Kurban bayramına kırk gün kadar kalmıştı. Kainatın Biriciği A.S. Medine’ye hicret edeli nerdeyse altıncı yıl tamamlanacaktı. Zilkâde ayının başıydı...
Beytullah’a olan sevgi yüreklerde gün geçtikçe artıyordu. Mekke’de yaşanan bütün hatıralar, tüm sohbetlerin belki de özünü oluşturuyordu. Gün geçmiyordu ki Bilâl-i Habeşî R.A.’ın Beytullah’ta okuduğu ezan kulaklarda çınlamasın, Taif dönüşü Kainatın Efendisi’nin Mekke’ye mahzun dönüşü gözler önünde canlanmasın...
Nur-u Muhammedî’yi hayatlarında bir kez olsun görebilmek, o nurlu bakışları arasında ellerine sarılabilmek için Medine’den koşa koşa gelen ve Akabe tepeciklerinde “bir umut...” diye bekleşen o oniki yeni müsümanın, kalplerinden süzülüp gözlerinde canlanan neşe nasıl unutulabilirdi. Hele Mus’ab b. Umeyr R.A.’ın onlara Kur’an öğretecek ilk öğretmen sıfatıyla gidişi... O kadar ashabın arasından Kainatın Biriciği’nin Mus’ab b. Umeyr’e işaret ederek çağırması unutulabilir miydi? O gün onun yerinde olmayı kimler istememişti ki...
Rüyada Müjdelenen Kavuşma
İşte o gün Medine’de, kurbana yaklaşık kırk gün kala, Allah’ın Rasulü A.S. ashabına şu müjdeyi veriyordu:
“Ben bir rüya gördüm. Kesinlikle Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Hacc’ın bir gereği olarak saçlarınızı tıraş edeceksiniz. Hem o vakit, Kâbe’nin kapısının anahtarı benim elimde olacak!..”
Allahu Tealâ’nın “evim” diye sıfatlandırdığı yere kavuşabilmenin hazzını, o günün hatıralarını yaşayanlar elbette daha iyi bilir. O yüce insan bunu söylemişse ve bir önceki yıl haccın farz olduğunu Cebrail A.S. bildirmişse artık beklenen gün geldi demektir.
Tüm hazırlıklar başladı, kurbanlık develer işaretlendi...
Bu arada unutulmaması gereken tek şey vardı: Eğer bir işte Allah ve Rasulü, bir taraftan müminlerin gönüllerinde, diğer taraftan da müşriklerin kötü emellerinde ana hedef ise hadisler nice hikmetlerle ilmik ilmik dokunacak demekti.
İşte daha yolun başında iken bu hikmetlerden sadece birisi;
Vaktiyle Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmaya giderken yolda çöküp kalan ve yerinden kaldırılamayan fili gibi; o gün de Kainatın Efendisi A.S.’ı taşıyan deve Kasvâ bir ara yere çöktü. Asla kaldırılamadı. Ne zaman ki Allah Rasulü A.S. Allah’a yemin ederek:
“Kureyş müşrikleri, Allah’ın Harem’inde işlenmesini yasak kıldığı şeylerden hangisini benden isteyecek olurlarsa kesinlikle kabul edeceğim. Bu husustaki isteklerini yerine getireceğim.” buyurduktan sonra Kasvâ bir anda ayağa kalktı ve yoluna devam etti. (İbn-i Hişam, Sîre; İbn-i Sa’d, Tabakat; Buharî, Sahih)
Allah’a giden yolda o kutlu Rasul işte böylesine teslim oluyor, meydana gelecek nice hadiselerin perde arkasını sözleriyle, yaptıklarıyla gösteriyordu. Bu yüzden O’na her şeyi ile teslim olanlar, O’nun rehberliğinde pek çok hakikati herkesten önce görecek demekti bu.
Ve nihayet... Hudeybiye ufukta göründü. Burası Harem-i Şerif’in sınırları arasında küçük bir kasaba ve hac farizasının başladığı yer. Sevgili Peygamberimiz A.S. müşriklere bu gelişlerinin sebebini söyledi:
“Biz hiç kimse ile savaşmak niyetiyle gelmiş değiliz. Sadece Beytullah’ı tavaf ve ziyaret etmek istiyoruz. Ama kim bizi bu ziyaretten alıkoyarsa onunla da savaşırız. Kimse ashabımla benim arama girmesin. Beni onlarla baş başa bıraksın. Bu konuda bir anlaşma bile yapabiliriz. Ne var ki, Kureyş müşrikleri böylesi bir mütarekeden kaçınır, benimle çarpışmaya kalkışırlarsa, varlığım kudret elinde olan Allah’a yeminle söylüyorum ki: Şu yaymaya çalıştığım din uğrunda, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım. İşte o zaman Allah da bana yardım edeceği vaadini mutlaka yerine getirecektir.” (İbn-i Sa’d, Tabakat; Taberî, Tarih; Aburrezzak, Musannef)
Bu kararlılık basit bir rüyanın eseri değildi. Zira Allah Rasulü bir rüya görmüşse eğer; bu vahiy demekti.
Haber, müşriklerin gündemine bomba gibi düşmüştü. Bu sözler dalga dalga yayıldı. Artık müşriklerin toplantılarının ardı arkası kesilmiyordu. Kalplerindeki kin ve öfke bir kat daha artmıştı. Düşüncelerini bir bir yazıya döktüler. Hudeybiye Anlaşması’nın maddelerini kendilerince özenle tespit ettiler. Kureyşliler asla kaybetmek istemiyorlardı.
Bu görüşmeler sırasında Kureyşliler ilm-i siyaset gereği Sevgili Peygamberimiz A.S.’a o kadar sıcak davranıyorlardı ki, görüşmeye gelenlerden biri Allah Rasulü’nün mübarek sakalını okşuyor, ama o sırada ashabtan Mugire b. Şube R.A., “çek pis elini Rasulullah’ın sakalından, yoksa elini kopmuş bil!” derken, Sevgili Peygamberimiz tebessüm ediyordu. (Vakıdî, Megazi; Zürkanî, Mevakıb Şerhi; İbn-i Hişam Sire; Ahmed, Müsned)
Feraset, Sabır ve Sekinet
Tüm Ashab-ı Kiram Beytullah’a girecekleri günü bekliyorlardı. Kainatın Biriciği, semüre adı verilen bir ağaç altında oturuyordu. Derken elçi olarak Mekke’ye gönderilen Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi geldi. Bu olamazdı, kabullenilemezdi, onlar ne niyetle gelmişlerdi, verilen cevap ne olmuştu!.. Bir kez daha başlamıştı müşrikler öfkelerini göstermeye. Esasen bu şayiayı bilerek yaymışlardı. Müminlerin güçlerini kırmak istiyorlardı muhtemelen.
Ama o gün Ashab-ı Kiram kenetlenmişti Sevgili Resul A.S.’ın etrafında. Onların bu halinden Alemlerin Rabbi çok memnun olmuş, şöyle buyurmuştu :
“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat ederlerken, Allah müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara sekinet (kalp huzuru, güven) indirmiş ve onları pek yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır.” (Fetih/18)
Ardından Hudeybiye Anlaşması’nın maddelerine geçildi. Müşrikler öyle maddeler sıralamışlardı ki, bir mümin için asla kabul edilebilir türden değildi. Maddeler metne yazılırken, Allah Rasulü A.S.’ın adını bile yazamamışlardı. Hatta aralarına katılmak üzere ayakları zincire vurulmuş bir halde gelen Mekkeli Ebu Cendel R.A.’ı müşriklere iade etmek zorunda kalmışlardı. Ebu Cendel’in sözleri yürekleri nasıl da parça parça etmişti;
“Kardeşlerim, canlarım! Ben mümin olarak yanınıza geldim. Göz göre göre beni müşriklere mi teslim ediyorsunuz? Uğradığım işkenceleri görmüyor musunuz? Bana işkence yapsınlar, dinimden döndürsünler diye mi müşriklere beni teslim ediyorsunuz?!..”
Gözyaşları dinmemişti o gün...
Hz. Ömer R.A., bu sözlerden az önce imzalanan ‘Müslümanların arasına gelen bir mümin geriye iade edilecek ama bir müşrik için bu kural söz konusu olmayacak’ maddesi hakkında diyordu ki:
“Ey Allah’ın Rasulü! Bunu da mı kabul edeceksin?..”
“Evet!” demişti bu itiraza Allah’ın Rasulü. Ama bir sözü vardı Ebu Cendel’e:
“Ey Ebu Cendel, sabret! Allah bir yol açacaktır.” (İbni Sa’d, Tabakat; Vakıdî, Megazi; İbn-i Hişam, Sîre)
Hudeybiye’de yirmi gün geçti. Nihayet kurbanlıklar kesildi, saçlar tıraş edildi ama Beytullah’a kavuşulamadan Medine’ye dönüldü.
Önce rüyada, sonra ayette verilen müjde elbette gerçekleşecekti ama ilâhî hikmet kavuşmayı başka bir zamana bırakmak üzere tecelli etnişti.
Fakat kalpler mahzundu. Yüreklerin derinliklerindeki sesi Hz. Ebubekir R.A. anlamıştı ve şöyle diyordu:
“Hudeybiye’den daha büyük fetih olmamıştır. Fakat Peygamber Efendimiz’le Rabbi arasındaki hakikatler hakkında halkın görüşleri kısa ve dardı. Zira kullar acele ediyorlar. Yüce Allah ise, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça, gerçekleştirmekte kullar gibi acele etmiyor.” (Vakıdî, Megazi; el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal)
Mescid-i Nebi'de İlâhi Nuru Görenler Vardı...
Ve... Mescid-i Nebiye dönmüştü müminler. Yine bir bütün olmuşlar, yaşanan olaylardan bir yolunu bulup kurtulmuşlar, Rasul A.S.’ın etrafında yeniden can bulmuşlardı. Kainatın Serveri mescidde ashabına nurlu nazarları ile sohbet ediyordu. Belki de bir şeyler anlatıyordu. ihtimal bu yüzden olsa gerek, mescide giren grup selam bile verememişti. Muhtemelen de ayakta olanın oturana selam vermesi gerektiğini biliyorlardı. Ve gelip Rasulullah’ın baş ucunda beklediler.
Derken aralarından biri halkada bir boşluk buldu, oraya oturdu. Diğeri de oturmak için adeta izin bekliyordu. Önündeki oturunca o da aynısını yaptı; kalabalığın arasından yere süzülüverdi. Boş bulduğu yere edeple oturdu. Ama üçüncüsü...
O an Hz. Mevlâna’nın: “Cemaatin havassına da avamına da bir muhabbet çökmüş, mescidin içine de dışına da ilâhî bir nur dolmuştu. Basiret sahibi olanlar mesciddeki nur-u ilâhîyi görüyorlardı. Aslında gözü kör olanlar bile güneşin sıcaklığını hisseder. Ama körün gözü, güneşin doğduğunu güneş yükselip ortalığı ısıtınca anlar. Zira güneş iyice yükseldi mi her yeri aydınlatır. Bu sıcaklık kalplere genişlik verir. Ama evvelini bilmeyen kör, güneşin bu sıcaklığını hissedince gözüm açıldı der. Ey insan! Sen bu hararetle mest olmuşsun. Senin duyduğun basit zevk ile öncekiler arasında epeyce yol vardır. Kör olanın güneşten nasibi ne kadar olacak ki!..” dediği gibi bir hal yakıyordu. Güneş’in sıcaklığı onu mescide kadar getirmişti.
Ama o, o vakte dek yaşadıklarından olumsuz etkilenmiş, nefsine mağlup olmuş, kalbindeki düşünceler yüreğinin derinliklerinde imanla bütünleşmemiş olacak ki, bu meclis ona güzel görünmedi. Nur-u Muhammedî’yî kendisine sığınılacak bir kapı olarak göremedi, içi daraldı, bunaldı ve orada duramadı. Kendini zor attı Mescid-i Nebi’den.. (İbnu Hacer, Fethu’l-Bâri)
Kapıdan çıkarken, “zaten bunlar...” diyerek kim bilir neleri zihninde kurguluyordu. Ama Kainatın Biriciği bir hakikati ashabına şöyle anlatıyordu:
“Size şu üç kişinin durumunu anlatayım mı? Onlardan biri Allah Tealâ’ya yöneldi. Allah da onu barındırdı. Diğeri Allah’tan çok utandı, haya etti. Allah da ona merhamet etti, acıdı. Ötekisi ise Allah’tan yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi.” (Buharî, Müslim)
O gün, Allah’a teslim olanın işlerine teslim olan, O’nun Habibi’nin dilinden işte böyle muştulandı. Nefsi galebe çalıp kibir ve gurura kapılanlara gelince; yüz çevirdikleri rahmetin de onlardan yana dönmeyeceğini Allah Rasulü apaçık haber verdi. İlk insandan bugüne yaşanan nice hadise de haber vermeye devam ediyor.