Yüce dinimizin öğrettiği ilâhî esaslardan biri de, kulun rabbi huzurundaki durumu ve teslimiyet ölçüsüdür.
Buna göre mümin, keremi ve rahmeti sonsuz olan yüce yaratıcısına büyük bir muhabbet ve tazimle teslim olacaktır. Ne kadar kusurlu ve günahkâr olsa da O’nun affından ümidini kesmeyecektir.
Ancak, Allah’ın bu sonsuz rahmet ve affının yanı sıra, azabının da çok şiddetli olduğunu da unutmayacak; O’ndan korkacak ve gazabından emin olmayacaktır. Yani mümin daima korku (havf) ve ümit (recâ) arasında bulunacaktır.
Âdemoğlu için bu hayat, gerçekte ümit ve korkuyla dolu bir imtihan yeridir. Bu imtihanda başarı, korku ve ümidin tatlı ahengi içinde yaşayabilmektir. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik, korkusuz ümitten de gaflet doğar.
Mümin, rabbinin büyüklüğünü ve azabının çetinliğini bilerek O’ndan korkar. Yani Allah’tan en çok korkan, O’nu en çok bilendir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.v),
“Ben, içinizde Allah’tan en çok korkan ve en takvâlı olanınızım” buyurmuyor mu? (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5. Bk. Heysemî, Mevâridü’z-Zam’ân, nr. 1288; Abdürrezzâk, es-San‘ânî, el-Musannef, nr. 10375; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, 9/11). Kur’ân-ı Kerîm’de işte bu mânaya şöyle işaret ediliyor: “Kulları içinde Allah’tan (gerçek mânada) ancak âlimler korkar.” (Fâtır 35/28)
Görülüyor ki, ilâhî bilgi arttıkça kalbe düşen korku da çoğalmaktadır. Fakat ümitle dengelenen Allah korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telâfi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevkeder. Bunun için büyükler, “Herkes korktuğundan kaçar, yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır” demişlerdir.
Allah korkusu, toplum hayatında da dengeleyici bir etkiye sahiptir. İnsan, Allah korkusuyla kul hakkından, hırsızlıktan, dolandırıcılıktan, cana kıymaktan uzak durur. Eline fırsat geçse bile vahşileşip suçlara yönelemez. Yaratıcısı tarafından her an görüldüğü ve denetlendiği imanını vermeyen bir eğitimin, insanı faziletli kılmadığının örneklerini her gün yaşamıyor muyuz?
Şu da bilinmelidir ki, Allah korkusu makbul olmakla birlikte, bazılarının zannettiği gibi, “Ne kadar çok korkulursa o kadar iyidir” görüşü de doğru değildir. Aslında korku, insanı Allah’a yaklaşmak için ilim ve amele sevkeden ilâhî bir kamçıdır. Aşırı derecede korku ümitsizliğe düşürür, amelden alıkoyar ve sahibini şaşırtır. Oysa bir şeyin fazileti, Allah’a kavuşma mutluluğuna katkısı ölçüsündedir.
İnanan insanın ümit ve korku arasında bulunması gerektiğini söylemiştik. Ümit, “Âlemlerin sahibi Allah neden benim kusuruma baksın? Nasılsa cennetinde bana da bir yer vardır” gibi bir anlayışla ölçüsüz, kontrolsüz bir hayat yaşamak değil; insanın gücü yettiğince çabaladıktan sonra ilâhî rahmeti ummasıdır. Böyle ümidin belirtilerinden biri, Allah’a yönelmekten zevk almaktır. Bu durumda mümin, O’na yalvarmaktan hoşlanır, içten saygı duyar ve O’nun ne kadar lutufkâr olduğunun idraki ile yaşar.
Ümit ederek amel etmek, korku ile amel etmekten daha makbuldür. Çünkü sevgi insanı Allah’a daha çok yaklaştırır. Sevgi ise korkuyu değil, ümidi çoğaltır. Sevgi ve korkunun Allah’a yakınlaştırmadaki etkisi, şu örneğe benzer: Bir adam, iki hükümdara hizmet ediyor. Ama birine korktuğu, diğerine de sevdiği için. Elbette sevdiği için hizmet ettiği hükümdarın yanındaki itibar ve makamı, diğerinden daha yüksek olacaktır. Bunun için, âyet-i kerimelerde, hadis-i şeriflerde ve büyüklerin sözlerinde ümitle ilgili teşvik ve yönlendirmeler vardır.
