Kalp merkezlerimiz Mekke ve Medine Gönül yaylalarımız Herat ve Belh Akıl ve iz’an yurtlarımız Kazan ve Kurtuba Buhara, Semerkand, Taşkent... Bizim şehirlerimiz, yurtlarımız Kudüs, Bağdat, Şam, Saraybosna Bursa, Kahire, Konya, İstanbul... Birunî’nin, İbrahim Ethem’in yurdu Herat.
Mevlâna’nın dağ havasını ve ruh iklimini ciğerlerine doldurup, Konya’ya doğru yollara çıktığı, Gazneli Mahmut’un, Hüseyin Baykara’nın imar ve inşa eylediği bindörtyüz yıllık müslüman yurdu Herat ve Belh...
Biraz geriye gittiğimizde, bizi besleyen, büyüten kaynaklarımıza biraz yöneldiğimizde, ne çok karşımıza çıkar Herat ve Belh.
Gönül yaylalarımız, eski mamur beldelerimiz füze yağmuru; zihinlerimiz, yüreklerimiz bombardıman altındayken ne yazılabilir?
Hüzün doruktayken, kalpler büsbütün burkulmuşken ne söylenebilir?
Esiregeyen ve bağışlayan sıfatlarının tecelligâhı, mazlum annelerin âh u enîni arşın tüllerini titretirken; her beşerî söz ve akıl yeniden anlam zincirinden boşalmışken; uluhiyet iddiasından vazgeçmeyen insan yine isyan ve nisyan ile azgın sulara açılmışken; gökkubbe altında yol bulmamız için verilen akıl yörüngesinden çıkarak, çöllerde, dağlarda, metropollerde yine serazat kalmışken, sadra şifa ne söylenebilir?
‘Dua dua, eller karıncalanmış / Yıldızlar avuçta gök parçalanmış’ken, yine duadan öte bir cümle nasıl inşa edilebilir?
Evet, bu hep böyleydi. Bugün de, günlerden bir gün. Bugün de ‘yeni bir gün’ ve ‘yeni bir şeyler söylemek lazım cancağızım’. Ama nasıl söylemek, ne demek lazım?
Belki unuttuk, yeniden hatırlamak ve tekrarlamak gerek belki.
‘Doğu da Batı da Allah'ındır’ ‘Doğu da Batı da Allah'ındır’
Çocukların ve yaşlıların ve annelerin gözyaşları selsebil olurken ne denebilir?
Kervanlar yeniden göç yollarına dökülmüşken ve biz yeniden eski acılarımızla ‘dağ başlarında’ kalmışken; kuş uçmaz, kervangeçmez Hindukuş Dağları’ndan kopup gelen çocuklar ilk kez gördükleri ve hiç tanımadıkları denizlerde, hiç bilmedikleri sularda, duymadıkları okyanuslarda boğulurken, hangi söz menziline varır?
‘Bu evrensel yagında bir can da siz kurtarın’ diye daha önce inşa edilmiş cümleyi hatırlatmaktan başka hangi söz yitirdiğimiz hikmeti buldurabilir, yaralı vicdana şifa olabilir ve sorumluluğumuza çağrırabilir?
Savaş çığlıkları ve ölüm nidaları ‘garb ve şarkın afakını yeniden sarmışken’;
‘Allahümmeşhed’den gayrı hangi söze tutunulabilir? ‘Allahümmeşhed!’ Allahım şahit ol! Allahım şahit ol!.. Ne zamandır sürur ve meserret iklimine ‘elem çiçekleri’ toplayarak giriyoruz? Ne zamandır ellerimiz, güllerimiz kan-revan. Ne zamandır ‘dert çok, hemdert yok, düşman kavi, talih zebun’ hattındayız? İşte yine yeni ve eşsiz bir fırsat tanındı bize. Yine şeref konuğumuz oldu Sultan. Yine tarumar iken saçlarımız, yine darmadağınıkken evlerimiz, hilalin şavkı ışık hüzmeleriyle penceremizden süzüldü. Af ve bağış kapısının açılmasını ummaktan başka çaremiz yoktu, yine yok. Ağız tadıyla yine bir iftar sofrasına oturamayacağız. Yine düğümlenecek boğazımızda söz. Yine hıçkırık tutacağız. Yine özleyeceğiz çocukluk ülkemizin altın zamanlarını. Yine günahlarımıza ah diyeceğiz, aah!.. Yine sahurlarda annelerimizin ‘gök sofraları’ kurmasını bekleyeceğiz. Yine davullar vurulacak yüreğimize güm güm. Henüz çiçek açmış fidanlar ‘gök ekinler gibi’ yine derilecek, göreceğiz yine. Yine yörüngesini arayacak kalplerimiz. Yine teskin olmayacağız. Ey şifa iklimi, ey mevsimlerin sultanı ve ey şehrimiz Ne çok ‘hazan ağlar’ ilk ve son baharımızda. Kanayan ellerimizi ne zaman saracaksın Ne zaman gülümseyecek Herat, ne zaman Bağdat... Herat, aah Herat!..