Aramak

Hz. Mevlâna, Yaşayan Gelenek ve Modernleşme

İslâm dünyası, içinde bulunduğu krizi batılı referanslarla aşmaya uğraşırken, Batılı birey de maddi refaha inat gün be gün derinleşen manevi krizine, doğu geleneklerinde derman arıyor. Bu arayışın bir sonucu olarak, Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî, Amerika'da ‘en çok okunan şair' oldu. Batı'da İslâm mütefekkirlerine duyulan bu ilgi, Hz. Mevlâna ile sınırlı değil.
Amerika'nın en çok satan gazetesi New York Times'ta birkaç yıl önce yayınlanan bir haber, pek çok kişiyi hayrete düşürmüştü: Yapılan araştırmaya göre Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî, Amerika'da en çok okunan şair haline gelmiş. Mevlâna'nın tercüme eserlerinin satışı, Shakespeare , T. S. Eliot, W. B. Yates gibi İngiliz ve Amerikan edebiyatının büyük ustalarını geride bırakarak “en çok satan eserler” listesinde ilk sıralara yerleşmiş. Mevlâna Hazretleri'nin ismini, şiirlerini, hikmetli sözlerini, Amerikan yazılı ve sözlü kültürünün hemen her alanında görmek mümkün. Buralarda bilinen adıyla “Rumî” deyince, insanlar artık ‘o da kim?' demiyor. Hangi din ve milliyetten olursa olsun, Rumî adını duyanların yüzlerini tatlı ve samimi bir tebessüm kaplıyor, yüreklerinde bir kıpırdanma oluyor, gözleri uzaklara dalıyor. Hz. Mevlâna'nın Batı'da ve özellikle Amerika'da tanınıyor olması, aslında yeni bir hadise değil. Batılı akademi ve edebiyat dünyası Mevlâna'nın adını 19. yüzyıldan beri biliyor. İslâm maneviyatının büyük edebi ustaları Sadi, Hafız, Hallac, İbn Ataullah İskenderî, Mevlâna ile beraber Batı'da en çok zikredilen ve eserleri tercüme edilen isimler. Bu listeye son yıllarda İbn Arabî'yi de eklemek mümkün. Zira bugün İbn Arabî, hakkında en çok akademik araştırma yapılan müslüman mütefekkirlerin başında geliyor. Hıristiyan, yahudi, dindar, ateist, seküler, her tür insan, bu maneviyat büyüklerinin eserlerine yitik malları gibi sarılıyorlar. Bu manada onlara duyulan ilgi, akademyanın soğuk dünyasının sınırlarını çoktan aşmış durumda. Öyle ki bugün Mevlâna'nın şiirlerini diyet kitaplarında, “kişisel gelişim” programlarında, uluslarası toplantılarda, müzik albümlerinin kapaklarında görmek artık işten bile değil. Ünlü Amerikalı şarkıcı Madonna, bu furyaya geçtiğimiz yıl Mevlâna'nın İngilizce'ye tercüme edilen şiirlerinden birini besteleyerek katıldı. Allah günah yazmasın; modern dünya, Mevlâna ile Madonna'nın ismini yanyana getirecek kadar garip bir yer!