Cenâb-ı Hak,
De ki: "Ey nefisleri üzerine israfta bulunmuş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphe yok ki, Allah bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki, O çok bağışlayan, çok esirgeyendir" (Zümer 39/53) buyuruyor ve ümitsizliği yasaklıyor.
Bakın Allah Resûlü de (s.a.v) acziyetinin farkında olan kalplere nasıl ümit aşılıyor:
“Müminin kalbinde korku ve ümit toplandığı müddetçe Allah Teâlâ o kuluna umduğunu verir, korktuğundan da emin kılar.” (Tirmizî, Cenâiz, 11; İbn Mâce, Zühd, 31)
“Kul bir günah işleyip, hemen ardından tövbe ettiği zaman Allah Teâlâ meleklerine, ‘Kuluma bakın! Bir günah işledi de, suçunun cezasını veren ve mağfiret eden bir rabbi olduğunu bildi ve tövbe etti. Şahit olun, ben de onu bağışladım’ buyurur.” (Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Tevbe, 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/492; İbn Hibbân, es-Sahîh, nr. 625)
Diğer bir hadislerinde,
"Günahlarınız semaya ulaşacak kadar bile olsa, arkadan tövbe etmişseniz, günahınız mutlaka affedilir" buyurmuşlardır. (İbn Mâce, Zühd, 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/238; bk. Tirmizî, Daavât, 106, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 2/231)
Allah Teâlâ kudsî bir hadiste, “Muhakkak rahmetim gazabıma galiptir” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 1, Tevhîd, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, 14, 15, 16; İbn Mâce, Zühd, 35)
Bir hadis-i şeriflerinde Resûl-i Ekrem (s.a.v),
“Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Allah Teâlâ kuluna şefkatli bir annenin yavrusuna olan merhametinden daha şefkatli ve merhametlidir” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Tevbe, 22; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1; İbn Mâce, Zühd, 35)
Günahların çokluğu sebebiyle ümitsizliğe düşen adama Hz. Ali (r.a), “Allah’ın rahmetinden ümidini kesme. Çünkü ümitsizlik o işlediğin günahlardan çok daha büyüktür” demiştir.
Büyük velî Süfyân es-Sevrî de (k.s) şöyle der: “Bir kimse günah işlediği vakit, Allah Teâlâ’nın onu affa kâdir olduğunu bilip, mağfiretini umarsa, Allah Teâlâ onu affeder. Zira Allah Teâlâ Kur’an’da bir kavmi şöyle kınar: ‘Kötü zanda bulundunuz, bu yüzden helâke mahkûm bir kavim oldunuz.’ (Feth 48/12) Bu âyetle Allah, ümitsizliğin insanları neye sürükleyeceğini bildirmiştir.”
Evet, anlıyoruz ki mümin ömrü boyunca ümit ve korkunun dengesinde yaşamalıdır. Allah korkusu, onu günah ve her türlü kötülükten uzaklaştırıp salih ameller yapması için bir kamçı görevi yaparken, bir yandan da rabbinin sonsuz rahmet ve şefkatini bilmelidir.
Mümin, yaşadığı sıkıntı ve zorluklardan dolayı karamsarlığa düşüp asla mağlûp da olmamalıdır. Nazargâh-ı ilâhî olan kalbini, fâni âlemin mutlaka son bulacak dertlerinin pençesinde boğmak mümine yakışmaz. Her şeyin hayırla sonuçlanacağı ümidi, imanımızın gereğidir. Bütün ipler neticede Allah’ın elindedir (kudretindedir). O, âlemlerin ve hepimizin sahibi değil mi? Üstadımın dediği gibi: “Korkmayın! Eğer mutlaka korkacaksanız, Allah’tan korkun.” Onun müjdelerine baktığımızda görüyoruz ki, hem dünyamız ve hem de âhiretimiz için terazinin ümit kefesi gerçekten ağır basmaktadır.
Artık hem mânevî vazifelerimizde hem de zâhirî hayatımızda ümitle, şevkle, muhabbetle çalışmaktan başka ne düşünebiliriz? Ne attığımız bir adım, ne döktüğümüz bir damla ter, ne de içimizde yaşattığımız küçücük bir ümit kıvılcımı... Hiçbir şey boşa gitmeyecek.