Aramak

İnsan ve Zaman

Milattan sonraki ikibin yılın tükenişinden sevinç duyan insanlık, gerçekten çok tuhaf... İnsan, asırların tükenişine, ömürlerin heba edilişine, insanî kıymet ve vasıfların yok oluşuna, ilahi emanetlerin bütünüyle zayi edilişine aldırmadan, ikibinli yılların başında festivaller düzenleyecek, kadehler kaldıracak, şampanyalar patlatacak... Ama hiç düşünmeyecek ki geçen yıllar saadetimizi, ahirette mesut olma, Allah’ın sevdiği bir kul olma, bütün benliğimizi kemale erdirme fırsatımızı alıp götürmüş.
Aydınlarımız, kavramların büyüsünde saadet arayıp dururken yıllar geçip gitti ve ikibinli yılların kapısını çaldık. Akıp giden bu kadar yıla rağmen, yaşadığı hayattan memnun olan kimse yok denecek kadar az... Geçen zaman boyunca insanlığın ne inanç temellerinde ve ne de hayat tarzlarında müsbet bir değişiklik oldu. İnsanlık hep aynı putları kutsîleştirdi ve hep aynı putlara tapa-geldi. Taşlardan yontulmuş putları, ölümlü ve aciz birer beşer olan Firavun’ları ve Nemrud’ları ilâh kabul eden şaşkın ve ahmak insan, bugün de ilâhlığı zaman dilimlerine ve ideologlara layık görüyor. Neticede insanlığın ekseriyeti, uluhiyyet hakkının gerçek sahibi olan Allah’a, ilâhlık hakkını bir türlü yakıştıramamış bulunuyor. Yüce Rabbimiz’in Nuh Suresi’nin onüçüncü ayetindeki “Size ne oluyor ki Allah’a vakarı yakıştıramıyorsunuz?” ifadesi, insanlığın bu zalim yüzünü sergilemekte. Dün bindokuzyüzlü yıllar mukaddes sayılırken, Allah’tan habersiz insanlığın, sonsuz alemlere nisbetle bir damlacık kadar bile olamayan bilim ve teknolojisi aydınımızı büyülemişti. Fikret, oğlu Haluk’a, daha doğrusu onun şahsında milletimize: “Aklın, o büyük sahirin icazı önünde Batıl, geçecek yerlere hüsranla, inandım. Bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın Her şey olacak kudret-i irfanla, inandım.” mısralarıyla fen ve pozitif bilimleri yeni bir inanç manzumesi olarak takdim ediyordu. Şimdi ise iki-binli yıllar kutsallaştırılıyor. Kısaca, bir sahte ilâh kutsallığını kaybederken, bir ikincisi doğuyor. Artık ikibinli yıllar yeni bir mukaddes kıymet gibi sinsice itikadî hayatımıza sokuluyor. “İkibinli yılların eşiğinde bu haksızlık, bu zulüm, bu ihlâller olur mu?” yakınmalarına ne kadar alıştık! Eğer bu sözle, “insanoğlu üzerinden geçen bu kadar zamana rağmen halâ akıllanmadı mı?” denmek isteniyorsa, bu güzel! Yok eğer bu söz, ikibinli yıllarda bir fazilet, bir keramet var zannıyla söyleniyorsa, fevkalâde saçma ve mantıksızdır. Geçen yılların, her hayrın kaynağı olan imanı yeryüzünün çoğu bölgelerinde ve hayatın birçok tezahüründe eskittiğini ve her şerrin kaynağı olan küfrü beslediğini görmüyor muyuz? Hak ve hakkaniyet, bu çağda sahte kavramların girdabında kaybolup gitmiyor mu? Batılı bir bilim adamının, dünyanın tükenmişliğini ve kirliliğini anlatan bir yazısında: “Aferin yirminci yüzyıl, ne iyi ettin?!” gibi alay ve aşağılama hissettiren bir cümlesine tesadüf etmiştim. Batılı bilim adamları kendi