Kriz ve Arayış

Peki bu ilgiyi nasıl izah edebiliriz? Bunu 19. yüzyılda olduğu gibi sadece ‘egzotik doğu' hikayelerine duyulan merak ile açıklamak mümkün mü? Ya da bunun bir edebiyat modası olduğunu söylemek yeterli mi? Bu sorulara olumsuz cevap vermek için elimizde yeteri kadar veri var. Öncelikle Mevlâna dahil, İslâm maneviyatının büyüklerine duyulan samimi ve otantik ilginin azalacağına dair hiçbir işaret yok. Aksine bu kişiler ve onların fikir-maneviyat dünyası üzerine yapılan çalışmaların sayısı her yıl biraz daha artıyor. Asıl önemlisi, insanlar bu alana, köklü bir dinî-manevi arayış içinde oldukları için ilgi duyuyorlar. Bu anlamda Mesnevi'yi okumak Binbir Gece Masalları'nı okumaktan daha farklı bir etkiye sahip. Herhangi bir hikaye ya da şiiri ‘edebi haz' almak için okumak mümkün. Fakat Mevlâna'yı okuyup onun davetine kulak tıkamak oldukça zor. Mevlâna'nın çağdaş müritleri, dün olduğu gibi bugün de onu bir ‘edip' değil, ‘manevi mürşid' olarak okuyorlar. Batılı bireyin içinde bulunduğu manevi kriz ve arayış açısından bu etkinin özel bir anlamı var. Batı medeniyetinin “kurumsal” dinini temsil eden Hıristiyanlık, bugün büyük bir varlık-yokluk mücadelesi içinde. Aşırı derecede sekülerleşmiş ileri sanayi toplumlarındaki dindarlık oranı, en alt düzeylerde. Hıristiyanlığın hem Katolik hem de Protestan dünyadaki onlarca alt kolu, modern-seküler değer sistemleri karşısında her gün biraz daha marjinalize hale geliyor. Yaklaşık iki asırdır din olmaktan çıkıp bir “ahlâk öğretisi”ne indirgenen Hıristiyanlık, ancak seküler dünyaya taviz verdiği ölçüde yaşama şansına sahip. Seküler ve özünde dinsiz ya da din-dışı bir kültürü dönüştürmeye çalışan Hıristiyanlık, bu süreçte kendisi dönüşüyor ve taşıması gereken manevi özü biteviye kaybediyor.

Dinî Arayış Bitti mi?

Fakat ileri sanayi toplumlarında kamusal alanın sekülerleşmesi ve dinin birey vicdanına indirgenmesi, insanların fıtratında yatan manevi huzur ve itminan arayışını ortadan kaldırmıyor. Bilakis daha keskin hale getiriyor ve bu arayışın farklı alanlara yönelmesine yol açıyor. Doğru bir kaynağa ya da kaynaklara ulaşabilen kişiler, kendilerine manevi bir güvenlik alanı bulmakta gecikmiyorlar. İslâm tasavvufu tam da bu noktada devreye giriyor. Fakat bu imkandan yoksun olan çoğunluk, tüketim ve eğlence kültürünün doğurduğu anlamsızlık ve tatminsizlik girdabında bocalıyor. Daha fazla maddi tatmin, kalbî ve zihinsel açlığı telafi etmiyor; sadece onu geciktiriyor. Sahih kaynaklara dayalı manevi alternatiflerin olmadığı yerde bu ihtiyacı karşılamak için sahte ve köksüz akımlar ortaya çıkıyor. 70'li yıllarda Amerika'yı kasıp kavuran “Yeni Çağ Dini” hareketi, bu ihtiyaçtan doğan ve fakat sadra şifa olmayan bir akım idi. İslâm maneviyatının Batılı birey tarafından keşfi, Batı medeniyetinin manevi serüveniyle yakından irtibatlıdır. Hıristiyanlık, kurumsal ve hiyerarşik yapısından dolayı, İslâm'daki tasavvuf geleneğine benzer bir ‘manevi ihtisas' alanının gelişmesine hiçbir zaman imkan tanımadı. Katolik aleminde Papa'nın ve Kilise'nin sahip olduğu muazzam derecedeki merkezi yer, dinî irşad ve manevi terbiye sürecinin kurumsal-hiyerarşik din yapıları dışında gerçekleşmesine izin vermiyor. Kilisenin ortaçağlarda bir ‘imparatorluk dini' ve nihayetinde ‘imparatorluk içinde imparatorluk' olma arzusu, geniş kitlelerin kurumsal dine şüphe ile yaklaşmasına yol açtı. Hıristiyanlığın bu tarihi mirasın ağırlığından kurtulması da pek kolay değil. Bu yüzden Hıristiyan geleneği içinde İslâm'dakine benzer bir ‘manevi mürşid' kavramına rastlamıyoruz. Batılıların Hz. Mevlâna dahil pek çok İslâm büyüğüne bu gözle bakması, bu boşluktan doğan bir sonuç olarak da görülebilir.

