Her medeniyetin kendini diğerlerinden ayıran bir örnek insan modeli vardır. "İnsan-ı kâmil" de İslâm medeniyetinin insan modelidir. Bu model, bütün güzel ahlâkî vasıfları şahsında toplamış, başta Hz.Peygamber A.S. Efendimiz olmak üzere onun izindeki veliler, hakiki müminler ile temsil edilegelmiştir. En belirgin özellikleri de Allah'a kulluk yanında, insanlara, hatta bütün canlılara faydalı olmak, yardım etmek ve onları kendi nefsine tercih etmektir.Kâmil insanlar, kendilerini bütün dünyaya namaz-niyazlarıyla değil, taşıdıkları hizmet ruhuyla sevdirmişlerdir. Düşkünlerin, ihtiyaç sahiplerinin, hastaların, dertlilerin ve herkesin ellerinden tutmuşlar, hiçbir karşılık beklemeden gerekeni yapmışlardır.
Kim Kardeşinin Bir Sıkıntısını Giderirse
Kendi menfaatinden başka bir şeyi düşünmeyen bencil medeniyetlere mukabil İslâm'ın getirdiği en önemli değerler, diğergamlık, infak, tasadduk, yardımseverlik olmuştur. İnsanlara, gelip geçenlere eziyet verecek şeyleri yoldan kaldırmanın, imanın bir parçası sayıldığı başka hangi medeniyet vardır? Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulüllah A.S.'ın sünnetinde müminlerle ilgili en çok zikredilen vasıflar da bunlar değil mi? Yanında bulunan üç-beş kuruşu tasadduk etmeden geceleyip sabaha ermekten Allah'a sığınacak kadar hassas olan İki Cihan Serveri’nin geride bıraktığı miras bu ahlâkı ne güzel ortaya koyuyor. "Kendisi için istediğini kardeşleri için de istemeyen, gerçekte iman etmiş sayılmaz." "Kim bir kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da kıyamet günü o kimsenin sıkıntısını giderir." "Kul, kardeşinin yardımına devam ettiği sürece Allah da o kula yardım eder. " "İnsan ölünce bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden hayırlı işler, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat bırakanlarınki kesilmez." diyen bir peygamber ve yetiştirdiği insanlar da bu ahlâkın gereğini yerine getirmede gecikmemişler, bu anlayışı kurum haline getirmişlerdir. Evvela Hz. Peygamber A.S. Medine'deki hurma bahçesini vakfedip, hasılatını İslâm'ın müdafaası ve acil ihtiyaçlara tahsis etmiştir. Fedek hurmalığını da yolculara vakfettiğini biliyoruz. Ashab-ı Kiram da O’nun yolundan yürüyerek çeşitli vakıflar kurarak insanlığa hizmette yarışmışlar. Mesela Cabir R.A.: "Ben, muhacir ve ensardan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın." diyor.Hayata Nakşolan Ruh
"Halka hizmeti hakka hizmet" telakki eden bir medeniyet, bu güzel değerleri sadece lafla ve birkaç uygulamayla geçiştirmemiş, asırlara damgasını vuracak vakıf kurumunu insanlığa kazandırmıştır. Bu medeniyetin değerlerine gönül vermiş nice müslüman, daha ilk dönemlerden itibaren pek çok vakıf kurmuşlardır. Canını bu değerler uğruna feda ederken, kendisi öldükten sonra da devam edecek bir hizmete malını da seferber etmiştir. Bu seferberlik bir çığ gibi büyümüş, Abbasîler döneminde vakıflardan sorumlu nazırın tayinini zorunlu kılmıştır. Özellikle Osmanlılar döneminde vakıflar devletten sonra ikinci büyük güç haline gelmiş, ülke topraklarının çok büyük bir bölümü vakıf araziler haline dönüşmüştür. Bugün modern dünyanın savunduğu sosyal devlet anlayışının çok ilerisinde bir model oluşmuştur. Bir yazar haklı olarak şöyle bir tespitte bulunur: "Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek büyük bir inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde, bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer; vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta, konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşerî hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekalâ imkan vardı." Yukarıda çizilen tablo, vakfın tarihî ve sosyal yönünü tasvir eder. Vakıflarda görülen hizmet ruhunun ne derece kökleştiği ve yaygınlaştığı, bunların verdiği hizmetlerle de anlaşılabilir. Fakirlere, dullara, öksüzlere, borçlulara para yardımı yapmak; öğrencilere elbise ve yemek vermek, eğitim masraflarını karşılamak; evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak gibi ihtiyaçların yanı sıra, efendileri azarlamasın diye kâse, bardak ve kap-kacak kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakfı yapan hayırseverler bulunuyordu. Akla gelebilecek her hayır, vakıflar aracılığıyla yerini buluyordu. Mesela kaleminde mürekkep kalmayanlar için "Mürekkep Vakfı" bile kurulduğunu hayretle öğreniyoruz. Halka meyve ve sebze verilmesi, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımının temin edilmesi, çocukların emzirilmesi, yol ve sokakların temizliği için tükürük gibi tiksindiren şeylerin külle üzerinin kapatılması, oyuncaksız çocuklara oyuncak alınması gibi daha birçok hizmet için vakıflar bulunuyordu.Bir Hayır Yarışı
Hayırseverlerin kurduğu vakıflar bu kadarla da sınırlı değildir. Selçuk Hatun gibi bıraktığı vakıf bahçe ve tarlaya her yıl muhtelif cinsten 100 ağacın dikilmesini şart koşanlar da vardır. Abdullah oğlu Hacı İbrahim, Yeni Cami'de duran leylekler için yılda 100 kuruş yem parası vakfetmiştir. Bunların yanı sıra hizmetlerini sayamayacağımız daha nice vakıflar vardır. Şu bir gerçek ki, İslâm medeniyetinin parlak olduğu dönemlere bakıldığında, en çok dikkat çeken ve göz kamaştıran kurumların vakıflar olduğu görülür. Elbette saadet vesilesi olarak gelen bir dinin ve onun kurduğu bir medeniyetin taşıdığı değerler, başka hiçbir medeniyette görülmeyecek şekilde hayata mührünü vurmalıydı. Çünkü bu medeniyetin insanı kâmil insandır. Bu medeniyetin getirdiği hizmet ruhu vicdanlara öylesine işlemiştir ki, sadece varlık sahipleri değil nice gariban ve kimsesizler de bu hayır yarışından nasip alabilmek için çaba göstermişlerdir. Bu duruma ilginç bir örnek olarak, İstanbul Ortaköy'de sadece üç oda evi olan Hakime Hanım'ın evini vakfettiğini kaynaklardan öğreniyoruz. Yüzlerce kadın, geliri azalmış bir vakfa ufak da olsa bir gelir kaynağı sağlamak için evlerini, bağ ve bahçelerini, tarla ve ziynet eşyalarını vakfetmişlerdir. Belki bütün insanlığın bugün hasretini çektiği bu medeniyetin ortaya koyduğu hizmet kurumlarına bugün Batı’nın sahiplenmesi, vakıfları kalkınmada üçüncü sektör olarak tanımlaması dikkat çekicidir. Buna karşılık bizlerin hal-i pürmelâli ne kadar üzücü değil mi? Bizim ecdadımızn bıraktığı bu mirasın değil hakkını vermek, yüzde birine dahi sahip çıkamayışımız ne kadar ibret verici! Artık şunu bilmemiz gerekiyor: Bu kurumları tekrar diriltip ayağa kaldırmamız, geçmişindeki parlak seviyesine yükseltmemiz, ancak onun ruhunu elde etmekle mümkün olacak. Bu dine inanıp, bu medeniyete aidiyetimizi iddia edip, ruhundan, heyecanından ve gereklerinden uzak durarak hangi müesseseyi ihya edebiliriz ki? Tekrar bir vakıf medeniyeti olabilmek için hizmet ruhunu kazanmak gerek, kâmil insan olmayı özlemek gerek, o yolda gayret etmek gerek. O ruh ve kemalât da herhalde kâmil insanlarla beraber olunarak elde edilir; başka yol var mı?