beyinleri ve elleriyle kurdukları bu kirli çağı artık beğenmiyorlar. Oysa bu çağ, bizde halâ tam bir tabudur ve aydınımızın gururla taşıdığı bir kimliği, bir kişiliği ifade etmektedir... Hatta bu mefhum bütün mukaddeslerimizin üstünde bir mevkiye sahiptir. Çağın ahvaline uymayan her mukaddes, aydınlarımızca afaroza mahkum edilir. Dini değerlerimiz bile çağı tasdik etmeye zorlanır. İçerisinde çok acı iki dünya savaşının kanı, ızdırabı, şiddeti ve vahşeti saklı olan; emperyalizm ve sömürünün benzeri görülmemiş stratejilerle kemale erdiği; koyun postuna bürünmüş kurt yürekli insanların, maskeli vicdanların, riyakâr yüzlerin hakim olduğu bir çağ... Şimdi bu çirkin yüzlü “çağdaş” tabu yıkılmaya yüz tutarken, ikibinli yıllar söylemini dilimize dolamakla biz, ikinci bir tabuyu diriltme çabasında mıyız? Batılılar için kendi içlerinde ekonomik canlılık sebebi; umut balonu yapıp üzerine salıverdikleri bizim gibi toplumlar için de ham hayallerden başka hiçbir anlamı olmayan “ikibinli yıllar” söylemi mi yeni tabumuz olacak? Oysa bu son yüzyılda, insandan daha çok hayvanların korunduğu bu yıllarda, bir yanda lüks ötesi hayat süren bir dünya varken, öte tarafta açlıkla savaşan insanlık aleminin ızdırapları büyümekte... Çağın bu çirkin manzarasına rağmen, hangi mantıkla aydın insanı bu bulanık ve kaypak mefhumla vasıflandırıyor ve ona şanlı bir nişan gibi “çağdaş” diye bir ünvan verebiliyoruz? Böyle bir çağla kendini ifade etmek, bizim aydınımıza nasıl bir neciplik, nasıl bir asillik kazandırabilir?.. Doğrusu, anlayamıyoruz. Ve yine anlayamıyoruz ki, çağa ve çağdaşlık kavramına övgüler yağdırılmakla çağın teknolojisi mi, yoksa asrın ahlâkî, hukukî ve insanî değerleri mi yüceltilmek isteniyor? Her iki açıdan da bu çağın övgüye layık bir tarafı yok ki... Kadim kavimlerin hem Allah’a karşı ve hem de insan haysiyetine karşı işlediği bütün günahları, bu çağda, insanlığın büyük kitleler halinde işlediğine şahit olmaktayız. Çağdaşlık eğer asrın ahlâkî değerlerini ve inanç manzumelerini kabullenmek ise, aklı başında hiç bir insanın bu manada bir çağdaşlığı kabullenmesi mümkün görülemez. Çünkü şirk, zulüm, sömürü, zina, cinayet ve riya bu çağa hakim olan esaslar cümlesindendir. Eğer bu çağı, üstün teknolojisinden ötürü kutsal sayıyorsak, bu mutalaa da yanlış. Çünkü insanı asil kılan kıymetler teknolojide değil ki... İlk çağların karasabanla toprak süren köylüsünün bu tekniği onun ruhunu asilleştiremediği gibi, feza çağının yüksek teknoloji ile toprak işleyen köylüsünün ruhunu da bugünkü teknoloji kemâle erdirememiştir. Üstünlük daima ve bütün zamanlarda takvada olmuştur. İnsanlığın kalbinden aşkı, merhameti ve bütün insanî faziletleri alıp götüren bütün bu zamanlar düşünen insana şu mesajı veriyor: “Bu derece gelişen teknolojiye rağmen, insan halâ mesut değil.” Amerika’nın Ay’a ayak bastığı yıllarda halk ozanlarımızın: “Onlar gittiler Ay’a, biz kaldık yaya. Ho babam ho!..” gibi milletimizin kabiliyetine hiciv okları atan ve bizi çok derin aşağılık hislerine sürükleyen taşlamaları vardı... Evet Batı, binlerce yılın bilgi ve teknik hamulesiyle Ay’a ayak basmıştı, ama insanlığa oradan bir parçacık bile olsa, saadet getirememişti. Ve bu çağa mührünü vuran o mağrur teknoloji, Necip Fazıl’ın: “Yirminci asrın ablak yüzlü faza pilotu! Buldun mu Ay yüzünde ölüme çare otu?” mısralarında dile geldiği gibi ölüme çare otu da bulamamıştı. Kalbinde aşk, insan sevgisi, Allah korkusu bulunmayan insanlığın elindeki üstün teknoloji neye yarayabilir?.. Atom silahlarıyla tahrip ve tahriş edilerek fethedilmiş topraklarda dalgalanan bir bayrak, insanlık için nasıl bir mana taşır ve nasıl bir kıymet ifade eder? Böyle bir bayrak, insanlığın vahşetini temsil ve tescilden öte ne anlama gelebilir? Yüce Rabbimiz, mealen: “... o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma, bazen başka bir topluma nasip ederiz.)... Ta ki Allah, aranızdan iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” (Al-i İmran/140) buyurmakta... Evet, Yüce Rabbimiz İslam ordularının zaferlerle dolu o muhteşem günlerinden sonra, dünyada zaferi şirkin mümessillerine verdi. Onlar da hakim oldukları topraklara, dünya tarlasına, şirk, zulüm, riyâ ve fesat ektiler. Bu bin yıl Batı dünyasının hasat mevsimi olacaktır. İnsanlığın yüreğine imansızlık eken küfür dünyası, neticede kendi bünyesinde de şiddet biçecek ve Allah’tan firar edilerek yaşanan bütün zamanlarda olduğu gibi, bu yıllarda da insanlığın hayatı tehlikede olacak. Binbir türlü maddi manevi tehlikelerin barındığı bir dünya hayatına gözlerini açan insanlığın ahiret hayatı, sıfırlı, onlu, yüzlü ve binli yıllarda olduğu gibi ikibinli yıllarda da çok yönlü tehditlere maruz kalacak. İkibinli yıllardan insanlık ne beklerse beklesin, bu gidişle dünya, mukaddes mefhumlara mezar olacak. Sevgiyi ve aşkı kaybedeceğiz. Robotlar, bilgisayarlar ve makinalar sevemez çünkü... İlahi nura sırt çevirip bilim ve teknolojiden ışık dileneceğiz ama o parlak lambalar gecelerin zifiri karanlığını aydınlatmaya güç yetiremeyecek. Bütün zamanlarda olduğu gibi bu zaman diliminde de inkarcı insan hüsranda olacak ve her gün yeni bir seraba doğru koşacak. İnanan insan ise her çağda olduğu gibi dünya tarlasına ebedî saadet tohumlarını ekecek. Neticede Rabbimizin “Asra yemin ederim ki insan hüsrandadır. Ancak iman eden ve salih ameller işleyenler ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr Suresi) hitabındaki hakikatler tecelli edecek. Evet... İkibinli yıllar kimin binyılları olacak, bilinmez... Ama ben, bu binli yıllara gözünü açacak olan İslam dünyasına ve bu dünyanın fedakâr, cihangir ve yaptığı iyilikler yüzünden her devirde ihanete uğramış bir parçası olan insanımıza, Akif’in şu mısralarıyla seslenmek istiyorum: “Ey koca Şark, ey ebedî Müslüman! Sen de kımıldanmaya bir niyyet et, Korkuyorum Garb’ın elinden yarın. Kalmayacak çekmediğin mel’anet...”
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy