Batı’da hakim olan ve en iyimser tavırlardan en düşmanca eğilimlere kadar kayda değer bir farklılık gösteren batılı İslâm anlayışı, son yılların, hatta son yüzyılların ürünü olarak ortaya çıkmadı. Bilakis, Batı medyası aracılığıyla bütün dünyaya pazarlanan İslâm ve müslüman imajının arkasında uzun bir tarih var. Bu tarihin en azından ana hatlarını bilmeye ve anlamaya ihtiyacımız var.
11 Eylül günü Amerika’ya yapılan saldırıların ardından, uzun bir geçmişi olan İslâm-Batı ilişkileri yeni bir safhaya girdi. Batı toplumlarında hakim olan tekdüze ve indirgemeci İslâm anlayışı, 11 Eylül hadiselerinden sonra somut bir biçimde karşımıza çıktı. Oryantalizmden Hollywood filmlerine kadar pek çok ‘imaj makinası’nın ürettiği İslâm ve müslüman tiplemeleri Batı’nın İslâm konusundaki kadim tavrının ana çizgilerini ortaya koyarken, aynı zamanda ortalama batılı bireyin İslâm dünyası ve tarihi konusunda ne kadar sığ bir bilgi birikimiyle hareket ettiğini bir kez daha gösterdi.
Bunu özellikle Amerika’da belirgin bir şekilde gördük. Amerikan siyasi elitinden eğitim sistemine ve sivil toplum kuruluşlarına kadar herkesin zihin dünyasına hakim olan İslâm imajı, iki dünya arasındaki ilişkileri fikrî, siyasi ve ekonomik alanlarda belirliyor ve daha gerçekçi ve yapıcı adımların atılmasına engel olmaya devam ediyor.
Fakat Batı’da hakim olan ve en iyimser tavırlardan en düşmanca eğilimlere kadar kayda değer bir farklılık gösteren batılı İslâm anlayışı, son yılların, hatta son yüzyılların ürünü olarak ortaya çıkmadı. Bilakis, Batı medyası aracılığıyla bütün dünyaya pazarlanan İslâm ve müslüman imajının arkasında uzun bir tarih var. Bu tarihin en azından ana hatlarını bilmeye ve anlamaya ihtiyacımız var.
İslâm’ın ilk doğuş yıllarına giden ve o günden bu yana aralıksız bir şekilde devam eden İslâm-Batı serüveni, medeniyet tarihinin en önemli kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Bu sürecin ana çizgilerini kavramak, mevcut durumu anlamamız açısından hayati öneme sahip. Bu çerçevede bu ve önümüzdeki bir kaç yazıda, İslâm-Batı ilişkilerinin tarihi üzerine bazı gözlemlerde bulunmaya çalışacağız.
İslâm-Batı ilişkilerinin tarihine yönelmeden önce bir noktanın ifade edilmesinde fayda var. İslâm, Hıristiyanlık, Yahudilik yahut Hinduizm’in tersine, tarihi boyunca hem etnik hem de dinî manada çok zengin bir medeniyet tecrübesine sahip oldu.
İslâm’ın dünya tarihinde bir dönüm noktası olması ve evrensel bir medeniyet kimliğine dönüşmesi, tevhid öğretisinin ve Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in sünnetinin bir medeniyet diline tercüme edilmesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Dahası İslâm, hakimiyeti altına aldığı Mısır, Mezopotamya, Hint, Orta Asya ve Anadolu medeniyet havzalarını dönüştürerek onlara İslâmî bir kimlik kazandırdı.
Bu unsurların bir kısmının aynı zamanda İslâm tarihinde uzun soluklu bir gerginliğin kaynağı olduğu ve çeşitli dinî-fikrî sorunlara yol açtığı inkâr edilemez. Fakat İslâm’ın dinî öğretilerinin bir medeniyet formuna dönüştürülmesi açısından bakıldığında, mimariden bilimlere, eğitimden ticarete ve edebiyattan askeri-siyasi yapılara kadar son derece zengin bir tablo sunan İslâmî medeniyet tecrübesi, İslâm dünyasının mevcut krizini aşmak için hâlâ kayda değer bir örnek olarak karşımızda duruyor. Bu tecrübenin en önemli halkasının, İslâm-Batı ilişkisi olduğunu söylediğimizde sanırım abartmış olmayız. Aynı şekilde, Hıristiyan Batı’nın İslâm dünyasıyla ilişkiye geçmesi, Batı tarihi için de bir dönüm noktası oldu.
Biz burada İslâm’ın ilk doğuş günlerinden ve ortaçağlardan bugüne kadar Batı’da hakim olan İslâm imajı üzerinde duracağız. Umarım bu kısa tarihî analiz, Batı’nın İslâm’ı algılayış biçimine ışık tutacağı gibi, bizim Batı’yı daha iyi anlamamıza da katkıda bulunacaktır.
Dinî Bir Meydan Okuma Olarak İslâm
İslâm ve Batı’nın yaklaşık 13 asırlık bir tarihi var. Onlarca etnik grubu, dinî eğilimi, siyasi birimi ve kültür unsurunu ihtiva eden bu uzun tarih, hiç bir analiz çatısının kalıplarına sığmayacak kadar karmaşık ve renkli bir yapıya sahip. Lakin dipteki bir kaç eğilime işaret etmek her zaman mümkün. Burada öncelikle iki medeniyetin dinî karakteri konusunda serahate ulaşmamız gerekiyor.
Batı medeniyeti başından beri Atina ile Kudüs’ün yani seküler Greko-Roman kültürü ile kilisenin hayat verdiği bir dünya görüşü üzerine kurulu olageldi. Batı düşüncesinde rastladığımız hem seküler hem de Hıristiyan kökenli dinî eğilimler, bu iki kaynağın ürünüdür. Bu iki dip akıntı arasındaki ilişki, Ortaçağ skolastisizminin zirve noktasını temsil eden Tomizm gibi büyük sentezlerin doğmasına yol açtığı gibi, Rönesans ve aydınlanma hareketlerinde gördüğümüz üzere din karşıtı yahut din dışı eğilimlerin güç kazanmasına da zemin hazırlamıştır.
Batı medeniyetinin diyalektik niteliği, büyük ölçüde bu iki eğilim ve dünya-görüşü arasındaki etkileşimin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Batı düşünce tarihini incelerken, bu diyalektik ilişkiyi hiç bir zaman gözden kaçırmamak gerekir. Bu manada St. Augustine ve Meister Eckhardt ne kadar Batı dünya tasavvurunun bir parçası ise, Voltaire ve Marx da aynı hayat alanının bir parçasıdır.
Batı medeniyetinin İslâm ile olan ilişkisi açısından baktığımızda, hem Atina hem de Kudüs kökenli perspektiflerin buluştuğu nokta bize önemli ipuçları sağlamaktadır: İslâm, doğuşundan itibaren bir ‘rakip’ olarak algılanmıştır. Bu rekabet duygusu, başlangıçta dinî ve teolojik bir meydan okuma mahiyetinde iken, İslâm’ın global bir güç haline gelmesiyle siyasi ve kültürel bir muhteva kazanmıştır.1
İslâm, İbrahimî tevhid geleneğinin son halkası olarak, bütün önceki vahiyleri bünyesinde topladığını beyan ettiği zaman, bu hem Yahudilik hem de Hıristiyanlık için kabul edilemez bir tez idi. İslâm’ın pek çok öğretisi Hıristiyanlık ile benzerlikler arzederken, bazı öğretileri Hıristiyanlığın tahrif ettiği inançları hedef almaktaydı. Teslis, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu, çarmıha gerilerek can verdiği gibi temel ihtilaf noktaları, Hıristiyan ilahiyatına karşı yapılmış açık bir meydan okuma idi. Dahası, İslâm’ın çok kısa sürede Arap Yarımadası’nın dışına çıkması ve pek çok hıristiyanın İslâm’a girmesi, hıristiyan din adamları için alarm zillerinin çalması anlamına geliyordu. Buna İslâm’ın yahudilik ve hıristiyanlığı şirk olarak reddetmeyip, ehl-i kitab kategorisine koymasını da ekleyebiliriz. Zira bu Kur’anî hüküm, müslüman toplumların bu iki dinî grup ile ilişkilerini doğrudan etkilemiştir.
Bu noktada hıristiyanlığın İslâm’a karşı geliştirdiği ilk tavır ve tepkiyi görmemiz mümkün: İslâm doğrudan hıristiyan inancına (ilahiyatına) yönelik bir tehdit ve meydan okumadır. İslâm’ın teolojik bir tehdit olarak algılanması, müteakip yüzyıllarda sürekli gündeme gelecek ve Batı’nın islâmî algılayış biçimini, sekülerizmin hakim olduğu modern dönemde bile etkilemeye devam edecektir.
Hristiyanlığın İslam’a Verdiği İlk Cevap
Ortaçağlardaki İslâm imajına damgasını vuran bu rekabet ve meydan okuma tavrı, ilk olarak sekizinci yüzyılda St. John the Damascene (Yahya ed-Dımeşkî)2 ile başlar ve ana hedefi, İslâm’ın dinî ve teolojik temellerini sarsmaktır. Suriye’nin Dımaşk şehrinde, Ümeyye halifesinin divanında görev alan St. John (675-749), İslâm karşıtı polemik literatürün ilk örneğini, Yunanca kaleme aldığı De Haeresibus adlı eserinde verir. Bu kitabın bizim açımızdan en önemli iki tezi, İslâm’ın Hıristiyanlık’tan kopmuş sapık ve heretik bir hareket olarak tanımlanması ve Hz. Peygamber’in sahte bir peygamber olduğunun ileri sürülmesidir.
19. ve 20. yüzyıllarda oryantalistlerin ortaya atacağı, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in İslâm’ı Bahira adlı bir hıristiyandan öğrendiği eksik bilgilerle icat ettiği tezi, St. John’un bu iddiasına geri gider. Bu yaklaşım tarzı ortaçağlar boyunca o kadar etkili oldu ki, Peter the Venerable ve Raymond Lull’dan, Roger Bacon ve Dante’ye kadar ortaçağ Avrupa düşüncesinin bütün zirve isimleri, İslâm’a sapık bir mezhep ve inanç olarak baktılar. 12. yüzyıldan sonra yazılan Hz. Peygamber aleyhindeki polemikler aynı bakış açısının ürünü olduğu için, son derece düşmanca bir tavrı bu eserlerde de görüyoruz.
Fakat paradoksal olan şu ki, İslâm coğrafyasının sınırlarının hızla yayılması neticesinde daha hissedilir hale gelen ‘İslâm tehlikesi’, Avrupa’da İslâm konusunda birincil kaynaklara dayalı çalışmaların yapılmasına yol açmadı. Tam tersine, İslâm’a karşı duyulan husumet, hıristiyan yazarların daha tutucu bir tavır almasına yol açtı. Bu yüzden 13. yüzyıldan önce yazılan İslâm karşıtı eserlerin hiç biri Kur’an ve hadis gibi İslâm’ın temel kaynaklarına dayalı değildir.
Ortaçağ Avrupası’nın İslâm ve müslümanlar hakkındaki bilgisi, eserlerini Yunanca yazan Bizans ilahiyatçılarının reddiyeleri ile halk hikayelerinden devşirilen efsane ve söylentilerden ibarettir. Bu manada Batı’nın İslâm konusunda bilinçli bir cehalet içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, 13. yüzyılda XI. Louis’nin Mısır valisinin gönderdiği Arapça mektupları tercüme edecek ve Arapça cevabî mektup yazacak tek bir kişiyi bulamamasıdır.3
Haçlı seferlerinden sonra bile hıristiyan Avrupa’da Arapça bilen ve İslâm dünyasını tanıyan kişilerin sayısının bir kaçı geçmemesi, İslâm konusunda yaşanan cehaletin boyutlarını göstermesi açısından ilginç. Bu tavrın izlerini bugünkü Batı toplumlarında da görüyoruz. Her tür enformasyon ve iletişim imkanına sahip olduğu halde, ortalama bir Avrupalı’nın ve Amerikalı’nın İslâm bilgisi, şaşırtıcı derecede sınırlı ve sığdır.