Yeni Bir Çağdaşlık Modeline Doğru

Hz. Mevlâna'nın şahsında İslâm irfan geleneğine gösterilen ilgi ve rağbet, gözardı edemeyeceğimiz bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor: Mevlâna ve Yunus Emre gibi bilgeleri, dinî kimliklerinden soyutlayarak seküler -hümanist bir çerçevede dünya kamuoyuna sunma gayreti, Batı'nın zaten tüketip geride bıraktığı bir felsefi hatada ısrar etmek anlamına geliyor. İslâm dünyasının son iki asırdır yaşadığı çarpık modernleşme serüveninin bir diğer çıkmazı tam da bu noktada netlik kazanıyor: Modern varoluş biçimlerini taklit etmeye çalıştığımız Batı, bizim manevi kaynaklarımıza yöneliyor. Doğulu, ekonomik kalkınma ve teknolojik gelişmeyi Batı'da ararken, batılı toplumlar bireysel huzuru, manevi itminanı, ahlâkî kemali Doğu'da arıyorlar. Fakat buna 19. yüzyıldaki pek çok müslüman aydının yaptığı gibi ‘adil ticaret' olarak bakmamız mümkün değil. Bu anlamda “Batı'nın maddiyatı, Doğu'nun maneviyatı” türünden basite indirgeyici kategorileri reddetmemiz gerekiyor. Zira peşinden koştuğumuz ve bireycilikten kapitalizme, rasyonalizmden hümanizme kadar uzanan çağdaş varoluş biçimi ya da biçimleri, eninde sonunda insanları büyük bir manevi krizin eşiğine getiriyor. Batılı toplumların sorunu birkaç bireyin ya da topluluğun manevi açlığıyla sınırlı değil. Ortada bir medeniyetin topyekün krize girmesi söz konusu. Ve bunun neticeleri hem maddi hem de manevi alana yansımak zorunda. Zira insanın hayata ilişkin temel kabullerini sorgulamadan ve kendi fiilî yaşam biçiminde köklü değişiklikler yapmadan bir “manevi aydınlanma” yaşaması mümkün olmasa gerek. Bu noktada müslüman toplumların “bizim maneviyatımız güçlüdür; batılı maddiyat modelleri bizi bozmaz” türünden bir yanılgı içinde olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim son bir asırdır “ne pahasına olursa olsun modernleşmek” güdüsüyle hareket eden yönetici kadrolar ve onların idaresindeki toplumlar, bugün hayatî bir kararın eşiğinde bulunuyorlar: Biz çağdaşlığı, Avrupalılaşmak olarak mı benimseyeceğiz, yoksa kendi değer ve ölçülerimize dayalı bir ‘çağdaşlık' ve ‘modernlik' tanımı mı yapacağız? İslâm dünyasındaki tepeden inmeci modernleşme modelleri, bu soruyu soracak fikri donanımdan yoksun oldukları için, vaad ettikleri birey ve toplum tipini üretmekte başarılı olamadılar. İslâm geleneğini parantez içine alarak yapılan modernleşme tanımları/programları, bugüne kadar toplumsal yabancılaşma ve kültürel yozlaşmanın ötesine gidemedi. Kendi din, dil ve tarih tasavvurundan uzaklaştırılan müslüman bireyler, ne İslâm ile olan irtibatlarını muhafaza edebildiler ne de Batı'yı ve modernliği doğru bir şekilde anlayabildiler. Moderleşmeyi Avrupa kültürünün ikinci sınıf adetlerini transfer etmek olarak algılayan 19. yüzyıl moderleşme düşüncesi, İslâm tefekkür geleneğine muhtevadan yoksun bir dogmalar yığını olarak baktı. Çağdaş Avrupa düşüncesi karşısında duyulan zihinsel yoksulluk ve eziklik neticesinde, bizlere “gerçek edebiyat”ın Shakespeare, Voltaire, Moliere okumak olduğu anlatıldı. Aslında Batı'nın saray müziği olan klasik müzik, evrensel bir müzik formu olarak takdim edildi. Bu süreçte bize ait olan her şey ya hor görüldü ya da marjinalize edildi. Neticede, çağdaş uygarlık seviyesi adına, 19. yüzyıl İngiliz-Fransız-Alman kültürünü kutsayan dogmatik bir taklitçilik resmi politikalara hakim oldu. Fas'tan Malezya'ya müslüman toplumlar bu çarpık ve köksüz modernleşme tecrübesinin tarihi yükünden kurtulmaya çalışıyorlar. Batılı düşünürler, uzun bir süredir “modernleşme adına nasıl bir bedel ödedik?” sorusunu cevaplandırmaya çalışıyorlar. Bu noktada sadece müslüman toplumlar değil, batılılar da alternatif bir evren tasavvurunun ve varoluş biçiminin arayışı içindeler. Bu arayış giderek artan sayıda insanın Batı dışındaki alternatif düşünce geleneklerine yönelmesine yol açıyor. Mevlâna'nın şiir ve kıssalarının New York'un seçkin kitapçılarında okunması ve Madonna'nın şarkılarına konu olması, işte bu arayışın bir parçası. Kökleri 19. yüzyıla giden yeni dünya düzeni, İslâm dünyasının siyasi ve ekonomik yapısını derinden sarstı, fakat medeniyet bilincini ortadan kaldıramadı. Modernizmin saldırgan ve yayılmacı yapısı ile yaşayan İslâm geleneği arasındaki mücadele, bugün bizi yeni alternatiflerin eşiğine getirmiş durumda. Kendi hakikat tasavvurunu ve değerler skalasını önceleyen bir kültür-medeniyet tanımı yapmak, İslâm dünyasının yüzleşmek zorunda olduğu bir meydan okumadır. [box type="shadow"]

