İnsanlarla yakınlık kurup dertlerine ortak olmanın, kalplerdeki soğukluğu ve düşmanlığı yok ettiğini bilmeyenimiz var mı? Yine biliyoruz ki, yüce dinimizin istediği kardeşlik, ancak kalplerin birbirine ısınması ve muhabbetle mümkündür.
İnsanların birbirine duyduğu sevgi ve samimiyet, bir taraftan onları güzelleştirip olgunlaştırırken, bir taraftan da toplumda nice güzel gelişmelerin anahtarı olur. İnsanî bağlar pekişir, toplumun çeşitli kesimleri arasında diyalog kapıları açılır. Sevgi ve samimiyet öylesine güçlü bir barış ve huzur kaynağıdır ki, yayıldığı toplumlarda çoğu sıkıntılar kendiliğinden yok olur.
Sevgiyi bu kadar sihirli yapan şey, onun kalbe “inşirah” denilen ferahlık ve iç huzurunu getirmesidir. İnşirahtan yoksun bir kalbin, sahibini iyiye, güzele yöneltebileceğini söyleyebilir miyiz? Sertliğiyle, öfkesiyle toplumda çıban gibi duran insanların, aslında inşirahını, iç huzurunu yitirmiş kişiler olduğunu görmek hiç zor değil.
İnsanların birbirlerinden sevgisini ve saygısını esirgediği toplumlarda, insanî meziyetler aramak boşunadır. Çünkü kardeşlik, yardımlaşma, başkasını kendine tercih etme gibi erdemlerin mânevî mimarı ve anahtarı sevgidir. O öyle bir anahtardır ki, nice iyilik ve güzelliklerin kapısını kolayca açar.
Diğer taraftan sertlik, şiddet ve korkunun hâkim olduğu toplumlar büyük huzursuzluk ve çalkantılara gebedir. Nasıl bireylerinin birbirinden korktuğu ve tedirgin olduğu bir aile uzun ömürlü olamazsa, aynı hali yaşayan devletler ve milletler de kalıcı olamazlar. Tarih incelendiğinde, medeniyet ve kültürler için de durumun farklı olmadığı görülür.
Gerçekten de insanlar arasında sertlik ve öfke, şiddetli münakaşaların ve çoğu zaman da kavgaların zeminidir. Böyle bir ortamda hayırlı bir sonuç elde edildiği ise görülmemiştir. O halde insanlara sevgiyle, şefkatle yaklaşmalı, korkutan ve ürküten tutum ve davranışlardan büyük bir titizlikle sakınmalıdır.
İnsanlar arası ilişkilerdeki bu kurallar, yüce dinimizi sözle ve örnekleyerek anlatma çabası için de geçerlidir. Önce yüce rabbimizin şefkat ve merhametini anlatmak, cennetle müjdelemek ve dinimizin nezih kurallarını mümine yaraşır bir muhabbetle tanıtmak ve sevdirmek esastır.
Unutmayalım ki, yaratanını seven ve cennetine umut bağlayan her kişi Allah’tan korkar ve cehenneme girme endişesini de taşır. Bu durum, din-i mübinimizin övdüğü korku ile ümit arasında bulunmak fiillidir. Bu hali yaşayan her müslüman, hem cennette ebedî saadete kavuşmak için ümitlidir ve bu ümidi asla yitirmez; hem de cehennemde, korkarak Allah’ın emir ve yasaklarını uygulamakta gerekli titizliği gösterir.
Bu öyle bir sırdır ki, yüce Allah’ı sevmek ile O’ndan korkmak birbirine zıt haller gibi gözükse de, Allah’ı seven aynı zamanda O’ndan korkar. Cenâb-ı Hak’tan korkan kimseler de şüphesiz O’nu sever. Demek ki bazı hallerde sevgi ve korku birbirini tamamlayan iki unsur olabilmektedir. Bu sebeple müminin korkuları da sevgiye dayalıdır.
Bu noktadan hareketle, insanları İslâm’la tanıştırmada esas olan korkutmak değil, müjdelemek ve sevdirmektir. Tarih boyunca Allah dostları, bu peygamberî esasa göre hareket ettikleri için geniş kitlelerin imanla buluşmasını sağladılar. Nice büyük yıkımların ardından, kalplerin yeni bir heyecan ve ümitle dirilmesine vesile oldular. Çünkü kendi kalpleri diri idi. Sevgiyle, muhabbetle dirilmişti.
Yunus’un, “Yaratılanı sevelim yaratandan ötürü” deyişini bilirsiniz. Bu söz kalbimize, gönlümüze nakşolması gereken bir mâna taşır. İnsanları ve hatta bütün yaratılmışları yüce yaratıcının hatırına sevmek, asla kaba ve yıkıcı olmamak, olgun müminin halidir. Tarih boyunca müslümanların sömürü ve istilâ amacıyla savaşmamalarının ve insanları hakikatle buluşturma adına fütuhata girişmelerinin altında da işte bu sevgi yatar.
Sevgi, mümin için bir okyanus gibidir. Oradan herkes nasibi kadar alır. Hüner, daha çok almaya, her an almaya, böylece sevgi hazinesini çoğaltmaya gayret etmektir. Elbette bunu yapabilmek irade ve azim işidir. Çaba ister. Çünkü varlıklara sevginin temeli muhabbetullah, yani Allah’a olan sevgidir. Şüphesiz, müminler bilgileri ve nasipleri nisbetinde Allah’ı severler.
İnsanların her vesileyle sevgiden söz ettiği, ama hiçbir devirde görülmediği kadar bundan mahrum kaldığı bu çağda, bizler sevgi bağını sürekli canlı tutmayı, kalplere sevgi tohumları saçmayı en önemli vazifelerinden biri olarak görmek zorundayız. O tohumlar büyüyüp serpildikçe, bir nur hâlesi olarak hepimizi saracaktır. Saadet asrına ve o kutlu çağın sonraki devirlerdeki yansımalarına baktığımızda, göreceğimiz şey işte o muhabbet hâlesidir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v) ve onun vârisi evliyaullahın rehberliğinde yürüyen herkes, insanlara şefkat ve muhabbetle yaklaşmayı alışkanlık haline getirmekle mükelleftir. Önce bütün müminlere, sonra dünya görüşü ve toplumdaki yeri ne olursa olsun bütün insanlara, kalbindeki engin şefkat ve merhametten bir pay ulaştırmak zorundadır. Bu alışkanlığı bir ömür boyu devam ettirmek önemli bir sorumluluktur.
Kâmil mümin mânevî terbiyeye sahip kişidir. Mânevî terbiyenin esası sertlik, kabalık, ürkütücülük olabilir mi? Bu terbiyeye talip olan insan nezaketi, şefkati, merhameti nasıl terkedebilir? Sizce insanlar arası ilişkilerde mümine nezaketten daha çok yakışan bir hal var mı?
Evet, korku düşmanlığı, sevgi ise dostluk ve kardeşliği doğurur. Bizler dünyaya düşman kazanmak için değil, dost kazanmak ve kardeşliği pekiştirmek için geldik. Bu hakikat herkes tarafından açıkça bilinmeli ve gereği yapılmalıdır.
Sevgimizi perdeleyen, muhabbetimizi çoğaltmamıza ve insanlarla paylaşmamıza engel olan kendi korkularımıza gelince; şöyle demişti üstadım: “Korkmayın! Eğer korkmanız gerekiyorsa, yalnız Allah’tan korkun!”
Başka söze gerek var mı?