ki, Biz in­sa­nı en gü­zel, en üs­tün sû­ret­te ya­rat­tık” (Tîn 95/4) ilâ­hî be­ya­nı da bu mâ­na­nın açık bir iza­hı­dır. İn­san­lı­ğın ata­sı­nın bir pey­gam­ber ol­ma­sı, in­sa­noğ­lu­nun ilk ya­ra­tı­lı­şın­dan iti­ba­ren ilâ­hî ha­ki­kat­ler­le, me­le­kût âle­mi ile çok de­rin ve kök­lü bir ir­ti­ba­tı­nın bu­lun­du­ğu­nu da is­pat eder. Bu ir­ti­bat âde­ta onun gen­le­rin­de var­dır. Fıt­ra­tın­da­ki te­miz­li­ğe ve asa­le­te bir işa­ret­tir. “Her do­ğan ço­cuk (İs­lâm) fıt­rat üze­re doğ­ar”  ha­be­ri­ni ve­ren ha­dis-i şe­rif de bu mâ­na­yı izah eder. (Bu­hâ­rî, Ce­nâ­iz, 78; Müs­lim, Ka­der, 22; Tir­mi­zî, Ka­der, 5; Ebû Dâ­vûd, Sün­net, 18; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 2/275) Evet, hem Ce­nâb-ı Mev­lâ’dan bir nef­ha olan ru­huy­la hem de var­lık âle­mi­ne böy­le üs­tün va­sıf­lar­la baş­lan­gıç yap­ma­sıy­la, in­sa­noğ­lu esas ola­rak ilâ­hî âle­me ait bir var­lık­tır. Di­ğer ta­raf­tan, hür ve ira­de sa­hi­bi bu­lun­ma­nın bir te­za­hü­rü ola­rak bu özel­li­ğin zıd­dı­nı da bün­ye­sin­de bu­lun­du­rur. Ya­ni o bir ya­nıy­la me­le­kût âle­mi­ne, di­ğer ya­nıy­la da süf­lî, hay­va­nî âle­me ait bir var­lık­tır. Bü­tün ta­rih bo­yun­ca ve bu­gün in­san­lık bu iki özel­lik sa­ikiy­le ha­re­ket et­miş­tir. Ya yü­zü­nü ter­te­miz fıt­ra­tın­dan ya­na çe­vi­re­rek me­lek­le­ri kıs­kan­dı­ra­cak mer­te­be­le­re yük­sel­miş ya da üze­rin­de yü­rü­dü­ğü top­ra­ğı utan­dı­ra­cak de­re­ce­le­re, “hay­van­dan da aşa­ğı”la­ra düş­müş­tür. Ce­nâb-ı Mev­lâ­mız, tıp­kı ilk in­sa­nı pey­gam­ber ola­rak ya­rat­tı­ğı gi­bi, en­gin rah­me­ti­nin bir te­cel­li­si ola­rak in­san­lı­ğa mü­ba­rek ne­bî ve re­sûl­le­ri­ni gön­der­me­ye de­vam et­miş, dün­ya­nın her ye­rin­de­ki in­san top­lu­luk­la­rı­nı asıl fıt­ra­tı­na, ter­te­miz ya­ra­tı­lı­şı­na, ba­rı­şa, esen­lik ve hu­zu­ra da­vet et­miş­tir. İş­te bu ilâ­hî da­ve­tin adı, en ge­nel mâ­na­sıy­la teb­liğ­dir ve bü­tün pey­gam­ber­ler bi­rer teb­liğ­ci­dir. On­lar bir ta­raf­tan in­sa­noğ­lu­nu ilâ­hî azap­tan kur­tar­ma­ya ça­lı­şır­ken, di­ğer ta­raf­tan da yer­yü­zü­nü fit­ne­den, boz­gun­cu­luk ve az­gın­lık­tan ko­ru­ma­ya ça­lış­mış­lar­dır. “Hiç­bir ka­vim yok­tur ki, biz ona bir hi­da­ye­te da­vet­çi gön­der­me­miş ola­lım” (Fâ­tır 35/24) âyet-i ke­ri­me­si iş­te bu ha­ki­ka­ti ifa­de eder. Ne var ki in­sa­noğ­lu ço­ğu za­man nef­si­nin ve şey­ta­nın ze­bu­nu ola­rak bu da­vet­ten yüz çe­vir­miş, ken­di fıt­ra­tı­nı ve yer­yü­zü­nü is­yan ve sap­kın­lık­la kir­let­miş, ebe­dî ha­ya­tı­nı ka­rart­mış­tır. Ni­ha­yet, Ce­nâb-ı Mev­lâ­mız’ın “âlem­le­re rah­met” te­cel­li­si Ha­bîb-i Kib­ri­yâ Efen­di­miz (s.a.v), kı­ya­me­te ka­dar bü­tün in­san­lı­ğa ye­ter­li ola­cak Kur’an ve sün­net ema­ne­ti­ni ge­tir­miş, ilâ­hî teb­liğ ta­mam­lan­mış ve ke­ma­le er­miş­tir. Ar­tık bu son çağ­rı­dır. Bun­dan böy­le ya bu da­ve­te uyu­la­rak ebe­dî sa­adet ve in­san­ca bir ha­yat el­de edi­le­cek ya da ter­te­miz fıt­rat­lar kir­le­ne­cek; bir ema­net ola­rak in­sa­noğ­lu­na tes­lim edi­len yer­yü­zü fit­ne­ye, fe­sa­da ve boz­gun­cu­lu­ğa tes­lim ola­cak­tır. İş­te hak­kı ve ha­ki­ka­ti teb­liğ, bu bo­zul­ma­ya, bu çü­rü­me­ye, bu as­lın­dan uzak­laş­ma­ya kar­şı bir uya­rı­dır. Hak­ka, ada­le­te, ba­rı­şa, hu­zu­ra çağ­rı­dır. İn­sa­nın ken­di nef­si­ni ve bü­tün in­san­lı­ğı doğ­ru yo­la sev­ket­me ça­ba­sı­dır. Teb­liğ, kalp­le­ri vah­yin ilâ­hî ik­li­min­de di­ril­miş mü­min­le­re Ce­nâb-ı Mev­lâ­mız’ın ver­di­ği bir va­zi­fe, bir ema­net­tir. Zi­ra O, “Siz va­sat (or­ta yol­da gi­den) bir üm­met­si­niz.”(Ba­ka­ra 2/143), “İyi­li­ği em­re­der, kö­tü­lük­ten sa­kın­dı­rır­sı­nız” (Âl-i İm­rân 3/110) bu­yu­ru­yor. Bu va­zi­fe, en dar çer­çe­ve­den baş­la­ya­rak bü­tün in­san­lı­ğı ku­şa­ta­cak ka­dar ge­niş bir ala­na ya­yı­lır. Hiç şüp­he yok, bü­tün mü­min­ler ai­le ef­ra­dı, dost ve ar­ka­daş çev­re­si gi­bi dar alan­da bu va­zi­fey­le mü­kel­lef ol­du­ğu gi­bi, bü­tün in­san­lı­ğın ilâ­hî ha­ki­kat­ler­le bu­luş­ma­sı için ge­rek­li im­kân ve ze­mi­ni ha­zır­la­ya­cak fa­ali­yet­ler­le de mü­kel­lef­tir. Müs­lü­man­lar, i‘lâ-yi ke­li­me­tul­lah de­di­ği­miz bu va­zi­fe­ye sa­da­kat­le bağ­lı ol­duk­la­rı de­vir­ler­de şan ve şe­ref bul­muş­lar, ih­mal et­tik­le­rin­de ise zil­le­te mah­kûm ol­muş­lar­dır. Di­ğer ta­raf­tan müs­lü­man­lar bu va­zi­fe­yi hak­kıy­la ye­ri­ne ge­tir­di­ği dö­nem­ler­de yer­yü­zün­de ada­let ve ba­rış hü­küm­ran ol­muş, ih­mal et­ti­ğin­de ise fe­sat ve boz­gun­cu­luk yay­gın­laş­mış ve hat­ta meş­ru ha­le gel­miş­tir. Bu ha­ki­ka­te ta­rih şa­hit­lik et­ti­ği gi­bi, in­saf sa­hi­bi Ba­tı­lı dü­şü­nür­ler de bu du­ru­mu iti­raf eder. Ge­rek ken­di ebe­dî is­tik­ba­li­miz, ge­rek­se bü­tün in­san­lık için böy­le­si­ne bü­yük önem ta­şı­yan teb­li­ğin na­sıl ya­pı­la­ca­ğı, baş­ta mu­kad­des ki­ta­bı­mız ve sün­net-i ne­be­viy­ye ol­mak üze­re kay­nak­la­rı­mız­da açık­lan­mış­tır. Bu açık­la­ma­lar­dan çı­kan so­nuç şu­dur: Mü­min­le­rin in­san­la­rı Hakk’a ve hay­ra da­vet ede­bil­me­si için ev­ve­lâ ken­di kalp­le­ri­nin di­ri, ya­şan­tı ve ah­lâk­la­rı­nın söy­le­dik­le­ri­ni tek­zip et­me­ye­cek tarz­da ol­ma­sı ge­re­kir. Son­ra za­ru­ri bil­gi­le­re sa­hip bu­lun­ma­sı, bil­me­di­ği ko­nu­lar­da id­di­acı ol­mak­tan ka­çın­ma­sı esas­tır. Gü­ler yüz­lü, tat­lı dil­li ve mû­nis ol­ma­lı­dır. Ve en önem­li­si; en gü­zel ve en et­ki­li teb­liğ, mü­cel­lâ di­ni­mi­zi ya­şa­mak, gü­zel ah­lâk sa­hi­bi ol­mak­tır. Unut­ma­mak ge­re­kir ki, ya­lan­cı­lık, ri­ya, ben­cil­lik, ada­let­siz­lik ve do­lan­dı­rı­cı­lı­ğın her tür­lü­sü ve di­ğer mü­mi­ne ya­kış­ma­yan va­sıf­la­rı ta­şı­mak, Al­lah’ın di­niy­le in­san­la­rın ara­sı­na per­de ol­mak­tır. Mü­mi­nin şu öl­çü­yü as­la unut­ma­ma­sı ge­re­kir: Bir in­san müs­lü­man ola­rak yal­nız­ca onu ta­nı­mış ol­say­dı İs­lâm’ı se­ver miy­di, yok­sa so­ğur ve uzak­la­şır mıy­dı? Bir âri­fin şu tes­bit­le­ri­ni de dik­ka­te al­ma­lı­yız: “Unut­ma­ya­lım ki bü­tün yan­lış ve sa­pık yol­la­rın da bir man­tı­ğı, mu­ha­ke­me tar­zı ve fel­se­fe­si var­dır. On­lar da ken­di­le­ri­ni doğ­ru yol­da sa­nır, hak­lı bu­lur. İyi bi­lin­sin ki, in­sa­na ger­çe­ği Al­lah gös­te­rir, hak­kı O bul­du­rur, doğ­ru yo­la O hi­da­yet ey­ler. O hal­de dâ­ima Al­lah’tan ter­fi­ki­ni re­fik et­me­si­ni; hak­kı, doğ­ru­yu bul­dur­ma­sı­nı is­te­mek; dik­kat­li, ih­ti­yat­lı, edep­li, say­gı­lı ol­mak ge­re­kir.”
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy