Yer Mekke... Beytullah’a uzanan yolda iki kişi ilerliyor: Biri Allah’ın Rasulü Efendimiz (A.S.), diğeri biricik kızı Fatıma’nın kocası Ali (R.A.). Gece vaktiydi. İnsanlar evlerine çekilmiş, şehre sessizlik çökmüştü...Aslında bu kadar asûde değildi bu şehir. Geceleri, fırtına öncesi sessizliğe benzer gibiydi... Gündüz vakti oldu mu, Mekke müşrikleri dört bir koldan kopup gelen vahşi varlıklara benzerdi. Beytullah’ın önünde ve kapılarının yanında inanan bir mümin görmek istemezlerdi. Bilâl’le, “köle” diye az mı alay etmişlerdi? Yâsir ailesine demir zırhlar giydirerek güneşte ne kadar da bekletmişlerdi!.. Habbâb b. el-Eret’in sırtında yanan ateşi, vücudunun eriyen yağları söndürmüştü. Mus’ab b. Umeyr, Rasulullah’a gönül verdi, iman etti diye anne-babası günlerce onu eve hapsetmiş, başa çıkamayınca da evlatlıktan reddetmişlerdi...
Hatıra
Bu şehirde çok hatıralar vardı. Her bir hatıra Allah’ı hatırlatırdı. İnananların ise, isteği ne kadar da masumdu: Allah ve Rasulü’nün dediklerini yapabilmek... Doğup büyüdükleri bu şehri ve bu şehre zemzem suyunu kazandıran ataları İsmail (A.S)’ın hatırasını bırakıp gitmek kolay değildi. Hem kim, kimi nereden gönderiyordu? Ama ilâhî irade... Allah’a itaat şarttı. İlk Adem’den, son Ademoğlu’na kadar bu dünya aleminde hak sahibi, Cenab-ı Hak‘tı. İhtimal ki, nice hatıraları yâdederek işte o iki kişi, Beytullah’a yaklaştı. Efendimiz (A.S.) Ali (R.A)’a: “Ey Ali! otur...” buyurdu. Allah’ın Rasulü, Ali (R.A.)’ın omuzuna basıp Kâbe’nin üzerine çıkacaktı. O anı, Hz. Ali anlatıyor: “O esnada kuvvetten düştüğümü, dayanamadığımı görünce, Rasulullah (A.S.) omuzumdan indi.” Kâinatın efendisi olmak, kul aklının idrak edebileceği bir şey değildi. Efendimiz (A.S.), hurma kütüğüne yaslanınca kütük bile inlemişti. Bu, ancak Rahman’a itaat eden kulların gönül dünyasında olurdu. Alemlere rahmet olarak gönderilen o yüce nebi, Hz. Ali Efendimize rahmet deryasından bir yudum ikram sadedinde şöyle buyurdu: “Ey Ali!.. Sen benim omuzlarıma bas ve yüksel!..” Sonrasını da Hz. Ali (R.A) şöyle anlatmıştı: “Rasulullah (A.S.) omuzlarına basınca, bana birden güç ve kuvvet geldi. O an isteseydim semanın ufkuna ulaşabilirdim!..”Sırça Çanak
Yıllarını vermişti Hz. Ali... Henüz küçük yaşlarda bu nebiye iman etmişti. Nice günler geçirmişti o gönüller sultanıyla. Ve şimdi buradan gidince... O gece, Sevgili Rasül kendisinden ayrılacak, Medine yollarına koyulacaktı; Ebubekir (R.A.) de beraberinde... Kendisi ise Rasulullah’ın yatağında, sanki Allah’ın Rasulü yatıyormuş gibi davranacaktı. Ayrılık ve sıla vardı. O’nunla beraberlik güzeldi. Ama Kainatın Sahibi bu yolculuğu murad etmişti. Hz. Ali (R.A.): “Nihayet, Beytullah’ın üzerine çıktım. Kâbe’nin üzerinde tunçtan yapılmış bir put vardı. Onu sağa-sola hareket ettirdim. Güç bela yerinden oynattım. O sırada Rasulullah (A.S.): “At onu aşağıya!..” buyurdu. O putu yere attığımda, put sırça çanakların kırıldığı gibi dağılıverdi.” Beytullah, insan eliyle yapılan Allah’ın eviydi. Oysa kalp, Allah’ın yarattığı insanda mihenk noktasıydı. İnsan ise kulluğun zirvesinde, yeryüzünün en şerefli varlığıydı. Rasul’ün ifadesiyle kalp, nazargâh-ı ilâhiydi: “Allah Teala, mallara ve bedenlere değil, kalplerinize bakar.” buyurmuştu. (Müslim, İbn-i Mace) Bir velinin ifadesiyle de, “Beytullah’da İbrahim (A.S.)’ın makamı, kalpte ise Allah’ın sırları vardı. Kâbe’nin sütunları taştan, kalbin sütunları marifet ve irfan nurundandı.” Efendimiz (A.S.)’i ilk görüşte iman edip sahabi olanlar, kalplerinden putları çoktan atmışlardı. Onların kalbinde sadece Allah ve Rasulü vardı. Bu yüzden sıkıntılara tahammül edebiliyorlar, Mekke’den Medine’ye hicrette aşk ve huzur buluyorlardı. Kalplerinde ise Allah ve Rasulü’nü tercih edebilen bir yön vardı. Bu sebeple hicret bir kaçış değil, Rahman’a kulluğu arayıştı. Allah’ın veli kulları, işte bu arayışta kulluğu bulanlardı. Onları tanıyanlar ise, bu özlenen kulluğu bulmak isteyenlerdi.Merdiven...
Kainatın biriciği Efendimiz (A.S.)’in torunuydu Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaüddin (K.S.) Hazretleri... (Vefatı Hicri 791) O, Şöyle diyor: “Allahu Tealâ’ya ulaşmak için gayretiniz ve bu uğurdaki talebinizde, ayaklarınızı başıma koyup da böylece Allah’a kavuşamazsanız, size hakkımı helâl etmem!..” Bu, Beytullah’ın önünde cereyan eden hadisenin, Hicret’ten asırlar sonra bugünün insanına sunulan bir fırsatıydı. Adeta insanlar, merdivene basarak kalplerin sırlarına ulaşacaktı. Kalplerinden Allah ve Rasulü’nün muhabbetinden başka ne varsa, alıp aşağıya atacaklardı. Hicret’ten önce, Beytullah’ın üzerinden putlar atılmıştı. Hicretten sonra yine Mekke’ye dönülecekti. Hem bu kez insanlar, Son Peygamber’le tavaf da edeceklerdi. Ama bu dönüş, yine Rahman’ın izniyle olacaktı. Ama dönüşten önce, hicret vardı: Halkın arasından, Hakk’a yürümekti bu. Ve o gecenin sabahı, Nur-u Muhammedî Medine yollarında olacaktı. Kalplerini değiştirenler, zaman ve mekân tanımayacak, Allah ve Rasulü kalplere hep hakim olacaktı... Hz. Ali (R.A) diyor: “İşte o gece, ben ve Rasulullah (A.S.) hiç kimse ile karşılaşmadan gizlice Beytullah’dan ayrıldık.” (Ahmed, Hakim) Rasule dost olanlar, Rahman’ın evine köprü kuranlardı... Yüceliğe ulaştıranlar, Himmet merdivenini kuranlardı...