Evde bir telaştır gidiyor. Annem çantalara habire bir şeyler doldurmakla meşgul. Bir yandan da sürekli mırıldanıyor:
- Aman bir şey unutmayalım. Oğlum şimdi gurbet ellerde ne yapacak?
Ağlamamak için kendini zor tuttuğu belli oluyor. Babam ise fazlaca konuşmuyor. Ancak onun yüzü de endişe bulutlarıyla gölgeli. Bu kadar koşuşturmanın sebebi kardeşim ise, endişe ve tedirginliğin bir arada okunduğu bakışlarla olup biteni bir köşeden izlemekte.
Evet, kardeşim üniversiteyi kazandı. Kazandığı okul hayli uzak bir şehirde, oraya gidecek. Tüm hazırlıklar onun için.
Şimdiki telaşın bir de öncesi var. Sınav sonuçları gelince üniversitenin bulunduğu şehre hep beraber gidildi. Okul ve çevreyle tanışıldı. Kardeşimin kalabileceği yerler araştırıldı. Yurt imkanları değerlendirildi. Sonuçta birinde karar kılındı. Tabii yurt yetkililerinden kardeşimle ilgilenecekleri, sıkıntıya düştüğünde her türlü desteği verecekleri sözünün alınması da ihmal edilmedi.
O günden bu zamana kulak misafiri olduğum konuşmalardan biliyorum ki, bütün bunlara rağmen kaygılarda hiçbir azalma yok. Aksine gitme vakti yaklaştıkça arttığını görüyorum. Annem durmadan çocuğunu okumaya gönderecek tanıdık evlerde yaşananlardan söz ediyor, bu kaygıların ve titizlenmelerin boş olmadığını anlatmak istiyordu.
Bana gelince, olan biteni biraz hayretle izliyorum. Aklıma eski zamanlara ait okuduğum hayat hikayeleri geliyor. İsimlerini hâlâ andığımız çoğu alim 8-9 yaşlarında evlerinden ayrılarak uzak beldelere ilim öğrenmeye gitmişler. Hatta bununla da kalmamışlar, tahsillerini tamamlamak için şehir şehir dolaşmışlar. Şimdiki gibi araba otobüs yok, telefon yok. Bir kez çıkıp gittikten sonra yıllar yılı bir haber yok. Bu hikaye öyle birkaç kişinin hikayesi de değil, o dönemlerde ilim yolcusu herkesin hikayesi. Belki sadece istisnalar var.
Sonra üniversiteyi kazandığım günler aklıma geldi. Bir Cuma namazı dönüşünde öğrenmiştim üniversiteyi kazandığımı. Liseden bir sınıf arkadaşımla aynı yeri kazanmıştık. Kayıt yaptırmaya da birlikte gittik. Nerede ve kimlerle kalabileceğimizi araştırdık. Kalacağımız yerleri ayarlayıp döndük. Bütün bunları yaparken iki genç yanlızdık.
Biraz evvel olan biteni hayretle izliyorum demiştim. Hayret ettiğim şu: Şimdiki gençlerin yanlarında büyükleri olmadan başka bir şehre gidip okula kayıt yaptırması, kalacak yer bulması hayal bile edilemiyor. Hatta askere giderken, terhis olurken anne-baba orada. Bunda ne kötülük var denilebilir. Ama bu bir ihtiyaca dönüşmüşse bir kez daha düşünmek gerekmez mi?
Onbeş yirmi yıl önce liseyi bitirmiş bir delikanlı, artık sorumluluk alabilecek genç bir adam sayılırdı. Dün gibi hatırlıyorum, üniversiteye başlarken iki valize eşyalarımı kendim koymuş, anne-babamın ellerinden öpüp hayır dualarını alarak evden ayrılmıştım. Tabii ki annem “oğlum orada yalnız başına ne yapacaksın, ne yiyip ne içeceksin, nerede kalacaksın” diye kaygılı sorular sormadı değil. Ama bu sorularda endişe yoktu. Geçen zaman içinde acaba ne değişti? Anlayış mı, gençler mi, şartlar mı, anlamak kolay değil. Şimdi aileme kardeşimde yanlarında hep beraber kalkıp giderken, onlara kendi okula başlayışımı hatırlatsam ne derler acaba?
Konuyu nasıl yorumlarsanız yorumlayın, sonuçta şimdiki gençlerin öncekiler kadar kendi hayat sorumluluğunu almadıklarını ya da alamadıkları gözlemime katılacağınızı tahmin ederim. Artık neredeyse üniversiteli ile liseli arasında pek bir fark görülmüyor. Gençlerimiz sorumluluk alabilecek olgunlukta mı değiller, yoksa biz mi onlara yeterince güvenmiyoruz? Soruya verdiğiniz cevap ne olursa olsun, sonuçta sorumluluk almaktan çekinen, daha çok yetişkinlerin yönlendirmesiyle yaşayan bir gençlik olduğu ortada. Bütün dünyaları büyüklerinin dünyaları ile özdeş.
Halbuki yetişkinlerin dünyasında ideallere, yeni fikirlere fazlaca yer yok. O dünyanın bütün pencereleri gündelik hayata bakıyor. Hele de son zamanlarda geçim kaygıları, iş ve aile ilişkileri bütün mevzuların etrafında dönüp durduğu kavşak. Böyle bir dünyada ideallere pek yer yok. Yetişkinlerin gölgesinde hayat arayan gençler de bu hali gözlemledikçe, mutluluğu ve başarıyı o yönde arıyorlar. Gençliğe özgü hedefler, idealler, hayaller o noktada boğuluyor. Tıpkı ulu bir ağacın dibinde cılız kalmış filiz gibi.
Bu arada bizim ve bütün çevrenin gençler üzerindeki baskısını göz ardı etmek mümkün değil. Aman derslerin çok iyi olsun, yoksa iyi bir iş sahibi olamazsın, şu işte bol para var, bu konu ne işine yarar vesaire vesaire... Herkes hayatını bildiği gibi yaşasın demek istemiyorum ama işin bir ölçüsü, üslubu olmalı değil mi? Başarıyı sadece meslek ve paraya endeksleyerek kafalarına vurup durmak gençlerimizin psikolojilerini nasıl etkiliyor olabilir? Bütün dünyaları maddi hedeflerle sınırlandırılan, o hedefleri yakalamakta zorlandıkça da özgüven eksikliğinin pençesine düşen nesiller, çıkış yolunu nerede bulacaklar? Ya büyüklerinin öğütlerine sıkı sıkıya bağlı kalacaklar ya da köşe dönmeciliğin fırsatını kollayacaklar.
Şimdilerde bakıyoruz, gençlerimiz sadece dersleriyle, onun dışında da sadece spor ve magazin dünyası ile ilgilenmekte. Kendilerinin dışındaki dünyaya karşı vurdumduymaz, ideallerden uzak, gündelik yaşayan, büyüklerinin prototipi. Bütün beklentileri, umutları, dilekleri, merakları gündelik olan bitenle sınırlı. Bir cemaat terbiyesi almış gençlerde dahi bu yönde eğilimler gözükmekte.
Evet, yetişkinler gençleri yönlendirirken aslında ne yapmış olduklarını bir kez daha düşünmeliler. Gençler de kendilerine sunulan hayata dair hazır fikirleri tüketmenin konforu yerine, gençliklerine yaraşır idealler üretmeliler.
Biliyorum, hayat hakkında düşünmek, kafa patlatmak büyük bir çile. Ama gençlere çok yakışan kutlu bir çile.