Tarihimizden Bir Sima

Abbas b. Firnâs (ö. 887) Endülüslü astronom, mütefekkir ve şairdir. Endülüs'ün Ronda bölgesindeki köylerden birinde doğdu. Hayatı hakkında, Berberî asıllı azatlı bir köle olduğu dışında fazla bir bilgi yoktur. Kurtuba'da büyüdü ve orada tahsil gördü. Daha gençliğinde felsefe, kimya, astronomi ve edebiyat alanlarında adını duyurdu. Yaptığı ilmî ve edebi çalışmalar sayesinde, Kurtuba'da I. Hakem'in sarayına girdi ve II. Abdurrahman ile I. Muhammed dönemlerinde de mevkiini korudu. Meraklı ve araştırıcı bir karaktere sahip olan Abbas b. Firnâs, uzayı temsil eden bir gök küresi kurdu ve sonraları Avrupa'da astronominin gelişmesinde tesiri olan Sindhind tablolarının çizimlerini yaptı. Bir ara uçmayı denediyse de, yaptığı uçuş takımında kuyruk kısmı bulunmadığı için inişi çok sert oldu ve ölümden zor kurtuldu. Abbas, bu deneme dolayısıyla havacılığın öncülerinden sayılmaktadır. Kuvarstan kristal yapmayı ve kristal kesimini batı İslâm alemine tanıttı ve ayrıca kimya ile ilgilendi. I. Muhammed'e takdim etmek üzere, daha önce benzeri görülmemiş bir saat imal etti. Yaptığı birçok keşifle ve Doğu ilimlerini Batı'da yayma çabalarıyla çağdaşlarının dikkatini çeken Abbas'a I. Hakem, “Hakîmü'l-Endülüs” ünvanını vermiştir. Kendisini çekemeyenler tarafından sihirbazlık ve zındıklıkla suçlandığı da rivayet edilmektedir. İbn Hayyan'ın el-Muktebes adlı eserinde örneklerini verdiği bazı şiirlerinin dışında hiçbir eseri günümüze ulaşmamıştır.[/box]
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy