“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emrediyor. Zinayı, fenalıkları ve zulmetmeyi de yasaklıyor. Size dinleyip tutasınız diye böylece öğüt veriyor.” (Nahl/90) Hak, kutsal ve saygıdeğerdir. Bu yüzden hakkın üstünlüğü kabul edilmeden, onu bütün değerlerin üstünde mütalaa etmeden ve onu bütün kurumların en üst mevkiine yerleştirmeden, hiçbir sistemde adalet olamaz. Dolayısıyla adaletin bir neticesi olan huzur ve saadet, nizam ve intizam da tesis edilemez.Alemlerde canlı veya cansız, her mahlukun Yaratıcısı tarafından belirlenmiş bir hakkı, bir miktarı, bir haysiyeti ve bir vazifesi vardır. Mahlukatın Yüce Rabbimiz tarafından belirlenmiş olan haklarına tecavüz edildiği an, birlik, huzur ve nizam içerisinde yaşanması imkansız hale gelir. Haklar, kuvvetli zorbaların elinde kaldığı gün, adalet artık bozulmuş ve en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün sistemlerde ve alemlerde her ne varsa anarşinin pençesine terk edilmiş demektir. İnsanlığın, bir birlik ve bütünlük oluşturmak üzere kurduğu devlet kavramının aslında ve teferruatında insan ve onun haklarının en mukaddes unsur olması gerekirken, tarih boyunca maalesef çoğu zaman bu böyle olmamış; evrenin en yüce varlığı ve Allah’ın halifesi olan insan, sistemlere köle yapılmıştır. Böylece önemli olan, insanın haklarının yüceliği ve devamı değil, sistemlerin hayat ve bekası olmuştur. İşte, tarih boyunca ne zaman insanın saygınlığı ve mukaddes oluşu devletin diğer kurumlarına feda edilmişse, zulüm doğmuş ve devlet kurumu çözülmüş ve çökmüştür. Tarihin sinesinden Firavun’lar gelip geçmiş... Onlara göre kölelerin hakkı, bir ömür karın tokluğuna piramitlere taş taşımak, zilletle yaşamak olmuştur. Sonra, çeşitli toplumlarda asiller ortaya çıkmış... Onlar da paryalara, hayvanlara tanınan haklardan daha aşağı haklar tanımıştır. Beyazlar, siyahlara hep ikinci sınıf insan ya da hayvan olarak bakmışlar... İnsanlar birbirlerine hak ve ayrıcalıklar tanırken, renkler, ırklar ve sosyal sınıflar ölçü ve esas kabul edilmiş. Ta ki vahyin adaleti gelinceye, adil ve masum sıfatlı peygamberler insanlığın önderleri oluncaya kadar...
Yanlış Ölçü Zulümdür
Peygamberlerden ve vahiyden habersiz insanlık, tarih boyunca insanlığın haklarını yanlış ölçülere göre tesbit etmiş ve bu tesbitte de her zaman yanılgıya düşmüştür. Yazık ki bugün de çoğunlukla aynı başarısızlığa mahkumuz. Hakların tesbit işini mesela dünün kölelerine bıraksak, onlar, zalim efendilerine haklar verirken acaba ne kadar insaflı ve adilâne davranırlar? Ve yine bu işi tarihin meşhur despotlarından Hitler’e bıraksak, bütün insanlığın varlığını Alman ırkına feda etmekten başka bir şey yapar mı? Kadınlar insanlığın haklarını tesbite yetkili kılınsa, acaba erkeklerin durumu ne olur? Gerçekten merak uyandıran bir soru!.. Erkeklere kadınların haklarını belirletseniz acaba mesele hallolur mu? Kuvvetliye sorarsanız, hak kuvvetlinindir. İşi çoğunluk anlayışına bıraksanız, ferdin hakkı yok olup gidecek. Hatta toplum kutsallık kazanarak; “Sakın hakkım var deme / Hak yok vazife vardır!” anlayışına fertler feda edilecek. O halde hakların tesbiti için insan üstü bir hakem gerekmez mi? ‘En aciz bir kulun hakkı, en kuvvetli kişi ve kurumlara çiğnetilmemelidir’ prensibini adaletin temeli sayan bir hakem... İşte o prensibin hayata nakış nakış işlendiği bir dönemde, Allah’ın Rasulü (A.S.)’ın sadık halifesi Hz. Ebubekir (R.A.) devlet olma makamında bakınız hakkı nasıl aziz tutuyor: “Şunu da biliniz ki, bana göre en kuvvetliniz, hakkını zalimlerden alıp kendisine verinceye kadar en zayıf olanınızdır. En zayıf olanınız da, gasp ettiği hakkı elinden alıncaya kadar en kuvvetli olanınızdır.” İşte bu, temelinde hak ve adalet yatan bir devletin, haklı ama zayıf olan kimsenin yanında yer alarak, haksız zorbayı güçsüz duruma düşürmesi demektir.Adalet Yalnız İnsan İçin mi?
Şurası çok açıktır ki, evrende her parçacığın, bir diğeri ile çok yönlü münasebetleri ve hakları vardır. Varlık işte böyle sıkı ve karmaşık ilişkiler içerisinde yaratılmıştır. Bu varlıkların haklarını kusursuz bir şekilde tesbit etmek, vermek ve korumak gerekir ki, bütün varlıklar arasında barış ve muhabbet doğsun. Ama insan, Alemlerin Rabbi’nin kendisine ve kendi dışındaki mahlukata verdiği hakkı pek adil bulmuyor. Adeta Allah’a bu mevzuda beceriksizlik isnat ediyor. Mahlukatın haklarını kendisi tesbite kalkışıyor. Ne var ki bu yöntemle insanlık, binlerce yıllık bilgi ve fikir birikimine rağmen, Hz. Ebubekir Sıddık Efendimiz’in yaklaşımına genel itibarıyla hâlâ yetişebilmiş değildir. Oysa insan, Allah’a ve O’nun peygamberlerine teslim olsaydı, bu kadar zaman israf edilmeyecek, bu kadar insan zulme mahkum olmayacak ve bunca bedbahtlık yaşanmayacaktı. İlahi aydınlığı reddederek adalet arayan insan, sorumsuzca yaşamayı, Allah’ın ve mahlukatın hakkını çiğneyerek yaşamayı, dünyasını da ahiretini de zayi etmeyi, sahte eğlence ve zevkten ibaret bir hayatla oyalanmayı, kendisine verilmiş haklar olarak düşünüyor. Fakat Yaratıcısı’nın ona sorduğu “insan başıboş bırakılacağını mı zanneder?” sorusu bir yandan hakikati hatırlatırken, diğer yandan da akibeti konusunda uyarıyor. Ama o, bildiğini okur bir tavırla, kurduğu sistemlerin temeline hakkı ve adaleti değil, kendi arzularını koymuştur. Bu yüzden oluşturduğu kurumlar insanı ezmiş ve sömürmüş; neticede mülkler, ülkeler, devletler çökmüş ve dağılmıştır. Halbuki adaletin tesisi için önce hakların doğru belirlenmesi, sonra da sahibine verilmesi ve korunması gerekirdi.Hak ve Adaletin Temeli
Bir toplumda haklar doğru tesbit edilir ve buna uyulursa, o toplumda artık insanî ilişkiler dengesi kurulmuş demektir. Biz de böyle dengeli ve adil bir cemiyetin inşası için yüce Allah’ın belirlediği hakları bilmek zorundayız. Bu hakları iki grupta toplayabiliriz: Birincisi Allah’ın hakları... Önce insan, toplum, bütün insanlık, hep birden O’nun haklarını bilmeli, tanımalı ve hürmet göstermelidir. O’nu birlemeli ve O’nu en büyük kabul etmelidir. O’na şükredip, O’nun için secdeye kapanmalı ve yalnız O’ndan korkmalı, O’na kulluk etmeli; kısaca, insan, ilâh olmaya kalkışmamalıdır. Çünkü böyle bir davranış, kulun kendi hukukunu aşması anlamına gelir. Hz. İbn-i Abbas (R.A.) “Adalet, Allah’tan başka bir ilah olmadığına şahitlik etmektir” derken, bizlere adaletin de bir temeli olduğunu anlatmakta... Evet, adaletin temeli, herşeyden önce Allah’ın ilâhlık haklarını tanımaktır. İkincisi, mahlukata Allah’ın tanıdığı haklardır... Bu konuda da insan, Allah’ın kullarına verdiği hakları tanımalı ve onlara saygı duymalıdır. İnsanlar birbirlerinin haklarından ancak rıza ve izinle faydalanmalıdırlar. Bu hak mübadelesi de adalete riayet edilerek yapılmalıdır. Bu mevzudaki rehberimiz de Allah’ın Kitabı ve Rasulullah’ın Sünneti olmalıdır. Ademoğlu, hem kendi ve hem de kendisine emanet edilmiş mahlukatın haklarını bu iki kaynağın dışında aradığı için tarihi boyunca hep zulumle tanışmıştır. Zulüm ise karmaşa ve savaş doğurmuştur. Bugün, çağımız insanın hasret duyduğu barış, bu yüzden hâlâ hayaldir. Hak kavramı çok derin manaları çağrıştırmalıdır: Allah’ın hakkı, kulların hakkı, mahlukatın hakkı, sözün hakkı, yediğimiz ekmeğin, içtiğimiz suyun hakkı... İnsan, boynunda Allah’ın, anne ve babanın, evlatların; kısaca cümle mahlukatın, hatta evrendeki cansız parçacıkların bile hakkını taşıyarak yaşamakta... İşte “bir katrecik kan ve binbir çeşit endişe.” diye tarif edilen insan, bu haklara saygı ve hürmetle mükellef. Dağların ve göklerin taşımaktan kaçındığı mukaddes yükümüz işte budur. Bu hakları ifa ettiğimiz an, insanda Allah’ın “el-Adl” sıfatı tecelli edecektir. İşte bu yüzden, Allah’ın veli kullarının sıfatlarından birisi de adaletdir ki, onların önce kendi iç alemlerinde adalet tecelli etmiş; sonra dış aleme, yaşadıkları toplumlara sirayet etmiştir. Onlar, konuştukları zaman adaletli söz söyleyerek sözün, yedikleri zaman şükrederek yedikleri için rızkın, nefislerini cennete taşıdıkları için varlıklarının, kuvveti hakka ram ettikleri için kuvvetin hakkını ödeyerek, yeryüzünde Allah’ın adaletini tesis etmişlerdir. İşte mülk ve melekutun temeli olan adalet bu adalettir. Alemleri ayakta tutan adaletin vücut bulmuş şekilleri Peygamberler ve onların izinden yürüyen veli kullardır. Adaletin kaynağı onlardır. Adalet onlardan toplumlara yayılır. Onlar gidince, artık mülkün temeli gider ve kıyamet kaçınılmaz olur. İçinde bir kamil mürşidin zikri, bir adil velinin yalvarışları olmayan bir mülkü hangi güç yokluktan kurtarabilir? Adalet mülkün temeli, alemlerin de canıdır. Cansız beden ceset olur; çürür ve dağılır!..