Üniversite yıllarımızda ilahiyat okuyan bir arkadaşımız vardı. Titiz, gayretli, hırslı bir talebeydi. Asr-ı Saadet’le ilgili, şimdi konusunu hatırlayamadığım bir bitirme tezi hazırlıyordu. Tamamlamak üzere olduğu metni son şeklini vermeden önce konunun ehli olan kişilere okutuyor, onların değerlendirmelerinden istifadeye çalışıyordu.
Anlattığına göre klasik medrese tahsili görmüş, halk arasında tanınan ve hürmet edilen bir hoca efendiye de incelemesi için tezin bir nüshasını takdim etmiş. Birkaç gün sonra görüşlerini almak üzere yanına vardığında beklemediği bir muameleyle karşılaşmış. Hoca, hiddetle “Nerde bunun hamdelesi salvelesi!” diye başlayıp bir güzel paylamış bizimkini. Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin ism-i şeriflerinin zikredildiği yerlerde salât ü selam ifadelerine yer vermediği için kızmış. Arkadaşımız, hoca efendinin bu minval üzere eleştirilerini bize aktardıktan sonra şöyle demişti: “Adamın daha bilimsel metnin ne olduğundan bile haberi yok!”
Problem kaynağı bir tavır
Akademik metinlerde “bilimsel bilgi”nin nesnelliğine aykırı düştüğü gerekçesiyle saygı, tazim ve dua ifadelerine yer verilmiyor. Fakat bu bilimsellik gayreti özellikle İslâm’a dair araştırmaların sadece üslubuna yansımıyor. İlahiyat camiasından bir kısım akademisyenleri, tepki çeken görüş ve iddialarda bulunmaya da sevk edebiliyor. Nitekim böyleleri fitneye yol açmak, dini tahrif etmek suçlamaları karşısında kendilerini savunurken, meselelere bilimsel yaklaştıklarını söylüyorlar. Böyle deyince adeta akan sular duruyor, bilimsel yaklaşım nerdeyse hiç sorgulanmıyor.
Halbuki doğruya ulaşmada bilimsel yöntemin her zaman işe yaramadığı bugün bilim adamlarınca da kabul ediliyor. Deney, gözlem ve akıl yürütmeden ibaret bir usulün her alana uygulanamayacağı belirtiliyor. Bir meseleye yaklaşırken mutlak anlamda nesnellik ya da objektifliğin mümkün olup olamayacağı tartışılıyor. Bilimsel tavır; ahlâkı gözetmediği, ölçü veya sınır tanımadığı için eleştiriliyor. Bütün bu arızalar, bilimdeki hızlı ve göz alıcı gelişmelerle fizikî alanda tolere edilse de metafizik alanda probleme yol açıyor.
Bir kısım ilahiyatçılardan sâdır olan ve İslâm’ın itikat yahut amel esaslarına aykırı iddialar büyük ölçüde bu problemin tezahürü sanki. Özetle şöyle bir gerekçeye sığınılıyor: “Üniversiteler, araştırmaların bilimsel yöntemlerle yapıldığı, bilimsel bilginin üretildiği yerlerdir. Dolayısıyla ilahiyatlarda da din, bilimin konusu yapılır. Müslümanların on dört asırlık birikimi bilimsel yöntemle araştırılır, eleştiriye tâbi tutulur. Dolaşımdaki dinî malumatın kaynağı, doğruluğu, güvenilirliği sorgulanır. Böylece din alanındaki bilgiler bilimsel bilgi haline getirilir ve sağlıklı bir din anlayışı tesis edilir. Çünkü apaçık, sağlam, doğru, güvenilecek ve savunulabilecek yegâne bilgi bilimsel bilgidir.”
İlim ile bilim farkı
Bu gerekçe, öyle görünse de bilimsellikle de bağdaşmıyor aslında. Daha çok bilimsel yöntemi ve rasyonel aklı mutlaklaştıran, “bilimcilik” diyebileceğimiz bir anlayışı tarif etmekte. Nitekim özellikle itikadî konularda hezeyan derecesine varan iddiaları sadece bilimsellikle izah mümkün değil. Böyle iddialarda bulunanları, üsluplarına ve popüler mecralarda gündem oluşturma tercihlerine bakılırsa, “bilimci” diye nitelemek daha doğru. Çünkü bilim, teoride de olsa metafizik alana müdahil olamayacağını söylüyor. Teoride de olsa, diyoruz zira Batı’daki modern teolojinin pratikte bu sınırı gözetmediği herkesin malumu. Belki yine aynı bilimci anlayış Batı teolojisini taklide, dolayısıyla müsteşriklerin İslâm’a dair değerlendirmelerini benimsemeye yol açıyor.
Bu arada, “ilahiyat” adlandırmasının “teoloji” karşılığı olarak İslâm dünyasında sadece bizde kullanıldığını hatırlayalım. Bir de galiba dinler tarihi, din sosyolojisi veya din psikolojisi gibi “bilim”ler için geçerli olan bilimsel yöntemin, “İslâmî ilimler”e de uygulanabileceği yanılgısı var.
Birbirinin yerine kullanılsa da “ilim” ile “bilim”, esas itibariyle aynı şey değil. İslâmî terminolojide ilim; hakikate dair ilahî, dolayısıyla kesin ve sabit bilgidir. Hususen “vahiy” anlamına gelir. Zamanla vahyi anlamaya yönelik Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm gibi disiplinlere de “ilim” yahut “ulûm-i diniyye” denilmiştir. Nasıl bilimin kendi usulü varsa bunların da her birinin kendine mahsus usulü vardır. Buna rağmen bazı ilahiyatçılar “ilm”i, yani ilahi hakikati bilimsel metodlarla, daha doğrusu eşyanın kanunlarından ibaret putlaştırılmış bir akılla sorgulamaya kalkışmaktadırlar. Sonuçta öyle bir maksatları olmasa dahi insanların kalplerine şüphe tohumları ekmekte, itikatlarını zedelemektedirler.
İman ile inkâr arasında
Yanlış anlamalara meydan vermemek için şunun altını çizelim: Vahyi, hakikat bilgisini, yahut murad-ı ilahîyi anlamaya çalışırken elbette bilimin verilerinden ve akıldan da istifade edilebilir. Fakat vahyedilenlerin doğruluğunu-yanlışlığını, isabetini yahut Allah kelâmı olup olmadığına test etmek adına bilimsel yöntemi kullanmak ve sadece rasyonel aklı hakem kılmak başka bir şeydir. Çünkü bilimsel yöntemde bir meseleye önyargısız, tarafsız, “akademik şüphe” ile yaklaşmak esastır. Vahiy söz konusu olduğunda akademik şüphe; iman ile inkâr arasında, ikisine de eşit mesafede bir noktaya tekabül eder.
Bediüzzaman Said-i Nursi rahmetullahi aleyh, “Kur’an-ı Kerim’e, meselâ Allah kelamı mı yoksa beşer kelamı mı olduğuna dair bir şüphe ile iki ihtimali de hesaba katan bir tarafsızlık gayretiyle yaklaşmak, şeytanın desisesine aldanmaktır.” der. Ona göre bu tavır tarafsızlık değil, muhalif tarafı tercihtir ve “muvakkat (geçici) bir dinsizlik” halidir. Nitekim bütün müsteşrikler, tarafsızlık iddialarına rağmen Kur’an-ı Kerim’in Efendimiz sallallahu aleyhi vesselemin sözü olduğu kabulünden yola çıkar. İnkâr kutbunda durdukları için de Kur’an-ı Azimüşşan’da buyurulduğu üzere, “nâzil olan herhangi bir sure, onların sadece küfrünü artırır” (Tevbe 124-125)
Kadim ulema ise iman ile inkâr arasındaki noktayı “fısk” olarak nitelemişlerdir. Fısk, İslâm’ın koyduğu sınırları aşmak, ölçü ve usulünü gözetmemek demektir. Bu sebeple, mesela usul âlimlerinin büyüklerinden İbn Hazm rahmetullahi aleyh, öyle bir maksat taşımasa bile Allah ve Rasulü’ne muhalefet anlamına gelen hatalı tevillerde bulunanları fâsık kabul etmiştir. Yine pek çok âlim gibi, medreselerimizde asırlarca eserleri okutulan Teftâzânî rahmetullahi aleyh de Ehl-i Sünnet’e muhalif olan bid’at ehlini fâsık saymıştır.
İstiâzede bulunmayınca
Kur’an-ı Kerim lafzı ile de manası ile de Allah kelamıdır. Cenabı Mevlâ’nın koruması altında, nâzil olduğu ilk günden bu yana bir harfi bile değişmemiştir. Bundan sonra da tahrif edilemeyecek ve hükmü kıyamete kadar bütün insanlık için geçerli olacaktır. Fakat bunlara inandığımızı söylememiz, özellikle vahyi anlama ve yaşama konusunda yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız tehlikelerden bizi azade kılmayacaktır. Bu sebeple Allah Tealâ mealen, “Kur’an okuyacağın zaman (önce) o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” (Nahl 98) buyurarak şeytandan istiâzeyi emretmiştir. Çünkü şeytan, Kur’an-ı Kerim’i okurken de müslümanlara “önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokularak” (A’raf 17) musallat olacaktır.
Müfessirler, istiazenin emir buyurulduğu ayet-i kerimede “okuma” manasına “karae” fiilinin kullanılmasına dikkat çekerler. Karae veya kıraat, “doğru anlama ve böylece öğrendiklerini hayata geçirme amaçlı okuma”dır. Bu nedenle şeytanın vesvesesinden Allah Tealâ’ya sığınmakla Kur’an-ı Kerim’i doğru anlayabilmenin ilişkisine işaret ederler.
Bazı tefsirlere göre Kur’an’ın tetkik veya kıraatinde şeytanın önden yaklaşması, kişiyi dünya düşkünlüğü veya şöhret hırsıyla hakikati tahrife sevk etmesidir. Arkadan yaklaşması; geleneği, yüzlerce yıllık ilmî birikimi, kadim ulemayı değersizleştirmesidir. Şeytan sağdan yaklaştığında yapılan tahrifatı İslâm’a hizmetmiş gibi göstermekte; soldan yaklaştığında ise sapkınlıkların zararsız, hatta bilimin kaçınılmaz sonucu olduğuna inandırmaktadır.
Bunun içindir ki bir müslüman Kur’an-ı Kerim’i okumaya başlarken besmeleden önce “eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” diyerek şeytanın şerrinden Cenab-ı Mevlâ’ya sığınır. Müstakil olarak bir ayet okuyacaksa, “estaîzü billâh” der. Okuyup bitirdikten sonra da “sadakallâhü’l-azîm”le, azamet sahibi Allah Tealâ’nın vahyettiği hakikatlere imanını ifade eder.
Evet; Kur’an’ı okumaya, incelemeye istiâze ile başlamak bilimsel tutuma aykırıdır. İstiâze okumayınca şeytanın tasallutuna maruz kalmanın bilimsel izahı da yoktur. Ama gelin görün ki olan tamı tamına durum böyledir.