İmam-ı Rabbanî k.s. parlak zekâsı, kuvvetli hafızası ve yaşının çok üstünde olgun davranışlarıyla çocuk yaşta dikkat çekmiş, yaşı daha yirmiyi bile bulmamışken İslâmî ilimlerin her dalında ders verecek seviyeye gelmiş, Arapça ve Farsça risaleler kaleme almıştı. Kitaplar yazarak, ulaşabildiği herkese nasihat ederek, insanları bid’at ve sapkınlıklardan kurtarmaya çalıştı, onları sırat-ı müstakime çağırdı. Dini tahrif eden, Ekber Şah’ın ifsadına alet olan alimlerle mücadele etti.
Hindistan’da 16. yüzyılın ikinci yarısı. Bâbürlü hanedanından Ekber Şah’ın hüküm sürdüğü zamanlar. Hindistan adeta bir dinler mozaiği; Müslümanlar, Hindular, Budistler, Mecusîler, Hıristiyanlar, Yahudiler yanında daha bir yığın küçük inanç grubu yaşıyor burada.
Aslında müslüman bir aileye mensup olan Ekber Şah, özellikle kalabalık Hindu nüfusunu saltanatına tabi kılmak için bütün dinleri birleştirmek gibi bir sapkınlığa yöneliyor. İlmini ikbaline kurban eden bazı sözde alimlerin de desteğiyle “Dîn-i İlahî” diye yeni bir din oluşturmaya karar veriyor.
Ekber Şah ve avenesi, ilk tebliğinden bu yana bin yıl geçen İslâm’ın artık eskidiğini, zamanın ihtiyaçlarına cevap veremediğini iddia ediyorlar. Vahyi akıl dışı buluyor, peygamberlerin önderliğine ihtiyaç kalmadığını söylüyor, ayet ve hadisleri hükümsüz sayıyorlar. Mevcut dinlerden kendi akıllarınca beğendikleri birtakım esasları alıp karma bir din ihdas etmek istiyorlar.
Neticede müslümanların kafası karışıyor, imanı zedeleniyor, istikameti bozuluyor. Artık haram helâl büyük ölçüde unutulmuş, ibadetler terk edilmiştir. Sufilik de hızla şeriat çizgisinden uzaklaşmakta, Hindu inançları tasavvufu bulandırmaktadır. Keşif ve keramet sanılan istidraçlar vahiyden de, istikametten de üstün tutulmakta, bid’atler çoğalmakta, ahiret inkâr edilmektedir. Her kafadan bir ses çıkmakta, insanlar kime veya neye inanacağını bilememektedir. İslâm, bin yıl sonra çok büyük bir tahrif tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Gör takdirin işini
Oysa İslâm son din, insanlığın son sığınağıdır. Bu dinin sahibi, rahmetinin eseri olarak onu elbette muhafaza edecek, İslâm’ın tahrifine izin vermeyecektir. Nitekim Hint yarımadasında bir kısım insanlar dini nefslerine alet etmeye çalışırken ilahi takdir çoktandır Maveraünnehir’de İmam Maturidî’lerle, İmam Buharî’lerle, Şah-ı Nakşibendî’lerle İslâm’ı yeniden en saf haline döndürmüştür. Şimdi o safvetin Hint topraklarına akmasına, buralarda cins bir tohum bulup onu yeşertmesine sıra gelmiştir. İslâm’ı bereketli bir bahar gibi yeniden ihya vazifesini, “fârukiyyet” vasfıyla hakkı batıldan ayırsın diye Hz. Ömer r.a.’in neslinden, ileride İmam-ı Rabbanî ismiyle anılacak Ahmed-i Serhendî’ye tevdi eden takdir-i ilahi, onun yetişmesi için gerekli şartları da hazırlamıştır.
1563 yılında Hindistan’ın Pencap eyaletindeki Serhend şehrinde doğduğu için “Serhendî”, Hz. Ömer r.a.’in soyundan geldiği için de “Farukî” nisbesiyle anılan bu büyük veli, alim, müçtehid ve müceddid, daha ziyade İmam-ı Rabbanî diye tanınacak ve İslâm’ın ikinci bin yılındaki yenileyicisi, yani “müceddid-i elf-i sâni” olacaktır.
İmam-ı Rabbanî Şeyh Ahmed-i Fârukiyyi’s-Serhendî k.s. ilk tahsilini alim, fazıl ve tasavvuf ehli bir zat olan babası Şeyh Abdülehad’dan almıştı. Hafızlığını yine babasının yanında tamamladıktan sonra devrinin en tanınmış alimlerinden hadis, fıkıh, tefsir, kelam, felsefe, mantık gibi ilimleri okudu. Parlak zekâsı, kuvvetli hafızası ve yaşının çok üstünde olgun davranışlarıyla dikkat çekiyordu. Yaşı daha yirmiyi bile bulmamışken İslâmî ilimlerin her dalında ders verecek seviyeye gelmiş, Arapça ve Farsça risaleler kaleme almaya başlamıştı. Kısa zamanda şöhreti Hindistan’ın her yanına ulaşan bu genç müçtehid, saltanatın merkezine, Agra’ya gitmeye karar verdi. Çünkü tahrifat orada başlamıştı ve orada engellenmeliydi. Agra’da Ekber Şah’ın ifsadına alet olan alimlerle mücadele etti. Kitaplar yazarak, ulaşabildiği herkese nasihat ederek insanları bid’at ve sapkınlıklardan kurtarmaya çalıştı, onları sırat-ı müstakime çağırdı.
Bu sıralar iyice yaşlanan babasının ısrarı üzerine Serhend’e döndü. Babası Şeyh Abdülehad, kendisi ölmeden evvel oğlunun hiçbir eksiği kalmasın istiyordu sanki. Çok sıkı bir tasavvuf eğitiminden sonra ona seyr ü sülûkunu tamamlattı. Tasavvufun temel kaynaklarını okuttu; Kadiriyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye tarikatlerinden icazet verdi. Nakşibendiyye icazeti için ömrü yetmemişti.
İki denizin kavuşması
İmam-ı Rabbanî k.s., babasının vefatından sonra haccetmek niyetiyle Serhend’den Delhi’ye geçti. Burada tanışıp sohbet eylediği ilim irfan ehli kimselerden Buhara’dan gelip postunu Delhi’ye seren bir Nakşî şeyhinin medhini işitti. Nakşibendîliğe karşı öteden beri meyli vardı. Bu yolun büyüklerini her zaman daha bir iştiyakla anlatan babası Şeyh Abdülehad, çok istediği son nakışı, ömrü vefa etmediği için oğlunun kalbine vuramamıştı. İşte şimdi yeni bir fırsat çıkmıştı İmam-ı Rabbanî’nin karşısına. Bu işin merkezinden bir usta nakkaş, Şeyh Bâki Billâh hazretleri Delhi’de, çok yakınındaydı. Aradığını bulanların heyecanıyla koştu, şeyhin dergâhına vardı.
Şeyh Müeyyedü’d-din Bâki Billah k.s. hazretleri de onu bekliyordu zaten. Hâce Muhammed Emkenekî k.s. tarafından Delhi’ye ‘Serhend Güneşi’ni yetiştirmek üzere gönderilmişti. Şeyh Bâki Billah, üveysî Nakşî büyüklerindendi. Devrinin birçok mürşidinden istifade ettikten sonra rüyasında Bahaüddin Nakşibend k.s. hazretlerine bağlandı.
Yine bir rüyada Hâce Ubeydullah Ahrar k.s. hazretlerinin manevi işaretiyle Hâce Muhammed Emkenekî’ye gitti, onunla üç gün halvet halinde sohbet etti. Talimatı da işte bu halvette iken almıştı. Hindistan’a gidecek, Nakşibendiliğin şeriattan taviz vermeyen çizgisini, vakti geldiğinde kendisine gönderilecek olan bir azize teslim edecekti. Önce bir yıl Lahor’da kaldı. Sonra dergâhını Delhi’ye taşıdı. Buradaki irşadı üç yılı doldurmak üzere iken beklenen mürit geldi. Şeyh Bâki Billah, dergâhın eşiğinden adımını atan İmam-ı Rabbanî’yi hemen tanımıştı. O, İslâm bahçesine baharı yeniden getirecek olan Serhend güneşiydi ve güneşi fark etmemek mümkün değildi. Güler yüzle ayakta karşıladı onu, iltifatlarla yanına oturttu. Şeyh Bâki Billah ile İmam-ı Rabbanî birbirlerine karşı o kadar hürmetkârdı ki etraftaki sufiler, bu iki kişiden hangisinin mürit, hangisinin mürşit olduğuna karar veremediler. Zira onlar iki denizin birleştiğini henüz bilmiyorlardı. Delhi şimdi “mecmaa’l-bahreyn” yani iki denizin birleştiği yerdi ve kurutulmuş balık misali ölen mümin kalpler burada yeniden dirilecek, vahdet denizine dalacaktı.
O öyle bir güneş ki...
İmam-ı Rabbanî, Delhi’deki bu ilk buluşmada Şeyh Bâki-Billah’ın dergâhında iki buçuk ay kalmıştı. Bu kadar kısa bir süre içinde tarikatın usûl ve erkânını, zikr-i hafiyi talim edip Nakşibendî nispetini aldı. Kendisi, hayatının bu en feyizli zamanını, şeyhinin vefatından sonra onun oğullarına yazdığı bir mektupta, “Bâki Billah hazretlerine bağlanmakla izahı mümkün olmayan zuhurat ve tecellilerle karşılaştım; renk ve keyfiyetten azade haller ile nice nurlar kazandım.” diyerek anlatacaktır.
Serhend’e dönmüş fakat şeyhinin dergâhında bulduğu manevi tat, çok geçmeden onu yeniden Delhi’ye çekmişti. Mürşidini ikinci defa ziyaret etti. Yine uzun uzun halvet oldular ve dönüşünde Şeyh Bâki Billah, “Yolumuzun tam icazetini aldın, var git memleketinde irşat halkasını kur.” buyurup hilafet ve icazet hırkasını kendi elleriyle giydirdi ona. Artık mürit yetiştirmeye yetkili kılınmıştı. Hatta Şeyh, seçkin halifelerini ve müritlerinin bir kısmını İmam-ı Rabbanî’ye havale ederek onunla birlikte gönderdi.
Şeyh Bâki Billah hazretleri, İmam-ı Rabbanî’nin üçüncü ziyaretini hasretle bekledi. Bunun son görüşme olacağını hissetmişti sanki. Fakat gönlü rahattı. İki yıl gibi kısa sayılabilecek bir zaman içinde belli aralıklarla da olsa vazifesini tamamlamış, emaneti sahibine vermişti. Onu bu üçüncü ziyaretinde karşılamak için müritleriyle beraber uzunca bir mesafeyi yürüdü. Böylece İmam-ı Rabbanî’nin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini, kadr ü kıymetini herkes anlasın istiyordu. Yine bu sebepledir ki ilmindeki derinlikten, manevi makamları hızla katetmesinden dolayı iltifatlarını baştan beri esirgememişti ondan. Mürşidiyle aşağı yukarı aynı yaşta olan bu seçkin mürit de böylesine aşikâr bir itibara rağmen şimdiye kadar onun huzurunda edepten asla taviz vermemiş, hürmette kusur etmemişti. Şeyhi kendisine yönelip bir şey söylediğinde rengi değişir, titremeye başlardı. Onu yol üzerinde karşılayıp muhabbetle bağrına basan Şeyh Bâki Billah hazretleri müritlerine dönüp, “Bundan başka kimseye meyletmeyesiniz!” buyururken o, yine böyle bir hal yaşıyordu.
Beri tarafta Şeyh’in bazı müritleri tereddüt içindeydiler. Mürşitleri hayattayken başka bir şeyhe bağlanmak ağır bir imtihandı. “Ahmed-i Serhendî öyle bir güneştir ki, onun ışığında benim gibi binlerce yıldız görünmez olur.” buyurdu Şeyh Bâki Billah hazretleri. Böylece hem büyüklere mahsus bir tevazu gösteriyor, hem de İmam-ı Rabbanî’nin evliyaullah arasındaki yerine işaret ediyordu.
İslâm bahçesine bahar geliyor
Hz. İmam, Serhend’de irşat ve davet hizmetlerine başladığında da bazı manevi halleri ilk kez yaşıyordu. Bunları mektupla Şeyh Bâki Billah hazretlerine bildiriyor, cevaben, ilahî lütuflarla mükafatlandırıldığına, yüksek makamlara ulaştığına dair müjdeler alıyordu. Şeyhinin talimatıyla Lahor’a geçti. Çevredeki alimler ve şeyhler ona koştular. İleride hilafet vazifesiyle hizmet görecek pek çok müridi Lahor’da tabi oldu kendisine. Şeyhinin vefatını da burada haber aldı. Yolu üzerindeki memleketi Serhend’e uğramadan doğruca Delhi’ye gidip Bâki Billah hazretlerinin mezarını ziyaret etti. Bundan sonra Serhend’de sürdürdüğü irşat faaliyetleri boyunca bu mezar ziyaretini her yıl tekrarlayacaktı.
İmam-ı Rabbanî’nin Nakşîliğe bağlandığı, irşada başladığı, bağlılarının yavaş yavaş çoğaldığı ve mürşidinin vefat ettiği bu zaman aralığı, Ekber Şah’ın azıttığı, uydurma bir dini yaymaya çalıştığı döneme rast gelir. Ancak Hz. İmam da artık sözü dinlenen, ilim ve irfanından şüphe duyulmayan bir mürşid-i kâmildir. Ekber Şah’a haber gönderir. Buyurur ki, “Şah, Hak Tealâ’ya ve O’nun Rasulü’ne asi olmuştur. Böyle giderse onun şahlığı, iktidarı, kudreti, ordusu bir bela ile perişan olacaktır. Tövbe etsin, Allah ve Rasulü’nün yolunu tutsun. Aksi halde Allah’ın gazabını beklesin!”
Ekber Şah, biraz bu tehdidin, biraz İmam’ın sarayda yüksek mevkilerde bulunan bağlılarının yaptıkları telkinlerin, biraz da gördüğü bir rüyanın tesiri ile sapkınlıktaki ısrarını hafifletti. Ama tam manasıyla Allah ve Rasulü’nün yoluna da girmedi. İmam-ı Rabbanî’nin ikazından çok kısa bir süre sonra hastalanıp konuşamaz hale geldi. Oğulları arasında taht kavgası başladı ve bunlardan Selim Cihangir saltanatı ele geçirdi. Cihangir Şah, babasının uygulamalarını beğenmiyordu. Hz. İmam’ın işi biraz kolaylaşacak gibiydi.
Öyle de oldu. Cihangir Şah döneminde Serhend’de aralıksız on beş yıla yakın sürdürülen irşat çalışmalarıyla İmam-ı Rabbanî’nin bağlıları ve talebeleri çoğaldı. Onların gayretiyle Hindistan’ın her köşesinde Ehl-i Sünnet itikadı yeniden canlandı. Şeyh Bâki Billah’ın müjdesi gerçekleşmiş, İslâm bahçesine bahar gelmişti.
Hz. İmam, Hindistan dışında Türkistan, Horasan, Hicaz, Yemen, Anadolu ve Şam bölgelerine de en seçkin halifelerini gönderdi, oralardaki insanların hidayetine vesile oldu. Artık ulema ve meşayıhtan zatlar da yola koyuluyor, İmam-ı Rabbanî’nin sohbet ve derslerinden istifade için dünyanın dört bir yanından Serhend’e akıyordu. Cemaat o kadar çoğalmıştı ki dönemin eşrafı ve devlet adamları dahi izdiham sebebiyle Hz. İmam’ı ziyarette güçlük çekiyordu.
(Devam edecek)