Toplum ortamında yaşayan insanlar, düşünürken, karar verirken, eylemde bulunurken, beraber yaşadığı diğer insanları da düşünmek, onları muhatap almak zorundadır. Aksi halde bireysel anarşizm, her tür toplumsal birlikteliğin sonu anlamına gelir.İnsan, bütün dünya dinleri ve düşünce okulları tarafından sosyal bir varlık olarak tanımlanıyor. Bu dünyada kendi bireysel seyr-i sülukunu yaşayan insanoğlu, her zaman belli bir sosyal bağlam ve ilişkiler ağı içerisinde bulunur. Hepimiz bir birey olmakla beraber, aynı anda kardeş, baba, oğul, dayı, öğretmen, öğrenci, yönetici, yönetilen gibi sıfatları üzerimizde taşırız. Bu, sadece sosyal ve tarihi şartların ortaya koyduğu bir durum değildir. Tersine, sosyal bir varlık olmak, insanın yaratılışıyla yakından ilgilidir. Bizleri alemdeki diğer canlılardan ayıran konuşma ve düşünme melekelerini ele alın: Yeryüzünde sadece ve sadece tek bir insanın varolduğunu düşündüğümüzde, bu insanın konuşmasının ve dolayısıyla düşünmesinin mümkün olmadığını görürüz. Zira konuşacak kimsenin olmadığı bir ortamda -ki bu, insanın tabiatı açısından imkansız bir durumdur- ne konuşma, ne de tefekkür için uygun bir zemin olabilir.
Sosyal Varlık Olmanın Tabiatı
Bu yüzden, insanın yeryüzündeki hayatı bir topluluk olarak başlamıştır. Kur'an’ın anlattığı Hz. Adem ve Hz. Havva'nın yeryüzüne indiriliş kıssası, bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bugün toplum dediğimiz insani birlikteliğin ilk nüvesini teşkil eden Hz. Adem ve Hz. Havva ikilisi, yeryüzüne beraber indirilmek suretiyle ilk toplumu da oluşturmuş oldular. Bu sebeple hem felsefi hem de tarihi açıdan insanın 'sosyal' bir varlık olması, bize insanın fıtratı konusunda önemli ipuçları vermektedir. Aynı şekilde bütün peygamberlerin bireylere değil, çeşitli kavim, millet ve ümmetlere gönderilmiş olması da insanların hem tek tek bireyler hem de bir topluluk olarak ilahi mesajın muhatabı olduğunu ortaya koymaktadır. Ortak akıl, işte böyle bir ortam içerisinde bulunan insanların zihinlerini ve gönüllerini bir araya getirerek oluşturdukları ortak düşünme ve hissetme eyleminin adıdır. Bunun, fıtri bir ihtiyaç olduğu ortada. Zira belli bir toplum ortamında yaşayan insanlar, düşünürken, karar verirken, eylemde bulunurken, beraber yaşadığı diğer insanları da düşünmek, onları muhatap almak zorundadır. Aksi halde bireysel anarşizm, her tür toplumsal birlikteliğin sonu anlamına gelir. Ortak akıl, insanlarin belli konular üzerinde ortak düşünmeleri, konuşmaları ve istişarede bulunmaları ile ortaya çıkar ve vahyin yönlendirdiği akıl ve hikmet süzgecinden geçerek sosyal bir değer haline gelir. Bu yüzden İslâm, dinin ana prensiplerine aykırı olmadığı müddetçe bu tür örf ve adetleri İslam dairesi içinde kabul etmiş, cahiliye dönemine ait pek çok 'ortak akıl ve hikmet' geleneğine cevaz vermiştir.Ortak Akla Ulaşmak
Peki ortak akla nasıl ulaşılır? Bunun en önemli yolu, beraber yaşama azminde olduğumuz insanlarla konuşmasını, onlarla diyalog kurmasını, yani istişare yapmasını bilmektir. En güzel örnek, yani usve-yi hasene olan Hz. Peygamber (A.S.), bu konuda da bütün insanlığın rehberi olmuş, peygamberlik makamına rağmen pek çok konuda arkadaşlarına danışmış ve onların görüşlerine önem vermiştir. Bu tavrın sadece toplumsal uzlaşma açısından değil, ahlaki ve manevi açıdan da büyük öneme sahip olduğunu belirtmekte fayda var. İstişarenin yapılması diğer insanların görüşlerinin de alınması anlamına geldiğinden, burada bir karşılıklı saygı ve sevgi ortamı var demektir. Zira sadece kendi aklına ve bireysel görüşüne güvenen insan, kibir içerisindedir. Yani böyle düşünen kişi, diğer insanları kendinden aşağı görmekte, onlarla diyaloğa girmeye tenezzül etmemektedir ki, bunun büyük bir ahlaki zaaf olduğu açık. Aynı zihin dünyasının eri olan insanların istişare mekanizmasını kullanma azmini gösterememesinin sebebi, genellikle bu tür zaaflardan kaynaklanmaktadır. Oysa diğer insanlarla konuşmasını, onlarla istişare yapmasını bilen insan, belli bir ilmi ve manevi kademelenmeyi kabul etmekte, böylece fikri ve ahlaki tevazunun sahibi olmaktadır. İstişare yapmak, biraz daha Türkçe bir ifadeyle söyleyecek olursak birbirimize danışmak ve birbirimizle konuşmak, fıtri bir özelliktir ve insan oluşun şartlarından biridir. Nitekim Türkçe'de söz sarf etme ve bir şey söyleme anlamında kullandığımız 'konuşma' kelimesi, karşılıklı olarak 'konma' (kon-uş-ma) anlamına gelir. Yani konuşma, aynı zemini paylaştığımız insanlarla yüzyüze gelme, onları dinleme, onlara bir şey söyleme eyleminin adıdır.İstişare mi Akılcılık mı?
Bu noktada Batılı anlamda akılcılık (rasyonalizm) ile İslâmi düşünme tarzı arasındaki fark netlik kazanmaktadır. Rasyonalizm, yalnızca aklı mihenk taşı olarak kabul etmek suretiyle, ya kendi üstündeki ve ötesindeki gerçekliği reddetmeye ya da o gerçekliği kendi akıl seviyesine indirgemeye çalışır. Bu yüzden her tür kaba akılcılığın altında kibir vardır. Diğer insanları, yani ortak aklın birimlerini küçümseyen bu akılcılık, aynı zamanda geleneğe de küçümseyerek bakar ve her fırsatta tarihi yeniden yazmaya çalışır. Bu yüzden ‘tarihin sonu’, ‘dinin sonu’, ‘aklın sonu’, ‘düşüncenin sonu’ gibi söylemlerin hep Batı'da üretilmiş olması bir tesadüf değildir. Buna mukabil, İslâmi düşünme tarzı hem sosyal hem de tarihi anlamda geleneğe büyük önem verir. Zira gelenek, nesilden nesile aktarılan ruhsuz kavramlar ve adetler yığınını değil; vahyin ışığında şekillenen ve gelişen ortak aklın yekûnunu ifade eder. Geleneğe bu açıdan baktığımızda, tek-akıl ile ortak-akıl arasındaki nitelik farkını açık bir şekilde görebiliriz. Örneğin fıkıh usulünde teknik bir terim olan 'icma' kavramı, ortak-akıl perspektifinden bakıldığında son derece anlamlı ve işlevsel bir mefhumdur. Zira burada icma, yani uzlaşım ve ittifak ile kastedilen, tarihin ve bireysel akılların süzgecinden geçerek şekillenen ve netlik kazanan bir görüş, fetva yahut ictihattır. İstişarenin karşılıklı konuşmadan okumaya kadar çok geniş bir alanı kapsadığını düşündüğümüzde, tarih boyunca icma türü istişare ve diyaloğun sürekli devam ettiğini görmek zor olmayacaktır. Bütün bu söylenenler ışığında istişareyi, ortak bir aklın inşa edilmesi süreci olarak tanımlayabiliriz. Bu ortak akıl, hepimizin bireysel katılımıyla gerçekleştiğinden, daha kuşatıcı ve bağlayıcı bir niteliğe sahiptir. Bu sebeple istişare sonucu varılan kararlar her zaman daha uzun ömürlü ve çözüm üretici olurlar. İslâm düşünce ve medeniyet geleneğinin oluşumu, en genel manasıyla bu tip bir istişarenin, diyalog ve konuşmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu geleneğin yeniden ihyası ve sürekliliği, şüphesiz bizim istişare yapmayı, yani 'konuşma'yı yeniden öğrenmemize bağlıdır.