Düşmanını daha iyi tanımak gayesiyle, ilk defa 12. yüzyılda Peter the Venerable’in (ö. 1156) önderliğinde, Kur’an-ı Kerim Robert Ketton adlı İngiliz ilim adamı tarafından 1143 yılında Latince’ye tercüme edilir. Tahmin edileceği üzere pek çok bilgi ve dil hatasıyla dolu olan bu tercüme, İslâm dünyasından aktarılan ilk orijinal eser olduğu için büyük bir öneme sahip. Fakat Batı’daki İslâm imajı açısından bakıldığında, bu tercümenin İslâm’ın daha iyi anlaşılması yönünde herhangi bir katkısının olmadığını görüyoruz. Tersine, kökleri 8. yüzyıla giden İslâm karşıtı hissiyat bu tercüme ile daha da güçlendi ve müslümanlığın hıristiyanlıktan kopmuş sapık bir mezhep olduğu fikrine daha da güç kazandırdı. Aynı tavrı, yine Ortaçağ Hıristiyan Avrupa düşüncesinin önemli isimlerinden Raymond Lull’un (1235-1316) eserlerinde ve faaliyetlerinde görüyoruz. Müslü-manları hıristiyan yapma fikrinin ilk misyoneri ve uygulayıcısı kabul edilen Lull, müslümanları dinî ve fikrî platformda yenmenin tek yolunun, onların dillerini ve dinlerini iyi öğrenmek olduğu fikrine sahipti. Bu çerçevede Lull, hıristiyan din adamlarına Arapça öğretmek için girişimlerde bulundu. Fakat Lull’un İslâm’ı öğrenme gayretinin arkasında yatan fikir yine aynıydı: Bir düşman ve rakip olarak algılanan müslümanları kendi silahlarıyla yenmek.
Bu noktada, haçlı seferlerinin sona erdiği döneme kadar Batı’da hakim olan İslâm imajının, red ve karalama üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Bu tavır bugün de Batı’daki hıristiyan çevrelerde etkili olmaya devam ediyor.
Fakat 13. yüzyıldan sonra İslâm-Batı ilişkilerinin ilginç, ilginç olduğu kadar da paradoksal safhalarından birine şahit oluyoruz. Bu, haçlı seferleri aracılığıyla Batı dünyasına aktarılan yeni İslâm imajıdır.
Salip-hilal çatışması olarak da bilinen haçlı seferleri, Batı’nın İslâm medeniyetinin yaşam biçimi, şehirleri, yolları, güvenlik sistemi, tarımı, bağ-bahçeleri, teknolojisi, bilimi ve idari yapısı konusunda ilk defa doğrudan müşahedeye dayalı bilgi edindiği dönemdir.4 Usame b. Munkiz’in hatıralarında büyük bir edebî ustalıkla anlattığı salip-hilal karşılaşmasının bu yönü, Batı’nın İslâm medeniyeti hakkında sahip olduğu tasavvurun ciddi bir şekilde sorgulanmasına yol açmıştır. Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubî’nin Ortaçağ Avrupası’nda şövalye (fütüvvet) ruhunun piri olarak bilinmesi, bu etkileşimin ilginç sonuçlarından biridir.
İslâm’ın din ve inanç olarak reddedilmesine mukabil, bir medeniyet olarak takdir edilmesinin tarihi ve anlamı üzerinde durmaya önümüzdeki yazıda devam edeceğiz.
1 Atina-Kudüs, bir başka ifadeyle Helenizm-Hibraizm ikileminin Batı düşüncesindeki önemi için, özellikle ünlü Rus düşünürü Leo Shestov’un konuyla ilgili eserine başvurulabilir: Leo Shestov, Athens and Jerusalem (New York, 1956). Bu ikilemin, bu yüzyilin önde gelen siyaset düşünürü Leo Strauss uzerindeki etkisi için ise: Remi Brague, ‘Athens, Jerusalem, Mecca: Leo Strauss’ s ‘Muslim’ Understanding of Greek Philosophy’, Poetics Today, 19:2 (Summer 1998), s. 235-259.
2 Yahya ed-Dımeşkî örneği, İslâm medeniyetinin hoşgörü anlayışına verilebilecek en ilginç örneklerden biridir. İslâm karşıtı ilk skolastik eserin sahibi olan ed-Dımeşkî, Şam’da müslüman idaresi altında yaşamış ve zaman zaman müslüman alimlerle açık tartışmalara girmiştir. İslâm’ın Hristiyanlık’tan kopma sapık bir mezhep olduğu fikri, Dımeşkî’nin polemiklerine geri gider. Bu konuda bkz: D. J. Sahas, John of Damascus on İslâm: The Heresy of the Ishmaelites (Leiden, 1972).
3 Roger Bacon’in (1214-1294) bu serzenişi için bkz: James Windrow Sweetman, İslam and Christian Theology, part 2, vol. 1 (London: Lutterworth, 1955), s. 98-99
4 Bu konuda derli toplu bir çalışma için bkz. Montgomery Watt, The Influence of İslâm on Medieval Europe (Edinburgh, 1972).